1. HABERLER

  2. RÖPORTAJ

  3. Bülent Yıldırım, Mavi Marmara'yı Star'a Anlattı
Bülent Yıldırım, Mavi Marmarayı Stara Anlattı

Bülent Yıldırım, Mavi Marmara'yı Star'a Anlattı

İHH Başkanı Bülent Yıldırım, Mavi Marmara saldırısının ikinci yılında Star’dan Fadime Özkan’a konuştu.

04 Haziran 2012 Pazartesi 10:48A+A-

Yıldırım: İsrailli askerlerin yazışmaları, itiraf mektupları savcıya ulaştı, öldürme kastı ortaya çıktı. Askerlerden biri “Elbette gemidekilerin kafasına sıkacaktık” diyor mesela “çünkü çoğunun üzerinde çelik yelek vardı”.

"Mavi Marmara Davası İsrail’i ‘Çıplak’ Bırakacak"

Mavi Marmara gemisi dâhil 9 geminin İHH’nın başkanlığında çok uluslu bir organizasyonla “Rotamız Filistin Yükümüz İnsani Yardım” kampanyası kapsamında Gazze’ye doğru uluslararası sularda yol alırken İsrail’in saldırısına uğramasının ve 9 Türk vatandaşının şehit olmasının üzerinden iki yıl geçti. İki ülke arasındaki ilişkiler koptu ancak durum değişmedi. İsrail, hayatını kaybedenlerden özür dilemedi, tazminat ödemedi ve Gazze’deki ambargoyu kaldırmadı. Mavi Marmara olayının ikinci yılında İHH, geniş katılımlı bir “şehitleri anma ve Kudüs’ü hatırlama” programı düzenlerken çok önemli bir gelişme daha oldu.

İstanbul 7. Ağır Ceza Mahkemesi,olayın meydana geldiği 30 Mayıs 2010 tarihinde İsrail Genelkurmay Başkanı olan Gabiel Ashkenazi, Deniz Kuvvetleri Komutanı Alfred Marom, Hava Kuvvetleri Komutanı Avishay Levi ve İstihbarat Başkanı Amos Yadlin’in sanık olarak yer aldığı iddianameyi kabul etti. Sanıkların 9 kişinin hayatını kaybettiği saldırı nedeniyle “canavarca hisle veya eziyet çektirerek öldürme suçuna azmettirmek”ten 9 kez ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırılması istenen iddianamede, 2 yıldır komada olan mağdur Uğur Süleyman Söylemez'e yönelik işlenen suçun da kasten adam öldürmeye teşebbüs olduğu vurgulanıyor.

Olayın ikinci yıl dönümü nedeniyle İHH Başkanı Bülent Yıldırım ile buluştuk ve İsrail’de ve Amerika’da en az Türkiye kadar yakından takip edilen davayı konuştuk. Türk gazeteciler Adem Özköse ve Hamit Coşkun’un kurtarılması sürecinde etkin görev alan Yıldırım, bu sürece ve Suriye’deki gelişmelere dair sorularımı da yanıtladı. İHH’nın bu yıl 5.’sini düzenlediği Yetimler Buluşması ile geçen yılların büyük “katarak ameliyatı seferberliği” de sorularım arasındaydı.

FADİME ÖZKAN / STAR

bulent-yildirim_fadime-ozkan_roportaj.jpg

Gazze’ye insani yardım götüren Mavi Marmara gemisinin Akdeniz’de, açık denizde İsrail’in saldırısına uğramasının ve dokuz Türk aktivistin şehit olmasının üzerinden iki yıl geçti. Siz İHH olarak bir anma programı düzenlediniz. Öte yandan saldırıda sorumluluğu bulunan İsrail Genelkurmay Başkanı, Deniz Kuvvetleri Komutanı, Hava Kuvvetleri İstihbarat Sorumlusu ve İsrail İstihbarat Başkanı hakkında açılan dava, İstanbul 7. Ağır Ceza Mahkemesi'nce kabul edildi. Ne bekliyorsunuz davadan?

İsrail, uluslararası karasularda çokuluslu bir organizasyonla Gazze’ye insani yardım götüren gemimize saldırdı ve dokuz kardeşimizi şehit etti. Bu bizim haklı davamız ve bundan asla vazgeçmeyeceğiz. İsrail’in hain saldırısında hayatını kaybeden kardeşlerimizin kanı yerde kalmayacak. Bu davayı dünya takip ediyor. Türkiye’nin talepleri belli. İsrail, şehitlerimizin yakınlarından özür dileyecek, tazminat ödeyecek ve Gazze'deki ambargoyu kaldıracak.

“TABİ Kİ KAFALARINA SIKACAKTIK…”

Savcı iddianamesinde “meşru müdafaa” kavramı üzerinde özellikle duruyor.

O gemide sadece aktivistler ve insani yardım malzemeleri vardı ve şehitlerimize yakın mesafeden ateş açıldı. Bununla ilgili ilginç gelişmeler oluyor. İsrailli askerlerin itiraf mektupları var mesela.

Mektuplarda ne var? 

