
CHP-BDP İttifakı İkisinin de Oyunu Düşürür!
Özgür-Der Diyarbakır Şube Başkanı Serdar Bülent Yılmaz gündeme ilişkin Riyaroni sitesine konuştu...
Riyaroni.com haber sitesi olarak, cesur söylem ve eylemleriyle bilinen entelektüel, aktivist, hukukçu ve Özgür-Der Diyarbakır şube başkanı Serdar Bülent YILMAZ ile Türkiye'nin temel sorunlarından en önemlisi olarak gördüğümüz, Kürd sorununu ve Kürd sorununun bağlamında Ak parti hükümetinin açılım ve handikaplarını, ateşkes sürecinde tarafların nasıl bir yol izlemesi gerektiğini, KCK davası ile Ana dilde savunma talebini, Ana dilde eğitimi, Kemal Kılıçdaroğlu'nun Amed/Diyarbakır'a gelişini, CHP-BDP ittifakını, HAS partinin genetiğini ve BDP ile birleşerek seçime gitme ihtimalini, Diyanetin varlığı, fonksiyonu ve yeni başkanını, Türkiye siyasetine, Kürdlerin ve Müslümanların yarınına dair Diyarbakır'dan bakarak konuştuk.
Riyaroni: PKK ateşkes sürecini 2011 seçimine kadar uzatıp eylemsizlik kararı aldığını açıkladı, hükümet ve BDP bu süreci nasıl değerlendirmeli, neler yapmalı?
S. B. YILMAZ: Evet, PKK'nin eylemsizlik kararı bugüne kadar Kürd sorununun silahlı yansımasının çözümü konusunda aslında hemen hemen her kesimin talep ettiği ve adeta önemli bir ön şart olarak gördüğü bir konuydu, dolayısıyla bu kararın en azından 2011 e kadar alınmış olması önemli. Fakat esas mesele bundan sonra başlıyor. Bu süreci doğru değerlendirmek lazım. Malumunuz böyle bir karar daha önce defalarca alındı ancak hem eylemsizliğe uygun davranılmadı hem de devlet gerekli adımları atmadı. Hatırlanacaktır; 1999'dan sonra yani Öcalan'ın yakalanmasının akabinde 2004'e kadar sürekli bir eylemsizlik dönemi yaşanmasına rağmen bu süreç değerlendirilememişti. Daha sonra dönemsel olarak belli periyotlarla ateşkesler ilan edildi. Ama bu süreçlerin içine baktığımızda yine çok sayıda operasyon ve yine çok sayıda eylem söz konusu. Yani hem devlet hem PKK bu sürecin doğru değerlendirilmesi anlamında çok ciddi adımlar atmadı, sadece adı eylemsizlik süreci oldu.
Fakat bu kez hükümetin asker üzerinde biraz daha etkili olduğunu görüyoruz, dolayısıyla operasyonların durması gibi bir ihtimal daha güçlü, ben bundan dolayı adım atma sırasının hükümette olduğunu düşünüyorum.
Asker üzerindeki etkisini gerçek anlamda kullanarak bu süreci doğru değerlendirmesi gerek. Çünkü hükümet eğer bugüne kadar seçim süreçlerini doğru okuyabildiyse bütün çatışma süreçlerinin kendi aleyhine geliştiğini de görecektir. Hiçbir şey için değilse bile kendi siyasi geleceği açısından ateşkes sürecinin sağlıklı işlemesi için gerekli adımları atması gerekiyor. PKK'nin de toplumun çatışmacı bir ortamı kaldıramadığını, dolayısıyla bu talebin aslında bu dillendirilen ateşkes talebinin kendisinden, hükümetten ve aydınlardan öte Kürdistan ve tüm Anadolu toplumunun bir talebi olduğunu görüp kabul etmesi lazım.
Riyaroni:Osman Baydemir geçen haftabir tv programonda ve değişik yerlerde "Silahlı mücadele miadını doldurmuştur' şeklinde açıklamlar yaptı, bu konu çok tartışldı, PKK lideri Abdullah Öcalan'nın da bo konuda Baydemeri eleşttirdiği idda edildi, bu meseleyi nasıl değerlendiriyorsunuz?
