1. HABERLER

  2. RÖPORTAJ

  3. Amin Maalouf’la “Empedokles’in Dostları” romanı üzerine
Amin Maalouf’la “Empedokles’in Dostları” romanı üzerine

Amin Maalouf’la “Empedokles’in Dostları” romanı üzerine

Son romanı “Empedokles’in Dostları”nda ‘dünyanın sonu’na insanın insana vahşeti ve doğaya yönelik tahribatı üzerinden bakan Lübnan asıllı yazar Amin Maalouf, ‘Hâlâ kurtarılabilecek şeyler var’ mesajı veriyor.

24 Şubat 2021 Çarşamba 18:59A+A-

Lübnan asıllı yazar Amin Maalouf “Empedokles’in Dostları”yla suskunluğunu bozdu. Romanda ‘dünyanın sonu’na insanın insana vahşeti ve doğaya yönelik tahribatı üzerinden bakılıyor. ‘Hâlâ kurtarılabilecek şeyler var’ mesajı veren Maalouf “İnsanlar arasında uyumlu bir yaşam için karşılıklı saygı ve anlayış teşvik edilmeli. Yüzeysel bilgi önyargı ve nefreti getiriyor. Küresel dünyada artık çoğumuz dışlanmış hissediyoruz” diyor.

Sekiz yıl aradan sonra yayımlanan romanı ‘Empedokles’in Dostları’nda insanın insana vahşetiyle başlayan bir dünyanın sonu hikâyesi anlatan yazar Amin Maalouf, “Birlikte yaşamak asla kolay değil. Kökenleri ne olursa olsun insanlar arasında uyumlu bir yaşam için karşılıklı saygı ve anlayışı teşvik etmeli. Günümüzde kendimizi başkaları hakkında yüzeysel bir bilgiyle tatmin ediyoruz ve bu da önyargıya ve nefrete yol açıyor.” diyor.

Lübnan asıllı yazar Amin Maalouf’un, sekiz yıl aradan sonra kaleme aldığı ‘Empedokles’in Dostları’ romanı Yapı Kredi Yayınları tarafından Türkiyeli okurlarına sunuldu. Kovid-19 salgını süreci başlamadan önce yazdığı romanda bir dünyanın sonu hikâyesi anlatan yazar, insanın insana karşı vahşetinden doğa üzerindeki tahribatına uzanan satırlarında temel insani değerler üzerinden dünyanın hâlâ kurtarılabilir olduğuna dikkati çekiyor.

Karar gazetesinden Saliha Sultan, Maalouf ile son romanını ve insanlığın bugünkü halini konuştu. 

Önceki romanınız ‘Çivisi Çıkmış Dünya’da, dünyayı sonuna doğru sürükleyen hali resmetmiştiniz bir nevi. Bugün ise bir pandemi süreci yaşıyoruz ve dünyanın gerçekten de çivisi çıktı gibi... Ve ‘süper güç’ dediğimiz ülkeler dahi dağılmış durumda. Neden bu durumdayız sizce? 

Elbette, dünyamıza neler olduğuna dair birçok olası açıklama var. Durumumuzun bir nedeni de bundan otuz yıl önce Soğuk Savaş’ın sonunda yeni bir dünya düzeni kuramamış olmamız. ‘Biz’ başarısız olduk derken, bunu bir konuşma biçimi olarak söylüyorum.

Bu yeni dünya düzenini kurması gerekenler, elbette, ana güçler ve ABD’nin çoğunluğu. Ancak onların peş peşe mirası devralan başkanlarının bugünün dünyasının gerektirdiği türden ahlaki bir liderliği üstlenemedikleri açık...  

Son romanınıza gelirsek, salgın günleri henüz ortada yokken dünyanın sonunu yazdığınız ‘Empedokles’in Dostları’ romanınızın yaslandığı ‘Empedokles’ figüründe sizi cezbeden neydi?  

