
Asla gün ışığına çıkmayan barış: Filistin'deki barış hayali üzerine yeniden düşünmek
Dünya, baskıların köklü nedenlerini ele almak yerine krizleri idare etmekle yetindiği sürece, aynı şiddet döngüsü devam edecektir.
Peter Rodgers’ın MEMO’da yayınlanan yazısı, Haksöz Haber tarafından tercüme edilmiştir.
Günümüz dünyasında, “barış” terimi her zamankinden daha fazla kullanılıyor, ancak gerçek anlamını büyük ölçüde yitirmiş gibi görünüyor. Liderler, büyük ülkeler ve haber kaynakları sürekli bu “barış süreci”nden bahsediyorlar, ancak sahada gördüğümüz şey genellikle daha cilalı, kurumsallaşmış bir şekilde sunulmuş şiddet. Gazze'deki durum, bu garip tarihsel dönüşümü gerçekten vurguluyor: Savaşı durdurmak gerçek bir barışı başlatmıyor ve her ateşkes, sonsuz bir acı ve zorluk döngüsünde sadece kısa bir mola gibi görünüyor.
Gerçek barış, silahların ve bombaların susturulmasından çok daha ötesine geçer; gücün dağılımını sarsmak, temel insan haklarını geri getirmek ve gerçek siyasi özgürlüğün sağlanması anlamına gelir. Bu makale, gördüğümüz olağan “kriz yönetimi” stratejilerini eleştirel bir bakışla inceliyor ve sahte bir barış fikrine sarılarak çatışmaları sonlandırmaya odaklanmanın, aslında eşitsizliği güçlü tuttuğunu ve gerçek, kalıcı barışa ulaşma şansını engellediğini ortaya koyuyor.
Bu illüzyonun ilk kısmı, küresel diplomasinin olayları ele alış biçiminde ortaya çıkıyor: Savaşı geçici bir şey, geçen bir fırtına gibi gören ve barışı doğal olarak gerçekleşen varsayılan bir durum olarak gören bir anlatı. Ancak bu, şiddetin sistemin içine nasıl işlendiğini görmezden geliyor. Yıllardır Gazze, bir savaş bölgesi olmaktan çok, kontrol, abluka ve kriz yönetimi için bir test alanı haline geldi. Dünya liderleri “sükûneti geri getirmek”ten bahsettiklerinde, aslında yaptıkları şey bu istikrarsız ve adaletsiz düzenin devam etmesine onay vermektir. Bu zihniyette Filistinliler, siyasi sesi olan gerçek insanlar olmaktan çıkıp, bazı yardım raporlarında sadece sayılara dönüşürler. Dolayısıyla barış, özgürlüğün doğmasıyla ilgili değildir; daha çok direnişi duraklatmak gibidir ve bu duraklama, şiddet yeniden tırmanana kadar sürer.
Bu aldatmacanın ikinci katmanı, bölgenin güç dinamikleriyle bağlantılıdır. Batı ülkelerinin tam desteğiyle İsrail'in güvenlik yaklaşımı, barışın temelde işgal altında yaşamaya boyun eğmek ve uyum sağlamak anlamına geldiği bir sistem oluşturmuştur. Bu düzen içinde, gücün işleyişini değiştirmeye yönelik her türlü girişim hemen “aşırılık” veya “güvenlik tehdidi” olarak nitelendirilir. Bu tür bir barış adalet üzerine kurulmamıştır; tamamen kontrolü elinde tutmakla ilgilidir. Gazze, bir yıkım döneminin ardından her yeniden inşa edildiğinde, asıl amaç hayatı geri getirmek değil, siyasi ve ekonomik zincirleri yerinde tutan aynı bağımlılıkları yeniden inşa etmektir. Bu durumda barış, siyasi düzeni uygulamak için bir araca dönüşür.
Bu karmaşanın üçüncü boyutu, büyük küresel aktörleri ve barış sürecinde tarafsız arabulucu olduklarını iddia edenleri ilgilendirir. ABD, AB ve çeşitli uluslararası kuruluşlar “diplomatik tarafsızlık” bayrağını dalgalandırırlar, ancak gerçekte sadece dengesiz bir güç dengesini desteklemektedirler. “Yan yana yaşayan iki devlet” gibi sloganlar atmaya devam ediyorlar, ancak işgali sona erdirmek için gerçek bir çaba göstermeden barışı sonsuz ve anlamsız bir çaba haline getirdiler. Adaleti merkeze alan her şey hızla kenara itiliyor. Zaten dengesiz olan bir dünyada tarafsız kalmak, işleri olduğu gibi bırakmak anlamına gelir; bu nedenle, güçlüler tarafından korunan barış, sonunda sadece kılık değiştirmiş bir baskıdan ibaret olur.