S. B. YILMAZ: Bilmeyene şaşırtıcı gelen ama esasında şaşırtıcı olmayan bir gelişme. Yani bu defalarca söylendi. Karayılan, hemen hemen her yıl söyler bunu. Cemil Bayık söyler, PKK'nın üst yönetimi hep söyler bunu. Öcalan'ın kendisi bunu 1999'dan beri defalarca söyledi, kendi kitaplarında, avukat görüşmelerinde çok daha ileri düzeyde bunu ifade etti ama bunun gereği yerine getirilmiyor. Yani "son dakikaları oynuyoruz, uzatmaları oynuyoruz, zaten silahlı mücadele bitmiştir, dünyada da silahlı mücadelenin bir geçerliliği kalmamıştır" diye örgütün kendisi söylüyor, çatışmalar, eylemler devam ediyor, hem de Türkiye ve bölgedeki gelişmelerin en kritik dönemlerinde, en kritik eşiklerinde. Hatta derin devletle, Ergenekon'la irtibatlandırılmasına neden olacak kadar kritik dönemlerde PKK'nin çok ciddi sansasyonel eylemler yaptığını biliyoruz.
Baydemir'in tavrına karşı Öcalan'ın ortaya koyduğu tepki aslında Öcalan'ın bu konunun tek muhatabı benim psiokolojisinden kaynaklanıyor. Ben Kürd sorunun çözüm sürecinin en temel çelişkilerinden bir tanesinin aslında çeşitli psikolojileri yönetmede ortaya çıkan handikaplar olduğunu düşünüyorum. Birçok psikoloji var bu süreçte yönetilmesi gereken. Mesela MHP tabanının psikolojisini yönetebilmek, iktidardaki muhafazakar refleksleri yönetebilmek, Kürd halkının içerisine düştüğü travmatik psiokolojiyi yönetmek, bütün bu psikolojileri yönetmek oldukça zor ve ustalık gerektiriyor. Elbette bunların içersinde en zor psikoloji Öcalan psikolojisidir.
Riyaroni:Geçen günlerde Kemal Kılıçdaroğlu Diyarbakır gezisiyle "CHP'nin Kürd aşkı yeniden alevlendi" gibi benzetmeler yapıldı basında, CHP-BDP birleşerek seçime gidebilir senaryoları konuşuldu, sizce CHP ve BDP'nin birleşerek seçime gitmesi mümkün mü?
S. B. YILMAZ: Bence böyle bir ihtimal yok, böyle bir ihtimal zaten hiç yoktu, şu aşamada da yok. Yani bugünkü CHP kafasıylada yok, bunu zorlayan BDP'dir. CHP'nin bazı çıkmazları partiden birilerinin bu senaryolara yeşil ışık yakmasına yol açıyor. Bu çıkmazlardan biri CHP'nin Kürdistan'da olmayışı. CHP Kürd bölgelerinden oy alamıyor, Ağrı ve Dersim dışında oy alabildiği il yok, dolayısıyla CHP'nin oylarını bir şekilde yükseltmek için bir takım denklemleri gündemine alıp konuşması normal. Ama bu BDP ile ittifak yapacağı anlamına gelmiyor, ittifakı zorlayan BDP'dir.
BDP hala kronik solculuk hastalığından kurtulamadı. Hala, EMEP, ÖDP, SDP gibi toplam oyları yüzde biri geçmeyen tabansız marjinal partilerle sırf solculuğunu vurgulamak için ittifaklar yapıyor. Bu sonunda BDP'nin başına büyük bela olacak gibi görünüyor çünkü BDP tabanı bundan hoşnut değil. Kaldı ki bana kalırsa öngörülenin aksine CHP - BDP ittifakı ikisinin de oylarını düşürür. Nitekim bilahare iki parti de ittifakın imkansızlığının ve başarı şansının olmadığının farkında olarak seçim ittifakını mümkün görmediklerini ifade ettiler.