 “Biz 6 kişilik ölüm timi idik” diyor biri. “Elbette gemidekilerin kafalarına sıkacaktık çünkü çoğunun üzerinde çelik yelekler vardı”. İfadeleri böyle. Şuan sadece 4 üst düzey komutana dava açıldı ama Mavi Marmara’ya gelen, o haksız saldırıda bulunan herkes tespit edilecek. Dünyanın her tarafından ihbar mektupları geliyor bize, İsrail dahil. Askerlerin kendi aralarındaki yazışmaları içeriyor. Bunlar aslında her tarafta konuşuldu, İsrail sosyal medyasında gündeme geldi. Türkiye’nin ilgili makamlarının bu olayı şimdiye dek araştırmaması da ilginç. İbranice bilen iki kişi bu işle uğraşsaydı bütün belgeler, bilgiler toplanırdı. Türkiye’nin dava açabileceğini düşündükten sonra bunları örtbas etmeye çalıştılar. Ama kayıtların bir kısmı Amerika’daki, bir kısmı Avrupa’daki, bir kısmı da Türkiye’deki aktivistlerce toparlanıyor.

Size mi ulaştırılıyor bu yazışmalar?

Bize ya da savcılığa direkt ulaştırılıyor, herkes bir şeyler yapmaya çalışıyor. Ve sonuçta burada kasıtlı adam öldürme, kasıtlı yaralama, özgürlüğü kısıtlama ve hırsızlık var. Adamlar telefon bile çaldılar, gemiden, tutuklulardan. Sonuçta bu dava açıldı. Ben iyi sonuçlanacağına inanıyorum. Şuan İsrail panik halinde çünkü kendi askerleri ile ilgili ilk defa böyle bir dava açıldı. Bu iş çatladı artık. Kralın çıplak olduğunu herkes gördü. Artık Gazze’de çocuk öldürenler de yargılanacak, Filistin’li halkın üzerine ateş eden askerler de. Bu yol açıldı artık.

İSRAİL YALNIZLAŞTI

Türkiye’deki bir mahkemede bu davanın açılmış olmasının İsrail’e nasıl bir yaptırımı olabilir?

Öncelikle İsrail için Türkiye vazgeçilmez bir zemin idi. Ayrıca İsrail halkı Türkiye’yi ve buradaki imkanları çok seviyor. İsrailliler gezmeyi seven bir halk. Türkiye onlar için güvenlikli ve de ucuz bir bölgeydi. Ama şimdi Türkiye’yi kaybettiler. Halkın büyük baskısı var yönetim üzerinde. Ayrıca stratejik açıdan bir ittifak vardı Türkiye– İsrail arasında. Bu ittifak askeri, ekonomik, siyasi her alandaydı. Hepsi kayboldu. Mısır da kayboldu. İsrail yalnızlaştı. Bu davanın açılmasıyla birlikte İsrail, kalelerini kaybettiğinin farkına varıyor. Yalnızlaşan İsrail’in bölgede çok fazla zulüm yapması mümkün değil. Panik ve korku yaşayacak, iç muhalefeti artacak. Ayrıca Türkiye’deki Yahudi vatandaşlarla İsrail vatandaşları arasında sıkı ilişkiler vardır. Bu ilişkiler tekrar gözden geçirilecek. Çünkü İsrail’in en zenginleri, Türkiye’de yaşayan, Türk vatandaşı olan Yahudilerdir. Sermayenin çoğu buradan gider. İlişkiler bozulunca sermaye sahibi iyi niyetli Yahudiler de İsrail’e mesafeli olacak. Böylece İsrail ekonomik alanda da birçok zarara uğramış olacak ve bölgede yalnızlaşan İsrail bakalım ne yapacak?

AMERİKA’NIN TUTUMU İĞRENÇ

İsrail’e her olayda ve her zaman arka çıkan Amerika’dır. Amerika’nın tutumuna ne diyorsunuz?

Amerika halkının büyük kısmıyla, yönetimi ayırmak lazım. Halkın büyük kısmı Siyonizm’in kendilerini sömürmesini kabul etmiyor. Fakat ses çıkartamıyorlar. Amerika seçimlerini bile Yahudi lobileri belirliyor. Ve tehdit de ediyorlar; Türkiye–İsrail ilişkilerinde yanımızda yer almazsanız gelecek seçimlerde şu maddi yardımda bulunmayacağız, diye. Yani, tabir yerindeyse Amerika’yı yönetenlere diyorlar ki; sizin hükmünüz yok, biz sizi paramızla istediğimiz gibi satın alırız. Amerika’nın siyasi tavrı gerçekten iğrenç, parayla satın alınmış olduğu için. Mavi Marmara’dan sonra Amerika tarafından birçok tehditler geldi, Kongre’de konuşuldu, imzalar toplandı. Ama herkese söylüyorum; isteyen imza toplasın, isteyen bizi masaya yatırsın, ne olursa olsun, biz haklıyız, bu davanın peşinden gideceğiz. Nasıl Yahudiler Nazileri takip etti, soykırımdan dolayı yargıladıysa, Mavi Marmara’daki olaydan ve Filistin’deki soykırımdan dolayı bizler de suçluların hepsini takip edeceğiz. Öncelikle Türk makamlarında yargılatacağız, sonra uluslar arası ceza mahkemelerinde. Bu emri verenler ve Mavi Marmara’ya inenler dünyanın hiçbir yerine rahat gidemeyecekler, Filistin’e uyguladıkları ambargo kendilerine uygulanacak, tutuklama kararları çıkacak ve İsrail’e hapsolacaklar.