Dördüncü boyut, krizin etik ve insani yönünü ele almaktadır. Gazze'de günlük yaşam, siyasetin gerçek insanlığı gölgede bıraktığı, sadece geçinmeye yönelik bir hale gelmiştir. Dünyanın dört bir yanından gelen yardımlar, yüzeysel olarak iyi niyetli bir davranış gibi görünse de, çoğu zaman eşitsizlikleri pekiştirip insanları bağımlı hale getirmektedir. Bu durum, barışı süsleyici bir şeye, gerçek adalet ve saygı olmadan sadece daha güzel bir dille yeniden paketlenmiş şiddet olan süslü bir kelimeye dönüştürmektedir. Filistinliler egemenliklerini, özgürlüklerini ve güvenliklerini elde edemedikleri sürece, hiçbir anlaşma veya mutabakat gerçek anlamda barış olarak kabul edilemez.
Teorik bir bakış açısıyla ele alındığında, bu durum negatif barış olarak adlandırılabilir; açık şiddet bir süreliğine durur, ancak baskı yaratan temel sistemler değişmeden kalır. Öte yandan, pozitif barış, adaletin yeniden inşa edilmesini, gücün daha eşit paylaşılmasını ve birbirini eşit olarak kabul etmeyi gerektirir. Ancak yaşadığımız dünya bu olumsuz modda sıkışıp kalmış durumda. Gazze'de olanlar, temelde bir tarafın güvenliğinin diğer tarafın hayatlarını mahvetmek pahasına sağlandığı adaletsiz bir sistemin sürekli yeniden yaratılmasıdır. Bu takasta, adalet barış uğruna feda edilir, ancak adaletsiz barış, zarar vermenin başka bir yolu haline gelir.
Beşinci unsur, dünya liderliğinde daha büyük bir krize işaret ediyor. Büyük güçler artık savaşları gerçekten sona erdirmek istemiyor; savaşları yönetilebilir ve öngörülebilir tutmakla daha çok ilgileniyorlar. Tüm bu arabuluculuklar, zirveler ve kısa vadeli anlaşmalar, barışı inşa etmek için değil, nüfuz için pazarlık yapmak için birer platform haline geldi. Uluslararası politika söylemlerinde barış, bir tür sembolik para birimine dönüşmüştür; insanların onuru için yaptıklarından ziyade manşetlerde nasıl göründüğüyle değer kazanmaktadır. Bu ortamda, adaleti gündeme getirmek hayalperest idealizm olarak bir kenara itilirken, küresel meselelerin “gerçekçiliği” diplomatik gülümsemelerin ardında şiddeti gizleyen bir düzeni kabul etmekle sınırlı kalmaktadır.
Bu bağlamda, Donald Trump'ın dünya sahnesine geri dönüşü, Amerika'nın Orta Doğu'daki yeri hakkında yeni tartışmalar başlattı. Ekonomik anlaşmalar ve güvenlik önlemleri yoluyla istikrar sağlamayı amaçlayan Gazze için hazırladığı 20 maddelik “barış planı” aslında yeni bir fikir değil; sadece eski “yukarıdan aşağıya kriz yönetimi” yaklaşımının tekrarı. İşgalin tarihini gerçekten anlamadan veya adalete sağlam bir bağlılık göstermeden uygulanırsa, mevcut dengesizlikleri sürdürmekten başka bir işe yaramayacaktır. Güç konumundan dayatılan bir barış, aslında sadece zorla sağlanan bir sessizliktir; Filistinlilerin egemenlikleri ve kendi kaderlerini belirleme hakları reddedildiği sürece, Washington'un onayı olsa bile hiçbir plan kalıcı bir barışa yol açamaz.
Sonuçta, Gazze'deki durum, küresel sistemin adaleti sağlamada nasıl başarısız olduğunu yansıtıyor. Barış ve insan hakları adına kurulan uluslararası kuruluşlar, Filistinlilerin mücadeleleri karşısında sessiz kalıyor. Bu sessizlik, bilgisizlikten değil, hesaplı bir tercihtir. Güç mantığının ahlakın önüne geçtiği bir dünyada, barış siyasette takas edilebilir bir meta haline gelmiştir. Dolayısıyla Gazze'deki barışı eleştirmek, adaleti kenara iten ve insanlığı bir araca dönüştüren tüm uluslararası düzeni eleştirmek anlamına gelir.
Filistin'de gerçek barış, hızlı çözümler veya geçici anlaşmalarla sağlanamaz; adaletin ne anlama geldiğine dair yepyeni bir bakış açısı gereklidir. Dünya, baskıların köklü nedenlerini ele almak yerine krizleri idare etmekle yetindiği sürece, aynı şiddet döngüsü devam edecektir. Ateşkesler ve yüzeysel görüşmeler bir anlık sükûnet sağlayabilir, ancak barış yaratmaz. Kalıcı barış, temel insani değerlere geri dönmeyi, kendi kaderini tayin hakkına saygı duymayı ve işgale son vermeyi gerektirir; ancak mevcut dünya düzeni bu fikirleri kasıtlı olarak bulanıklaştırıyor gibi görünüyor. Temel gerçek şudur: Barış, sadece silahların susmasıyla sağlanamaz; adaletten doğmalıdır. Filistinliler kendi topraklarında özgürce yaşayabildiklerinde, “barış” kelimesi alaycı bir anlam taşımadan gerçek anlamını bulacaktır. O gün gelene kadar, güçlülerin dayattığı her “barış”, sadece farklı bir maske takılmış şiddettir.







HABERE YORUM KAT