Riyaroni:KCK davasında sanıkların ana dilde savunma yapma isteklerini, bu konudaki ısrarlarını ve bu süreçte yaşananları nasıl değerlendiriyorsunuz?
S. B. YILMAZ: Mahkemenin anadilde savunma talebini reddetmesi, birebir savunma hakkının engellenmesidir. Klasik inkarcı devlet politikasının bir tezahürü. Bu konuda hükümet de sessiz kalıyor. Bence daha etkin bir tavır alınabilirdi.
Sanıkların ana dilde savunma talebi oldukça doğru bir taleptir. Ben bilakis KCK davası sanıklarının, Kürd siyasetçilerinin bunu çok doğru bir temel üzerinden yürütemediklerini ve burada bir mevzi kazanılacakken yanlış bir politikayla olumsuz bir noktaya sürüklediklerini düşünüyorum. Yani bunda ısrar etmek ama bunu götürüp Lozan'a da bağlamamak gerekiyordu. Çünkü Lozan bilakis Türkiye'deki Kürt sorunun temel metnidir, yani sorun Lozan'a dayanıyor ve orada azınlık olarak tanımlanan kesimler içerisinde Müslüman teba yok, Kürdler yok, onların anadillerine dönük bir vurgu yok.
Bu meseleyi Lozan'a bağlama aklı nerden çıktı anlamış değilim.
Anadilde savunma hakkı uluslararası hukuk veya temel/fitri insani haklar bağlamında dile getirilebilirdi, hatta hiçbir dayanağı olmasa dahi dayanaksız bir talep olarak dayatılabilir ve bir şekilde dava bloke edilebilirdi.
Oysa ki davada sanki tahliye meselesine takılıp kalınmış, davanın siyasi bir dava olduğu unutulmuş gibi görünüyor. Tahliye talebi ve iddianamenin özetlenmesi gibi konularda ısrar, mahkamenin meşruiyetinin sorgulanmaması bence bunun işareti.
Riyaroni: Açılım sizce kimin eseri ve hala devam ediyor mu?
S. B. YILMAZ: Yani buna hangi noktadan baktığınıza bağlı. PKK'nin mücadelesinin bir kazanımı olarak da görmek mümkün, uluslararası konjonktürün bir sonucu olarak da. Veya AK parti hükümetinin Türkiye'yi yeniden ayağa kaldırma ve temel sorunları çözme politikasının bir sonucu olarak da görebilirsiniz. Doğrusu ben hepsinin de bir payı olduğunu düşünüyorum ama burada en temel payın 1930'larda donmuş ve artık dünyada kabul görmeyen ve bu yol üzerinden ne Avrupa birliğine girebilecek, ne uluslararası toplum tarafından kabul edilebilecek ne de dış politikaları yürütebilecek bir ortamın kalmamış olmasına, kısaca tıkanmış bir Türkiye'nin önünü açmaya dönük bir girişim olarak görüyorum. Aslında Türkiye 1930'da dondurup bıraktığı batılılaşma sürecini yeniden başlattı. Daha post-modern, daha muhafazakar ama daha neo-liberal bir düzlemde yeniden batılılaşıyor. Post-modern sistemin çoğulcu özelliği Kürd sorunuyla bağdaşmaz.
Tabi ki başka nedenler de var; Avrupa birliğine girmek isteyen bir Türkiye'nin de Kürd sorununu çözmesi lazım. Ekonomisini düzeltmek isteyen, toplumsa barışı tesis etmek isteyen, komşularıyla gerilimi bitirmek isteyen bir Türkiye'nin Kürd sorununu çözmesi lazım.
Bence hepsinden daha önemlisi, hükümetin iktidar olabilmesi, iktidarını sürdürebilmesi için öncelikle vesayet sistemini kaldırması gerekiyor. Bu da ancak Kürd sorununu çözmekle mümkün. Ben ak parti hükümetinin kendinde bu gücü gördüğünü, hem aldığı oylarla hem uluslararası destekle bu işi başarabileceğini düşünüyorum.