MAVİ MARMARA TÜRKİYE TOPRAĞI

Politikasını yumuşatması konusunda Amerika başta olmak üzere tavsiyeler almasına, bu nedenle siyaseten bazı sıkıntılar yaşamasına rağmen Türkiye’nin Mavi Marmara dolayısıyla İsrail’e karşı tutumu net. Özür, tazminat ve ambargonun kaldırılması şartlarından geri atmıyor. İlişkiler kopmuş durumda. Hükümetin politikasını nasıl buluyorsunuz?

Çok doğru buluyorum. Kendi vatandaşlarını koruyor. Türkiye kendi vatandaşlarının değerli olduğunu dünyaya gösterdi. Türkiye’nin eli güçlü çünkü biz haklıydık, açık denizdeydik. Bizim gemimize saldırıldı. Aslında bizim toprağımıza saldırdı İsrail. O gemi bizim toprağımızdı. Akdeniz, açık deniz. Ve Türkiye halkı da aktivistlerin Filistin’in yanında yer aldı.

Türkiye büyük “bedel” ödedi, diyenler az değil. 

Ben bu konuda farklı düşünüyorum. Türkiye hiçbir bedel ödemedi. Türkiye özgürleşti. Türkiye bağımsız hareket etmeyi kabullendi ve öğrendi. Silah sanayinde bağımsızlaşma kararını verdi. Uluslararası arenada Türkiye’nin sözü daha etkin hale geldi. Ortadoğu ve bütün İslam dünyasında Türkiye kahraman oldu. Yeryüzünde Türkiye’nin bayrağı özgürlüğün sembolü oldu. Turizm arttı, ekonomi güçlendi. İtibarımız arttı ve bütün halklar tarafından tanındık. Türkiye hangi bedelleri ödedi? Dokuz şehit Türkiye’yi zirveye taşıdı. O nedenle biz bunu bedel değil tamamen kazanım olarak görüyoruz.

BİZİ ELEŞTİRENLER GEMİDE OLSAYDI…

Mavi Marmara olayıyla ilgili olarak, çocukların gemide bulunmasından, İsrail askerleri gemiye inerken sivil silahsız insanların güverteye çıkmasına izin vermekten başlayan bir “mağdurun da sorumluluğu yok mu” tartışması olmuştu geçen sene, malumunuz. Cevabınız ne bu sorgulamaya?

Bu arkadaşlar saldırı halinde orada olmadığı için, olaylara siyah – beyaz bakıyorlar. Onun için onları suçlamıyorum. Bence o gemide olsalardı, onları biz tutardık. Aman çok aşırı gitmeyin diye. Çünkü o gemide habersiz, uyarı yapmadan bir saldırı oldu. İnsanlar da kendini savunmak zorunda kaldı. Tam 7 saat dünyaya biz canlı yayında çağrıda bulunduk, “Bize saldıracaklar, dünya harekete geçsin” diye. Kimse harekete geçmedi. Aslında bence bütün dünya kendini sorgulamalı.

Çağrınıza neden karşılık verilmedi sizce? Sonuçta bu uluslararası bir gemiydi ve bütün devletlerin haberi vardı.

Kimse İsrail’in bu kadar geri zekalı olabileceğini düşünmedi. Bu çok büyük bir geri zekalılık. İsrail yönetimi kendi halkına çok büyük zarar verdi. Düşünebiliyor musunuz? 1950’den beri milyarlarca dolar harcadılar Hollywood’da filmler yapıp bütün dünyaya pazarladılar, hep kendilerini haklı gösterdiler.

Soykırımdan bahsediyorsunuz…

Soykırımdan, şundan, bundan. Hep İsrail kendini masum gösterdi. Filistinlileri öldürdü, Filistinliler zalim oldu, bunlar masum oldu. Dünya bunu böyle biliyordu. Sonra birkaç tane geri zekalı emir verdi. Akdeniz’de bir katliam yaptırdı. Canlı yayında bütün dünya seyretti. Aslında adamların bütün iletişim politikası çöpe atıldı.

İSRAİL’İN TUTUMUNDAN MEMNUNUZ

İsrail’in tutumu aynı, Mavi Marmara ile ilgili geri adım atmadı. Türkiye de öyle. Öte yandan bu coğrafya Arap Baharının yaşandığı coğrafya ve İsrail de o rüzgârlara maruz kalıyor. Ne bekliyorsunuz?

