
Avrupa merkezci bilgiye karşı: “Modern Dünyanın Kökenleri”
Ali Öztürk, Şener Aktürk’ün "Modern Dünyanın Kökenleri" kitabının Avrupa-merkezci anlatıları sorgulayarak etnik-dini temizliğin kökenlerini modernlikten Orta Çağ’a taşıyan kuramsal müdahalesini inceliyor.
Ali Öztürk/Fokuslus
Avrupa-Merkezci Bilgiye Karşı “Modern Dünyanın Kökenleri”
Batı-merkezli sosyal bilim, modernliği bir ilerleme hikâyesi gibi anlattı; oysa birçok toplum için modernlik, önce kimlerin ‘insan’ sayılacağının belirlendiği bir eleme rejimiydi. Modern Dünyanın Kökenleri, bu konforlu masalın altını oyuyor ve soruyu tersine çeviriyor.
Avrupa-merkezci bilginin kapladığı alan
Sosyal bilimlerin en büyük başarısı, dünyayı açıklamak değil; dünyayı açıklanabilir bir fenomene dönüştürmek oldu. Bu dönüşüm, çoğu zaman sessiz bir varsayımla başladı: Merkezde Avrupa vardır; geri kalanlar, ya “henüz Avrupa ol(a)mamış” ya da Avrupa’nın çizdiği kavramlarla okunması gereken “yerel örnekler”dir. Samir Amin’in Avrupa-merkezcilik diye adlandırdığı şey tam da budur: sadece tarihsel bir kibir değil, bir bilgi düzenidir; kim konuşur, kim “veri sağlar”, kim “teori üretir” hiyerarşisi.
Bu yüzden Gulbenkian Komisyonu’nun Sosyal Bilimleri Açın çağrısı bugün bir temenni olmaktan çıkıp bir zorunluluk hâline geliyor: disiplinler arası duvarları yıkmak kadar, “bilgi hiyerarşilerini” sarsmak gerekiyor. Çünkü çoğu zaman ‘Batı’yı anlatmak için yazılmış’ teorileri evrensel sayıyor, Batı dışını ise o teorilerin dar kalıplarına sıkıştırarak anlamaya çalışıyoruz. Hatta Şener Aktürk’ün işaret ettiği gibi, Türkiye’de SSCI kapsamındaki yayınların önemli bir bölümünün Türkler tarafından yine Türkiye üzerine yazılması, bu hiyerarşinin içeride bile yeniden üretildiğini düşündürebilir. Buradaki asıl mesele “Türkiye çalışmayalım” değil; tersine, Batı’yı çalışmayı da meşru bir akademik cesaret sayma meselesidir.
Aktürk, tam da bu “bakışı tersine çevirme” meselesini bilgi hiyerarşisi üzerinden açık ediyor: Hollandalı bir araştırmacının Endonezya üzerine ders kitabı yazması veya Trabzon yerel siyaseti hakkında ahkam kesmesi olağanken, Müslüman ve Türk bir araştırmacının Fransa siyaseti ya da Batı Avrupa mezhepsel çatışmaları üzerine “uzman” sayılmasının çoğu zaman arzu edilmeyen, hatta açıkça engellenen bir teşebbüs olduğunu söylüyor. Bu kitap yalnızca bir tarih tezi ya da bir vaka çalışması değil; ‘kim, kimi, hangi kavramlar ve hangi teorilerle inceleyebilir?’ sorusuna verilmiş fiilî bir metodolojik müdahaledir.
Konforlu anlatının çatlağı: Etnik temizlik neden “modern” sayılır?
Modernliğin kendini aklama biçimlerinden biri şudur: Evet, korkunç şeyler oldu; ama onlar modernliğin ruhu değil, sapmasıydı. Zygmunt Bauman’ın Modernite ve Holocaust’ta yaptığı müdahale, bu rahatlık perdesini yırtar: Holokost’u “barbarlığın geri dönüşü” değil, modern rasyonalite ve örgütlenmenin karanlık imkânı olarak okur. Bu da modernliği “temiz” bir ilerleme hikâyesi olmaktan çıkarır.