Bundan sonra esas düşünülmesi gereken yeni dönemde vesayet sistemini ortadan kaldırmış iktidarın Kürt sorununun bazı ayaklarında mesela anadilde eğitim meselesinde harekete geçmesini sağlamak. Artık sistemin direnci gibi bir mazereti kalmadı çünkü.
Riyaron: Kürd sorunun temel sorununu olan Ana dilde eğitim hakkında, Başbakan ana dilde eğitimle bana gelmeyin dedi, ne diyorsunuz bu konuda?
S. B. YILMAZ: Bu bir seçim söylemidir, Türkiye bir yıldır seçim sathı mailine girmiştir. Şu an için batıdaki oylarını kaybetme riskinden dolayı başbakan seçime kadar tartışmayı kesip atmıştır. Ben bunu yanlış buluyorum. Çünkü ana dilde eğitim olmadan Kürd sorunu çözülemez, etnik bir toplumu tanımlamanın temel kriteri dildir, dolayısıyla siz bunu es geçer ve yok sayarsanız, ben Kürd sorununu çözdüm diyemezsiniz. Bu söylemde seçim hesapları kadar hükümetin sorunu algılayış biçiminin ve üniter devlet anlayışının da etkili olduğunu görmek gerekir. Fakat Türkiye öyle bir noktaya geldi ki artık anadilde eğitim de dahil hiçbir şeyi uzun süre erteleyemez ve engelleyemez. Hükümetin de bunun farkında olduğunu sanıyorum.
BDP'nin HAS parti ile seçim barajından dolayı ittifak kuracağı iddiaları dillendiriliyor, sizce BDP ve HAS partinin birleşerek seçime gitme ihtimali görünüyor mu?
Riyaroni:AK Parti içinde 75 Kürd milletvekili Kürd sorunun çözülmesi yolunda ve demokratik açılım sürecinde etkili oluyorlar mı?
S. B. YILMAZ: 75 milletvekilinin Kürd sorunuyla ilgili bugüne kadar mecliste tek bir konuşma yaptıklarını görmedim. Belki yapan olmuştur da bizim gözümüzden kaçmıştır. Ben şahsen basına verilmiş bir iki demeç dışında hiçbir şey görmedim. Kendi bölgelerinde Kürd sorunuyla ilgili bir çalışma yaptıklarını da görmedim. Onların bağlı olduğu il teşkilatları için de aynı şey söz konusu. Dolayısıyla bu 75 milletvekilinin ismi var kendileri yok, bunu böyle görmek lazım. Haksızlık etmemek için çözüm sürecinin tekelden yürütülmesi politikasının izleniyor olma ihtimalini de ifade edelim.
Ama bir şey daha var, Kürd sorunu temel sorunlardan biri ve sistemin en duyarlı olduğu konu. Dolayısıyla bu konuda bu 75 milletvekilinin inisiyatif alması çok mümkün olmayabilir. Bunu şu anolojiyle düşünelim, Ak parti İslamcı bir parti; Reha Çamuroğlu, Zafer Üskül, Ertuğrul Günay gibi sol kökenli, alevi kökenli olanları çıkarın gerisi İslamcı veya muhafazakardır. Peki, AK Parti İslami kesimin sorunlarını çözebildi mi? Veya bu İslamcı milletvekilleri bugüne kadar başörtüsü sorunuyla, Kur'an kurslarındaki yaş problemiyle, kat sayı zulmüyle ilgili en küçük bir konuşma yapıp kamuoyu oluşturdu mu? Ak parti hükümetini veya başbakanı zorlamak gibi bir girişimlerinin olduğunu gördük mü? Bu konuda da görmedik. Tüm sorunlarla ilgili süreçler tekelden, başbakan ve birkaç kurmayı üzerinden yürütülüyor. Geri kalan milletvekillerine meclis genel kurullarında, parti grup toplantılarında hazır bulunmak, alkışlamak veya oy kullanmak düşüyor. Yani aslında AK partinin 335 milletvekili falan yok, sadece Erdoğan var.
Riyaroni:BDP'nin HAS parti ile seçim barajından dolayı ittifak kuracağı iddiaları dillendiriliyor, sizce BDP ve HAS partinin birleşerek seçime gitme ihtimali görünüyor mu?