Burada şanslı olan Türkiye çünkü Arap Baharıyla Türkiye’nin dostlarının sayısı artıyor ve İsrail’in etrafı çevreleniyor. İsrail buna karşı çevre ittifakı politikası geliştiriyor. Yunanistan’la, Güney Kıbrıs’la, Azerbaycan’la ittifaklar kuruyor. Burada da kaybedecek. Çünkü Yunanistan ve Güney Kıbrıs yani Ortadoğu havzasında bunlarla Yahudiler arasında dostluk hiçbir zaman -tarih boyunca da- olmamıştır. Bilinçaltında böyledir. İkincisi Azerbaycan sonuçta Müslüman bir ülkedir. Bu ittifak uzun sürmez. O nedenle kaybedecek olan İsrail’dir. Doğrusu biz İsrail’in siyasi tavrını bu şekilde, geri adım atmadan devam etmesinden de memnunuz.

Türkiye’nin tüm politikası İsrail’in geri atması ve lisani diplomasi ile nedamet getirmesiyken siz ne diye memnunsunuz geri adım atmamasından?

Çünkü İsrail’de biri çıkıp -var mı bilmiyorum- diyebilir ki “Ya aslında yargı sürecine başlasak, suçluların birkaçını cezaevine koysak, sonra Türkiye’ye desek ki, tamam biz Mavi Marmara’da hata yaptık, gelin bakın, sorumlulara ceza verdik. Barışalım” dese Türkiye’den birçok çevre buna balıklama atlayacaktır. İsrail de Türkiye’yle ilişki kurduktan sonra bölgede tekrar güçlenecek ve tekrar Filistinlilere zalimlik yapacaktır. O nedenle siyasi tavrının bu şekilde devam etmesi, gemideki bütün aktivistlerin işine geliyor. Bu arada Türkiye bağımsızlaşıyor, özgürleşiyor. Yani istediğimiz Türkiye’ye doğru adım adım ulaşıyoruz.

Bunun tam tersini savunanlar da var. Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun “sıfır sorun” politikası iflas etti, “oyun kurucu Türkiye” modeli işlemedi bilakis… diyenler az değil...

Bu çok yanlış bir yorum çünkü Ahmet Hoca “dış politikada ve iç politikada doğruların üzerinden anlaşabiliriz” dedi, elinden geleni yaptı, Suriye’de, Mısır’da, Irak’ta, diğerlerinde. Ama sıfır sorun politikası bitmiş değil. Bunun için seni anlayacak bir yönetime ihtiyaç var. Şuanda o yönetimler oluşuyor. Oluştuktan sonra sıfır politika kaldığı yerden devam edecek. Hepimizin istediği sıfır problemdir, biz kimseyle takışmak istemeyiz. Ama sonuçta bölgede zulüm varsa “benle takışma, git çocukları ve kadınları öldür” demek de vicdan eksenli politika yürüten, insanlara, dünyaya ve Allah’a karşı sorumluluğunu bilen yöneticiler için doğru olmasa gerek.

MAVİ MARMARA KARADA YÜRÜYOR

Peki. Mavi Marmara olayının ikinci yıldönümü ve siz de olayın “baş aktörü”sünüz. İHH ve Bülent Yıldırım olarak nasıl bir sorumluluk hissediyor, ne yapmaya çalışıyorsunuz? 

Öncelikle şunu söyleyeyim, hiçbir şey bedelsiz olmaz. Biz oraya insani amaçlarla yola çıktık. Ve bir zalim bize saldırdı. Evimize giren hırsız bizi öldürdüğünde “sen bu evde niye yaşıyorsun” diye suçlanırsan bu kabul edilir bir şey olmaz. Ben bu evde yaşamak zorundayım. Ben Akdeniz’e çıkabilirim. Çünkü ben Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım. Uluslararası haklarım var, kendi ülkemin bana vermiş olduğu haklar var. Yani bunlar haksız yere bize saldırdı. Herhangi bir pişmanlık hissediyor musunuz sorularına bizim cevabımız “hayır, asla”dır. Ayrıca Mavi Marmara şuanda karada yürüyor zaten. Mavi Marmara’nın çakmış olduğu bu özgürlük ateşi dünyanın her tarafında yankı buldu, insanlar özgürlük için ayağa kalktı, “bizim de aklımız var, biz de insanız, biz de yapabiliriz, kimsenin kölesi olmak zorunda değiliz” diyorlar. Ama bir gün tekrar Mavi Marmara denize inecek, işte o zaman insanlar Gazze’yi, Kudüs’ü düşünecek. Özür, tazminat ve ambargoyu kaldırmamak için inat eden İsrail zaman geçtikçe başka bir hedefle karşılaşmış olacak çünkü bunları yapmış olsaydı kendini kurtaracaktı. Ama şimdi Mavi Marmara’nın önü kuyruk. Şu an Mescid-i Aksa’yı yıkmaya çalışıyor, altını oyuyorlar. Mescid-i Aksa yıkıldığında ne olacak? Onun için Müslümanlara, Hıristiyanlara ve Yahudilere yönelik kutsal olan Kudüs’ün kan ve gözyaşından başka bir şey getirmeyen bu Siyonistlerin elinde kalmaması gerekiyor. O nedenle bundan sonra Mavi Marmara Kudüs’e yönelmiş durumdadır. Hep beraber onu da göreceğiz.