Fakat uluslararası literatürde etnik temizlik ve soykırım tartışmalarının önemli bir kısmı hâlâ güçlü bir kabulle ilerler: Etnik temizlik modern bir fenomendir, çoğu zaman demokrasi ve/veya milliyetçiliğin “karanlık yüzüdür.” Aktürk’ün Modern Dünyanın Kökenleri adlı eserinde, “mevcut akademik yazının etnik temizliği modern bir fenomen saydığı” saptaması bu kabule işaret eder ve Michael Mann’ın “Katliamla temizlik moderndir, çünkü bu demokrasinin karanlık yüzüdür... Modernleştikçe ve demokratikleştikçe dünya çapında yayılmaktadır" ifadelerine yer verir. Bu kabullerin pratik sonucu açıktır: Analizin ağırlığı yirminci yüzyıla yığılır; modern ulus-devlet olmayan, demokrasi deneyimi bulunmayan dönemler ise kuramsal olarak değersiz ve görünmez hâle gelir.
Oysa modern devletlerin şiddet kapasitesi, yalnızca yirminci yüzyılın karanlık sayfalarında kalmış bir mesele değildir. İsrail’in Gazze’de yürüttüğü ve soykırıma varan askerî operasyonları, modern dünyanın kökenlerinde olduğu gibi hâlâ “kimin insan sayıldığına” karar veren bir eleme rejimi olarak işlediğini acı biçimde hatırlatıyor. Güvenlik söylemi, ‘kendini savunma’ dili ve terörle mücadele retoriği etrafında meşrulaştırılan kötülüğün bu şeffaf biçimleri, Bauman’ın işaret ettiği modern rasyonalite ile Aktürk’ün tartıştığı tarihsel süreklilik arasındaki hattı günümüzde de görünür kılıyor.
İşte çatlak tam da burada ortaya çıkar: Şiddeti modernliğin bir yan ürünü saydığınız anda, modernlik öncesindeki büyük şiddet dalgalarını ya ‘dağınık barbarlık’ diyerek küçültür ya da kuramsal olarak görünmez kılarsınız. Chakrabarty’nin Avrupa’yı Taşralaştırmak’ta eleştirdiği, Avrupa deneyimini evrensel bir tarih gibi anlatma alışkanlığı tam da bu noktada devreye girer. Avrupa’yı evrenselin doğal söz hakkı sahibi gibi kurmak, onun tarihindeki karanlık kökenleri çoğu zaman kuramsal kör noktanın ötesine iter. Avrupa-merkezcilik bazen tam olarak budur: Ne Batı’yı övmek zorundadır ne de onu kötülemek… Avrupa-merkezcilik çoğu zaman sadece Batı’yı soru dışı bırakmaktır.
“Modern Dünyanın Kökenleri”: Saatleri geriye alan bir meydan okuma
Şener Aktürk’ün Modern Dünyanın Kökenleri bu konforu bozan bir hamleyle geliyor: saatleri geriye alıyor, failin kimliğini değiştiriyor, amacı yeniden tarif ediyor. “Papalık liderliğindeki ruhban sınıfının, Batı kimliğini inşa eden, sınırlarını çizen ve yaklaşık 470 yıl boyunca (1059–1529) pek çok açıdan şekillendiren başlıca aktör olduğu” tespiti, modernlik merkezli açıklamaların zeminini yerinden oynatıyor. Bu iddia, etnik-dinî temizlik gibi büyük ölçekli süreçleri modern milliyetçiliğe bağlayan hâkim anlatıyı radikal biçimde tersine çeviriyor; çünkü failin kimliği de dönem de amaç da tamamen değişiyor. Üstelik bu dalganın seküler değil, dinî amaçlar için yürütüldüğünü ve ruhban sınıfının rakiplerini alt etme stratejisiyle bağlantılı olduğunu vurguluyor.