S. B. YILMAZ: Muhal bir şeyden bahsediyoruz. HAS parti diye bir şey ortada daha yok, HAS partinin kurucu kadrolarından veya öne çıkan söyleminden hareketle şu an HAS partiye ideolojik bir gömlek giydirilmeye çalışılıyor. HAS parti sol bir parti midir, sağ parti midir, İslamcı-muhafazakar bir parti midir, yani siyaset yelpazesinin neresinde duruyor sağında mı, solunda mı, merkezinde mi, hangi eğilimleri içerisinde barındırıyor, bununla ilgili hiçbir şey ortada yok. Sadece bir takım veriler var, daha doğrusu öne çıkarılan bir takım söylemler ve kişiler var. Cevat Özkaya ve Abdüzaziz Tantik gibi İslamcı kesimden isimler de var, entelektüeller de var Mehmet Bekaroğlu gibi Müslüman sol söylemini dillendirenler de. Dolayısıyla parti politikaların nasıl şekilleneceğini şu andan bakarak görmek mümkün değil.
Şu ana kadar medyada öne çıkarılan söylemlere baktığınızda Numan Kurtulmuş'un dengeli politikalarını pek göremiyoruz. Sürece kimlerin söyleminin etkili olacağını bekleyip görmek gerekiyor. Eğer ki Bekaroğlu çizgisi veya müslüman sol çizgisi sürdürülmek istenirse HAS parti hiçbir seçimde oy alamaz. Numan Kurtulumuş'un da parti politikalarını bu marjinal düşünceye terkedecek bir kişi olduğunu zannetmiyorum. Merkeze oynayan bir partidir bana göre, dolayısıyla merkeze oynamanın gerektirdiği politikalar da neyse onları yerine getireceğini düşünüyorum. Şu anda bir ittifaka mani değil bu söylediğim şeyler, pek ala çeşitli partilerle ittifak içerisine girebilirler, ben BDP-CHP ittifakındansa BDP-HAS parti ittifakını ittifakını daha mümkün görüyorum.
Riyaroni:Diyanet işleri başkanı Ali Bardakoğlu görev süresinin dolmasına iki ay kala görevi Mehmet Görmez'e bıraktı ve basında Ali BardakoğluKürd açılımı ve Alevi açılımına mesafeli durduğu için hükümetin Ali Bardakoğlu'nu görevden aldığı gibi söylentiler konuşuldu. Siz Diyanet kurumunu Kürd sorununun çözümü ekseninde nasıl görüyorsunuz?
S. B. YILMAZ: Ben Diyanetin kaldırılması gerektiğini düşünüyorum öncelikle. Tıpkı YÖK'ün kaldırılması gerektiğini düşündüğüm gibi. Bunu parantez içi bir yaklaşım olarak bir kenara koyalım.
Ali Bardakoğlunun gitmesi iyi bir şeydi hatta geç kalınmış bir operasyondu aslında. Çünkü Ali Bardakoğlu her ne kadar döneminde Diyanet iyi bir noktaya gelmiş olsa da, özellikle daha sahih, hurafelerden arındırılmış bir İslam'ın daha yaygın bir şekilde diyanet tarafından yaygınlaştırılması, camilerin nerdeyse dini bir eğitim okuluna dönüştürülmesi gibi birtakım iyi çalışmalar olduysa da ben bunda ne kadar Bardakoğlunun, ne kadar alt kadrolarda Mehmet Görmez gibi kişilerin etkili olduğunu çok kestiremiyorum.
Bardakoğlu'nun hükümetin politikalarıyla uyumsuz olduğu zaten biliniyordu. Bu konuda yer yer basına sızmalar yaşanıyordu. Krizin iyice derinleşmesiyle de hükümet istifa sürecini başlattı. Ayrıca sürecin referandum sonrasına gelmesi de manidar. Bardakoğlu devletçi bir yapıya sahip. Dolayısıyla bir bariyer gibi hükümetin açılımın diyanet ayağının önüne geçiyordu. Mehmet Görmez bu konularda çok daha revizyoner ve yetkin bir isimdir. Kürt bölgelerindeki camilerde vaaz ve hutbenin Kürtçe verilmesi, Kürtçe Kur'an meali gibi konularda Mehmet Görmez ile birlikte daha fazla ilerleme sağlanabilir kanaatindeyim.