TÜRKİYELİ YAHUDİLER DE SESİNİ ÇIKARMALI

Biliyorsunuz bu sene Erovizyon Şarkı Yarışması’nda Türkiye’yi Yahudi bir Türkiye vatandaşı, Can Bonomo temsil etti ve aslında hiç de fena olmayan bir sonuçla döndü ülkesine Bonomo, 7. oldu. Fakat İsrail sıfır çekti Türkiye’ye, haliyle Can Bonomo’ya. Yorumunuzu merak ediyorum?

Erovizyonun mantığını anlamadığım için çok takip etmedim ama bu iyi bir şey. Türkiye’de yaşayan Yahudiler Siyonist devletlerinin gerektiğinde kendilerini nasıl yalnız bırakacağını görsün. Türkiye’de bu toplum Yahudilere hiçbir zaman ayrımcılık yapmadı, tarih boyunca hep sahip çıktı, beraber oldu. Biz zulme karşıyız, kişinin dinine, örfüne karşı değiliz. O nedenle Türkiye’deki Yahudi vatandaşlardan bizim bazı isteklerimiz olacak. Hep “Size de öyle bir şey yapılmış olsaydı biz o gemileri yine kaldırırdık” dedik diyoruz. Onun için bize bu katliam yapıldığı zaman biz de sizin sesinizi daha fazla duymak istiyoruz, diyoruz.

Türkiye Yahudilerinden destek alıyor musunuz?

Çok cüzi. İsrail’den korkuyorlar ama perde gerisinden destek var. İsrail herkesi, özellikle Yahudi vatandaşları korkutmuş. Türkiye’deki Yahudi halkla İsrail halkının arasında ticari ilişkiler çok yoğun. Ama korkmayıp ses çıkaranlar da var.

ADEM VE HAMİT’İ İRANLILARDAN İSTEDİK

Suriye’ye geçelim. Türkiyeli gazeteciler Adem ile Hamit’ten haber alınamadığı o zorlu iki ay boyunca Dışişleri’nin de Ahmet Davutoğlu’nun da ilgisi, çabası hiç eksilmedi ama son perdede sahneye çıkan ve özgürlüğe adım atılırken çekilen fotoğraf karesine giren sizdiniz. Anladık ki süreci yöneten, gazetecileri teslim alan sizdiniz. Anlatır mısınız sizin oradaki rolünüz neydi, nasıl bir süreç yaşandı ne oldu?

Biz 20 yıldır bu tür çalışmalar yapıyoruz zaten. İnsani yardım çalışmalarımızın yanında insani diplomasi çalışmaları da yapıyoruz. Bosna’da Sırplar, Hırvatlar tarafından esir edilen birçok Türk vatandaşının bırakılmasıyla biz ilgilendik. Çeçenistan, Afganistan ve Libya’da birçok Türk vatandaşın çıkarılmasına vesile olduk. Adem ve Hamit olayı çok medyatik olduğu için dikkat çekti. Bizi çok iyi tanımayanlar ilk defa böyle bir şey gerçekleştirdik zannetti. Biz “insani diplomasi” kavramını denemiştik. Süreç şöyle oldu: Suriye’de bulunan ve Hz. Zeynep’i ziyaret ederken muhalifler tarafından yakalanan İranlılar vardı ve bunların bırakılması için bize başvurmuşlardı Suriyeli muhalifler. Demişlerdi ki “Bunlar sivil halk ama nasıl bırakacağımızı çok iyi bilmiyoruz”. Bu süreci takip ederken Adem ve Hamit olayı gerçekleşti. Biz de İranlı yetkililerle irtibat kurarak “Suriyeli muhaliflerin elinde İranlı vatandaşlar var, bunları bıraktırmak istiyoruz” dedik. Bıraktırdık. Adem ve Hamit ile ilgili de kendilerine ricada bulunduk ve “Sizin Suriye rejimiyle iyi olduğunuzu biliyoruz. Bu konuda bize yardımcı olmanızdan memnun oluruz”. Bu süreç, insani diplomasisi tam iki ay sürdü. Adem ve Hamit’in yerini sadece İranlılar değil biz de araştırdık. Biz de muhaliflerin olduğu ve olmadığı bütün bölgeleri bildiğimiz için ayrıca her yeri aradık Suriye’de.

HER TARAFI KARIŞ KARIŞ ARADIK

Biz derken kaç kişiden ve nasıl bir yapıdan bahsediyorsunuz?

İHH adına kaç kişi dememiz mümkün değil. Çünkü her bölgede irtibatta olduğumuz insanlar var. Biliyorsunuz biz uluslararası bir teşkilatız. Bizde sadece Türkiye vatandaşlığı yok. Suriye’nin, Somali’nin her bölgesinde, Pakistan’ın dünyanın her yerinde yaşayan gönüllülerimiz var. Mesela Pakistan’da bir deprem oluyor, birdenbire İHH elbiselerini giyen 5-6 milyon insan çıkıyor ortaya. Orada nüfus fazla olduğu için bu rakamları çok görmemek lazım. Suriye’de de aynı şekilde. Çok yoğun bir gönüllü kitlemiz var ve 20 yıldır zaten beraberiz. Bunlar her tarafı araştırdı. Bir kriz masası kurduk. Köylülerle de görüştükten sonra Hamit ile Adem’in kaçırılıp alıkonulduğu, daha sonra Suriye istihbaratına teslim edildiği bölgenin izini sürdük ve Şam’a, istihbarat merkezine getirildiklerini öğrendik. İranlılar da devreye girerek görüşmeleri sağladı. Sağ olsunlar İranlılar ellerinden gelen gayreti sarf ettiler, vefalı davrandılar. İran’daki diplomasiyle İranlılar uğraştı hep. Biz ricada bulunduk, isteselerdi yapmayabilirlerdi. Bazıları takas diyor ama takas değil.