Bu, basit bir “tarih düzeltmesi” değil. Çünkü Şener Aktürk anlatının üç ayağını birden yapı-söküme uğratıyor: fail (modern milliyetçiler değil papalık-ruhban), dönem (modern/erken modern değil Orta Çağ), amaç (seküler ulus inşası değil dinî homojenleşme ve papalık-ruhban iktidarı). Dolayısıyla literatürdeki egemen anlatıların “kapsamlı biçimde düzeltilmesi” gerektiğini söylüyor.
Peki “nasıl mümkün oldu?” Kitabın omurgası burada: Aktürk, Batı Avrupa monarşilerinin Hristiyan olmayanları yok etmesini üç faktörün bir araya gelmesiyle açıklıyor: (1) on birinci yüzyıl sonlarından itibaren papalık liderliğindeki ruhban sınıfının güçlenmesi, (2) Katolik Kilisesinin Hristiyan olma yanlara yönelik doktrinin giderek dışlayıcı hâle gelmesi ve on üçüncü yüzyıl itibarıyla Hristiyan olmayanların “insan sayılmaması” noktasına varması, (3) Batı Avrupa’da bir hegemon olmaksızın monarşiler arasında kıyasıya jeopolitik rekabet. Bu üçlünün birleşimi, papalığın liderliğini izleyen ruhban sınıfının “taleplerini” yerel hükümdarlara dayatan bir baskı mekanizması doğurur.
Aktürk’ün tezi, yerleşik modern sezgileri kırdığı için özellikle dikkat çekicidir. Orta Çağ Avrupa’sında Müslüman ve Yahudi toplulukları monarşi tarafından çoğu zaman korunan, sadık unsurlar sayılırken; papalık-ruhban sınıfının baskısıyla yok edilmeleri modern etnik temizlik şemalarının tam tersine işaret eder. Papalık otoritesine rağmen gayrimüslimleri koruyan hükümdarların bile tahttan indirilme veya öldürülme riskiyle karşılaşması, bu dönemin ‘öldüren uluslar-üstü’ yapısal mantığını daha görünür kılar.
Bu kitabın ‘Avrupa’yı taşralaştırma’ gücü tam da burada açığa çıkar: Avrupa artık evrensel söylemin doğal merkezi değil; açıklanması gereken bir vaka, karanlık kökenleri olan tarihsel bir dinî-siyasi örgütlenme olarak görünür hâle gelir. Dahası, Aktürk bu çalışmanın yalnızca “Batı Avrupa’daki Müslüman ve Yahudilerin yok edilişi” gibi büyük ampirik soruyu yanıtlamaktan ibaret olmadığını; asıl katkısının soykırım ve nüfus mühendisliğine dair literatüre “kuramsal ve kavramsal” bir müdahale olduğunu vurgular. Modernist görüşün birkaç yüzyıl öncesine gitmenin, demokrasi–ulus-devlet–uluslararası sistem tartışmalarında paradigma değişimi gerektirebileceğini de açıkça söyler.
Bu metnin ‘akademik iddia’ niteliği, esasının 2024’te International Security’de yayımlanan ve hem APSA hem de İlim Yayma Ödülleri tarafından takdir edilen ‘Not So Innocent: Clerics, Monarchs, and the Ethnoreligious Cleansing of Western Europe’ makalesine dayanmasıyla daha da belirginleşiyor. Türkçe baskının çeviri ve açıklayıcı eklerle genişletilmiş olması ise bu iddiayı daha görünür kılıyor.
Bauman’ın modernliğin karanlık yüzüne dair yaptığı uyarılar, Chakrabarty’nin Avrupa’nın evrensellik iddiasını söken müdahalesi, Samir Amin’in Avrupa-merkezci bilgi düzenine yönelik çözümlemesi ve Aktürk’ün modernlik öncesine uzanan okuması yan yana geldiğinde, mesele yalnızca bir tarih tartışması olmaktan çıkar.
Sosyal bilimleri açmak, dünyayı değil; durduğumuz yeri, baktığımız yönü ve sorduğumuz soruyu değiştirmekle başlar.





HABERE YORUM KAT