Son olarak bir parantez daha açmam lazım; ben dinin hangi konu ve amaç olursa olsun araçsallaştırılmasına karşıyım. Kürt sorununun Kürtlerin tüm haklarının adilane verilmesiyle çözüleceğini dillendirmek yerine birlik beraberlik edebiyatı eşliğinde dinin çimento olduğu şeklindeki dini araçsallaştıran yaklaşımları hiçbir şekilde doğru bulmuyorum. Kürd sorununun çözümü de dahil olmak üzere, Türkiye'nin temel sorunlarında dini kullanma, kullanma kelimesinin altını çiziyorum, ameliyesini ve buna yeşil ışık yakan istismarcı söylemleri yanlış ve hikmetsiz buluyorum. Ancak Kürtçe Kur'an, hutbe, vaaz gibi yıllardır zaten Kürtçe'nin her alanda kullanılması gerektiği şeklindeki taleplerimize karşılık gelen uygulamaları bunun dışında tutuyorum.
Riyaroni:İhsan Süreyya SIRMA geçenlerde bir mülakatında Müslümanlar git gide 'layt ve lakayt' oluyorlar dedi, siz de Müslümanlarda buna benzer bir dönüşümü görüyor musunuz?
S. B. YILMAZ: Ben bu söylemi doğru buluyorum, aynısını ben de söylüyorum. AK Parti süreci ile ilintilendirmek tabi ki vakayı ortaya koymak açısından doğru bir tespit. Tabi ki şu anda başta AK Parti değil de başka liberal veya muhafazakar bir parti de olabilirdi ama İslam'a yakın liberal çizgideki partilerin iktidar olması bu süreci hızlandıran bir katalizör görevi görüyor. Burada iktidarın hangi parti olduğundan öte işlevi önemli. İktidarla girilen ilkesiz menfaat ilişkileri, iktidarın nimetlerinden faydalanma çabası bozulmanın temel nedeni. Bu tür ilişkiler doğal olarak iktidar karşısında layt da yapar lakayt da.
Lakin bu süreç çok tehlikeli bir süreç. Yani ben bunu eski süreç daha iyidir anlamında kullanmıyorum, baskıcı ortamlardansa özgürlükçü ortamların Müslümanların söylemini kitlelere ulaştırmak ve onların daha iyi işler yapması için daha uygun zeminler olarak görüyorum.
Ama bu içine girilen dönemin sevincinden ve şaşkınlığından kurtulup bir an önce bu sürecin önümüze koyduğu riskleri de görmek ve buna göre tedbirler almak lazım. Yani şu post-modern, liberal sistem içerisinde Müslümanları ne bekliyor? Hangi çatışma alanları bekliyor? Mesela bu sistemin diğer sisteme göre farklı bir özelliği var; sistem düne kadar Müslümanlar da dahil çeşitli kesimleri kamusal alandan kovuyordu, ama yeni post-modern sistem Müslümanları ve herkesi kamusal alana kendisi davet ediyor, gelin burada bu çeşitliliği ve çoğulculuğu oluşturalım diyor. Fakat bunu yaparken de orayı nötralize edilmiş bir alan, steril bir alan olarak görüyor ve hiç bir kimliğin orada belirleyici olmasına müsaade etmiyor.
Bu yönüyle liberalizm modernist akımlar kadar tahakkümcüdür ancak farklı olarak daha kuşatıcıdır ve daha dönüştürücüdür. Dolayısıyla Müslümanları da dönüştürücü etkisi bekliyor. Müslümanlar liberalleşiyorlar, kapitalistleşiyorlar, tüketim kültürünün nesnesi haline geliyorlar, İslam'ın tebliğ, davet ve cemaat anlayışlarından uzaklaşıyorlar, her şeye daha liberal bağlamda bakıyorlar, bu ise en temel referanslarımızı kaybetmemiz anlamına geliyor, en büyük tehlike bence burası.