TIRLARLA İLGİLİ BİR TANIKLIĞIMIZ YOK

Bu “takas”a balistik füze yapımında kullanılan maddeleri taşıdığı için sınırda yakalanan 4 tır da dahil deniyor. O devirde var mıydı tırlar da?

Bunu ben de okudum ama bir tarafta iki insan, iki gazeteci var. Karşılığında böyle bir şey mümkün değil. Devletlerarasında başka şeyler geçmiş de olabilir ama bu süreci biz kendimiz yönettik ve böyle bir şeye tanıklık etmedik. Böyle bir şey olduğunu da düşünmüyorum. Sonuçta hiç bir devlet kendi vatandaşı için bu kadar bedel ödemez bu yoksa olumsuz bir örnek olur. Türkiye devletini küçümsetmek için söylenen bir şey olduğunu düşünüyorum.

KANLARI AKARSA HZ. OSMAN’IN GÖMLEĞİ OLURLAR 

İki Türk gazetecinin elinde olmasını Suriye yönetimi Türkiye’ye karşı nasıl “kullandı” sizce?

Adem ve Hamit Cumhurbaşkanı, Başbakan, Dışişleri Bakanı tarafından isim olarak sahiplenilince “bunlar çok önemli isimler, acaba karşılığında Türkiye ile ilişkileri tekrar düzeltebilir miyiz” dediler. Son haftaya kadar elimizde değiller diye açıklamada bulundular, Adem ve Hamit’i ajanlıkla suçladılar. Ben onlara “Bu çok komik bir iddia. Çekimler hem muhalefetin hem rejimin askerlerinin olduğu yerlerde çekilmiş. Gazetecilik görevi budur zaten. Gazeteci bölgeye girer, gördüğü her şeyi çeker, hatta bazen çektiği şeyin önemli olduğunu daha sonra fark eder, gazeteci budur. Türkiye’de hükümetle çatışıyorsunuz, halk nezdinde de zaten kaybettiniz. Eğer Adem ile Hamit’e bir şey olursa, kanları dökülürse bölgede Hz. Osman’ın kanlı gömleği olurlar. Zaten imajınız şu anda gazetecileri tutuklayan, ortadan kaybeden bir iktidar imajı” dedim. Onlar da bunu anlayışla karşıladılar. İki aylık bir süreç bu, çok diplomatik çalışmalar, konuşmalar yaptık. Bunların hepsinin de notlarını aldık, kitaplaştıracağız. Öyle milletin komplo teorileri ürettiği gibi değil, çok basit, çok insanı bir çalışma yaptık, hepsi de kayıt altında. 20 yıllık bir tecrübelerimiz, dünyanın bir çok bölgesine ulaşma imkânımız var ve daha önce buna benzer şeyler de yaptık zaten.

BİLSEYDİM DE “GİTMEYİN” DEMEZDİM

Suriye’de işlerin kötü gittiği biliniyorken Adem ve Hamit’in oraya gitmesi de, hele Hamit’in yaşının küçük olması da ayrıca tartışıldı. Nasıl ve neden gittikleri sorgulandı, ben bu kısma girmeyeceğim ama şunu soracağım: Adem ile Hamit gitmeden önce onlarla bir irtibatınız var mıydı?

Ben bu iki arkadaşı bir çok bölgeden tanırım, bence Adem ve Hamit yine olsa yine giderler. Ama gitmeden önce benim haberim yoktu. Keşke haberim olsaydı, ben onlara “gitmeyin” demezdim ama “gidiş yolunuza yardımcı olalım”  derdim. Çünkü biz insani yardım götürüyoruz oraya, bağlantılarımız var, Türkiye’de birçok gazeteciyi de Çeçenistan’a, Afganistan’a benzer şekilde biz götürmüşüzdür. Güzel güzel görevlerini yaptılar, sağ salim döndüler. Şimdi o gazetecileri güvenli kanallardan götürdük diye suç mu işledik? Türkiye’de bu tip gazetecilerin sayısı da azdır.

Sizin devreye girmiş olmanız bir sonuç mu, bir siyaset mi? Gazetecileri bir yere götürmek sizin açınızdan yönlendirme gayreti de içerir mi mesela yahut “iliştirilmiş gazeteci” pozisyonu da üretir mi o gazeteciler açısından?

Bizim üç ayrı görevimiz var, insan hak ve hürriyetleri, insani diplomasi ve insani yardım. Bir bölgede temel hak ve özgürlükler çiğneniyorsa, sıkıntı varsa gelip size, Fadime Hanım bu konuyu kamuoyuna duyurmak istiyoruz, sizin kaleminiz çok faydalı olacaktır, bizimle gelip olayları yerinde görür müsünüz, diye size teklifte bulunabiliriz, bu yanlış anlaşılacak bir şey değil. Biz bunu dönem dönem yaptık. Mesela Bosna’daki hak ihlallerine dört gazeteciyi davet ettik, Irak’ta yine yapacağız çünkü sadece insani yardımı götürmek bizim için yeterli değil. Mesela ABD’li askerler Irak’ın bir bölgesinde 13-14 yaşında kız çocuklarını taciz edip kirlettiler. Bunu kamuoyuna ilk biz yansıttık ve insanlar abartıyorsunuz, dediler. Daha sonra olay ortaya çıktı. Bir gazeteciyi şahit kılmanın, objektif şekilde haber yapmanın kötü olan yönü var mı?

İNKAR EDEN KATLİAMA ORTAK OLUR

Suriye’de gidişat hiç parlak değil ama herkesçe malum. Annan Planı işlemedi, katliamlar devam ediyor, çocuklar feci şekilde öldürülüyor. Suriye Dışişleri, çocukları ben değil muhalifler öldürdü, çocukların kesici aletlerle öldürülmesi bunun bir kanıtı çünkü bölgede benim sadece bir tane tankım var oda savunma amaçlı, diyor. Suriye’yi iyi bilen biri olarak siz ne diyorsunuz?

Dünyanın en büyük tiyatrosu oynanıyor Suriye’de. Var olanı inkâr etme kapasitesinin bu kadar yoğun olacağına, insanların da buna inanacağını hiç düşünmemiştim. Bütün dünya biliyor ki Suriye’de her taraf tank, asker, muhaberat. Hula’da eylemci insanların çocukları öldürüldü. Bunun inkârı mümkün değil, inkâr eden katliama ortak olur. Bosna’daki Filistin’deki katliama duyarlı olduğumuz kadar dürüst değiliz burada. Şuan orada İsrail’den daha kötü zulüm yapılıyor, daha çok insan öldürülüyor. Nerede bu Türkiye halkı? Çünkü kafaları karışık, çünkü Suriye’de ABD oyunu var diye düşünüyor. Bırakın oyunu bir kenara, oradaki çocukları ABD’liler mi öldürüyor İsrailliler mi Esat yönetimi mi? Hem ABD’nin İsrail’in aklı bölgeyi karıştırırken senin aklın nerede? Türkiye ve bölge ülkeleri bir araya gelsin ve bu işi çözsün. Bu coğrafya bizim coğrafyamız, aynı dili konuşuyoruz, aynı tarihe sahibiz, aynı dine mensubuz. Suriye’deki 20 milyon kafasız hiç bir şey anlamıyor, buradaki üç beş tane elinde kalem olan köşe yazarı çok akıllı.  Masalarının başında oturup yazıyorlar, biz akıllıyız Suriyeliler akılsız, bunlar Amerika’nın uşağı. Türkiye halkının bu katliamlara sessiz kalmasını sağlayacak şekilde yazıyor konuşuyorlar ve bence bu katilliğe de ortak oluyorlar.

BAZI ŞEYLER ESED’E RAĞMEN OLABİLİR

Türkiye hükümeti devleti, Esed yönetimine başından itibaren halkının demokratik taleplerine cevap vermesi yönünde tavsiyede bulundu. Esed ise halkına çok sert karşılık verdiği için şiddet giderek yükseldi. Muhalefet de bu esnada örgütlendi, silahlandı. Suriye konusunda özellikle de muhaliflere yaklaşım konusunda Türkiye’de de görüşler farklılaştı. Her iki taraftan da bakanlar nerede hata ediyor sizce?

İki tarafta da hem hatalar var haklılık payları. Muhaliflerin hatalı olduğunu söyleyenler ABD’nin oyunundan bahsediyor ama asıl bu oyuna gelmemek lazım. Biz Esed rejiminin ya da ABD’nin yanında olmak zorunda değiliz, üçüncü bir yol mutlaka vardır. Muhaliflerin yanında olanlar da muhaliflerin tüm yaptıklarını hoş görebilirler. Muhaliflerin hatası ne diye baktığımda bulduğum azdır. Bir iki tane ABD yanlısı, İsrail sevdalısı olsa bile bunların tabanda bir ağırlığı yok ki. Biz şunu soyluyoruz: Evet ortada bir zulüm vardır hatta Esed’e rağmen, o istemese de vardır. Esed kendi etrafını aşacak durumda değil. Esed’in etrafındakiler, Muhaberat ABD ile İsrail ile irtibatlıdır. Buranın meselesini yakın coğrafyadaki ülkeler çözmek zorunda, yoksa bu rejim büyük katliamlar yapacak, bu katliamların vebalini bu ülkeler taşır -ki burada en masum siyaseti kendi çıkarlarını bir tarafa koyarak Türkiye yapıyor.

ULUDERE’NİN SORUMLULARI CEZALANDIRILMALI

Uludere hakkında ne düşünüyorsunuz?