Riyaroni:Altan Tan Diyarbakır'da sosyolojik olarak üç kesimin varlığından söz etti, birincisi 'etnik aidiyetlere duyarlı, ikincisi 'cemaat aidiyetleri gelişmiş' ve üçüncü olarak da lümpenleşen bir kesimden söz etti. Siz Diyarbakır'ın sosyolojik değişimine nasıl bakıyorsunuz?
S. B. YILMAZ: Bu yalnız Diyarbakır değil Türkiye'nin de manzarası. Yani diğer yerlerde de çok farklı bir şey yok, ama dozajları değişiyor. Mesela daha cemaatçi olan yapılar İzmir'de az revaç bulurken Diyarbakır'da daha çok revaç buluyor. Çünkü zemin buna daha müsait.
Ben tüm Türkiye'de, Kürdistan'da, Diyarbakır'da İslami kesim için en büyük tehlikenin milliyetçilik ve liberalizm olduğunu düşünüyorum. Tabi milliyetçilik Kürdistan'da Kürd milliyetçiliğine dönüşüyor. Ben Kürd milliyetçiliğiyle Türk milliyetçiliğini ayırıyorum. Türk milliyetçiliği daha kafatasçı, inkârcı, ötekileştirici bir milliyetçilik iken, Kürd milliyetçiliği bu özelliğe sahip değil, ancak o da ulusçu, ulusçuluğun ortak değerlerini taşıyan bir milliyetçilik, dolayısıyla bunun İslami varyasyonlarını da, laik varyasyonlarını da oldukça tehlikeli buluyorum. Müslümanlar arasında da bunun giderek yaygınlaştığını görüyoruz. Kürd kimliğinin geç farkındalık psikolojisiyle doğal olanın ötesinde seküler bir olgu olarak ulusal bilinç düzeyinde sahiplenilmesi, kavim merkezli düşüncelerin öne çıkmasına, bundan hareketle ümmet, kardeşlik ve adalet fikrine mesafeli durulmasına, yani Kürd sorununun İslami kavramlarla tanımlanması ve referanslandırılması konusunda oldukça keyifsiz olunmasına ve bundan kaçılmasına yol açıyor.
Bu bizim ilkesizleşmemize, suratsızlaşmamıza, kendi özelliklerimizi kaybetmemize neden olur. Yani eğer bunlar yoksa bizim Müslümanlığımızın da bir anlamı yok, pireye kızıp yorganımızı yakmamalıyız. Bir takım insanların bu kavramlarımızı istismar etmesinden hareketle bu kavramları zihin dünyamızdan, söylemsel dünyamızdan çıkarmamalıyız, bilakis bunların içini doldurmalı ve bunların şahitliğini yapmalıyız. Bu anlamda temel problemlerden biri milliyetçilik eğilimidir.
İkinci tehlike ise liberal eğilim. Aynı şekilde Müslümanları bekleyen önemli bir tehlike olarak görüyorum. Her iki tehlikenin de Kürdistan'da yarın düşümüzün kabusu olacağını düşünüyorum. dolayısıyla Müslümanların bu iki seküler ideolojinin taşıyıcısı ve toplumsallaştırıcısı olmaması gerekiyor. Yarının Kürdistan'ını bugünden görmeye çalıştığımda Müslümanların yarının Kürdistan'ının inşasında çok etkili olamadıklarını, dolayısıyla yarının Kürdistan'ında çok da yerlerinin olmayacağını hissediyorum. Büyük bir kaygı olarak bunu içimde taşıyorum, bunu görmemiz lazım.
Eğer var olma şansımız varsa bunun ancak kendi bağımsız İslami kimlik ve söylemimizi tahkim ederek ve şahitliğimizi bu doğrultuda yaparak mümkün olacağını, batıl ve batılı ideolojilere eklemlenerek yarını kuramayacağımızı bilmemiz gerekiyor.
(riyaroni.com)
HABERE YORUM KAT