Ben hata ve tuzak diyorum. Sorumlular yargılanmalı, cezalandırılmalı. Orada kaçakçı da olsa hiçbir kaçakçıyı öldürme hakkına sahip değil hiçbir devlet. Güneydoğu halkıyla diğer bölgelerin arasını açacak bir adaletsizlik var orada, umarım bir an önce giderilir. Hata da olsa bu katliamı yapanlar mutlaka cezalandırılmalı. 

26 BİN YETİME BAKIYORUZ

Geçen hafta sonu beşinci kez “yetimler buluşması” yaptınız. Bu başlık altında tam olarak ne yapıyorsunuz?

Dünya’da 200 milyona yakın yetim var. Bir yetim ülkesi kursak dünyanın 7. büyük ülkesi olur. Bu çocukların çoğu sahipsiz. Organ mafyası, fuhuş çeteleri ve başka niyetleri olanlar, misyonerler bu çocukların peşinde. Biz İHH olarak yetim anlayışının oluşmasını istiyoruz. Dünyanın her tarafındaki 26 bin yetime bakıyoruz. Ve insanlara, biz bu kadar yetime bakıyoruz siz de sokağınızdaki yetime bakın, diyoruz. Bu 26 bin yetim 36 ülkeden. Bunun 2.500 civarı Türkiye’den. Bir kaç yıl içerisinde sayıyı 100 bine çıkartmak istiyoruz. Yetimhaneler açıyoruz. Herkesi, yetimlerle ilgilenmeye çağırıyoruz. Yetimle ilgilenen herkes kazanır, kişi bireysel hayatında da kazanır, Allah onları affeder, günahlarını bağışlar. Bir devlet yetimlerle ilgilenirse o devlet ayakta kalır. Herkesi bir yetim çocuk annesi ve babası olmaya veya kardeşi olmaya davet ediyorum.

Bir yetim çocuğa bakmanın aylık bedeli ne?

90 lira. Dünyanın istediğiniz yerinde öksüz, yetim alabiliyorsunuz, her ay 90 lira vererek. Her ay verecek durumunuz yoksa yetim havuzuna bir lira, 5 lira, 10 lira da olsa yaptığınız bağışla yetimhaneler açılıyor, siz de o sevaba ortak oluyorsunuz. 

Takip edebiliyor mu aileler?

Hepsini takip edebiliyorlar, çocukların bilgileri geliyor, çocuğun fotoğrafı, okul durumu, sağlık durumu, kardeşlerinin durumu. Dileyen mektuplaşabiliyor, telefonlaşıyor, duygusal anlar yaşanıyor.

62 BİN KATARAK AMELİYATI YAPTIK

Kara kıtada katarakt ameliyatlarıyla ilgili bir çalışmanız vardı, yoğun ilgi görmüştü. Rakamları, durumu öğrenelim.

Şu an için 62 bin ameliyatı bitirdik, bunların hepsinin fotoğrafları var. Kim katarakt için bağış yapmışsa o bağışla hangi kişinin gözü açılmış, onun fotoğrafı ve ismi kendisine verilebiliyor. Hedefimiz ilk planda 100 bini tamamlamak ve dünyanın her tarafında bu katarakt ameliyatlarını yapmak. Şunu da söylemek isterim, bu ameliyatların ekonomik olarak da bir getirisi var o kişilere. Diyelim ki 18 yıl kataraktan dolayı gözü görmeyen ve ona ailesinin baktığı bir erkek ameliyattan sonra çalışıyor ve ailesine artık o bakıyor. 

SİYASETİMİZ: ADALET, VİCDAN, ÖZGÜRLÜK

Siyaseti sadece siyasi partiler ve siyasi kişiler yapmaz, sivil toplum kuruluşları da siyaset yapar, bu da doğal ve sağlıklı olandır. İHH’nın siyasetinizi nasıl tanımlıyorsunuz?

Biz adalet, vicdan ve özgürlük diyoruz. Bizim siyasetimiz bu.

İHH uluslararası bir sivil toplum kuruluşu, hareketi ve uluslararası bir aktör olarak da tebarüz etti. Sorunlu yerlerde, o sorunlardan nemalananların hesabını bozacak kimi işler işlemektesiniz. Bunun bir bedeli olmalı?

Bedeli var elbette, çok çeşitli tehditler, iftiralar alıyoruz, soy kütüğümüze kadar araştıranları biliyoruz, acaba bunun soy kütüğünde ne var diye. Yakınlarımız rahatsız ediliyor hatta El Kaide dosyaları hazırlıyorlar hakkımızda. Bazıları İrancı diyor, bazıları İngiliz ajanı. Toplumda bizi yıpratmak ve bizi korkutmak için. Söylüyorum, tehditlerle, iftiralarla bizi haklı davamızdan vazgeçiremezler. Alnımız açık. Herkes adaletin kazanacağını görecek. Bu iftiraları kimlerin attığını biz çok iyi biliyoruz ve hepsini dokuman haline getiriyoruz, bize en küçük bir şey olduğunda yahut iftira atıldığında medyayla paylaşacak ve yetkili makamlara ulaştırılacağız.

 

HABERE YORUM KAT