Romanımda Empedokles’e böylesine sembolik bir rol vermeye karar verdiğim ana dönüp baktığımda, onu seçmemin asıl sebebinin, onun ölümündeki tuhaf tarzdan ötürü olduğunu hissediyorum. Patlayan bir yanardağa tırmanan, sessizce kraterin kenarına yürüyen, daha sonra sonsuza dek ortadan kaybolan bir filozof fikri, zihnime varlığıyla musallat oldu ve sorunlu dünyamızla ilgili bir kıssanın başlangıcı oldu. 

ANTIOCHE ADASI ASLINDA BİR DENİZ FENERİ 

Bir Akdeniz insanısınız. Romanınız da hayali bir adada geçiyor ve Akdeniz dokunuşunuz da oldukça hissediliyor. Kitabınıza mekan olarak seçtiğiniz yer Antioce yani Antakya adası... Neden burayı seçtiniz? 

Batı Fransa’da, Ré adası ile Oléron adası arasında, ‘le Pertuis d’Antioche’ denen bir bölge var. ‘Pertuis’ kelimesi, ‘boğaz’ anlamına gelen eski bir kelime. Atlantik kıyısında olmasına rağmen bu isme sahip olmasının nedeni ise gezginlerin Levant’a doğru yolculuklarının başında bu deniz şeridinden geçmeleri gibi görünüyor.

Ve o ‘pertuis’ içinde, Oléron kıyılarına çok yakın bir yerde adına Antioche denen küçük bir ada, aslında basit bir kaya var ve buradan geçen gemilerin kayaya çarpıp batmasını önlemek için üzerine bir deniz feneri yapılmış. Bu özellikler bana romanım için mükemmel bir sembol olarak göründü.  

Dünyanın sonunu hazırlayan şeylerden biri sanırım insanların artık bir arada yaşayamaması. Sizin de doğduğunuz topraklarda, yani Doğu’da farklı toplulukların beraber yaşadığı bir dönem var geçmişte. İnsanoğlu o günlerdeki beraber yaşama arzusunu nerede, nasıl kaybetti?  

Birlikte yaşamak asla kolay değildir… İnsana öylece kendiliğinden gelmez. Çağdaşlarımıza, özellikle çocuklarımıza ve torunlarımıza karşı sorumluluğumuz var. Kökenleri ne olursa olsun tüm insanlar arasında uyumlu bir birlikte yaşam için doğru koşulları yaratmak amacıyla karşılıklı saygı ve karşılıklı anlayışı teşvik etmek gerekiyor.

Günümüzde çoğu zaman kendimizi başkaları hakkında yüzeysel bir bilgiyle tatmin ediyoruz ve bu da önyargı ve güvensizliğe ve en nihayetinde nefrete yol açıyor. Küreselleşen dünyada artık çoğumuz ne yazık ki kuşatılmış, tehdit edilmiş veya dışlanmış hissediyoruz...  

ALTIN ÇAĞ İDEALİ GELECEK İÇİN BİR UMUT 

Medeniyet dediğimiz şey yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olabilir mi? Siz çalışmalarınızda Altın çağ mitine yaslanıyorsunuz zaman zaman. Sizce ideal bir Altın çağ gerçekten var oldu mu ya da bundan sonra olabilir mi? 

Altın çağlar, yaşadıklarından memnun olmayan ve işlerin daha iyi olduğu zamanlar olduğuna inanmak ihtiyacı hisseden insanlar tarafından her zaman daha sonraki zamanlar için icat edilmiştir. Elbet bolca öz delüzyon barındırıyor fakat hepimiz bazen buna yenik düşüyoruz.

Altın çağın sadece ‘yararlı bir icat’ olduğu gerçeğinin tamamen farkında olsak da, hem bireyler hem de insan toplulukları olarak yine de ondan bahsediyor, hayal ediyor ve hatta inanıyoruz. Çünkü geçtiğimiz sıkıntılı zamanlarda yolumuzu bulmak için bir pusula olarak Altın çağa ihtiyacımız var. Böylece, idealize ettiğimiz geçmiş, umduğumuz geleceğin bir öngörüsü haline geliyor… 

BEYRUT’TAKİ PATLAMA LÜBNANLILARIN CESARETİNİ KIRDI 

Lübnan, sizin vatanınız. ‘Doğu’nun Limanları’ kitabınızdaki limanlardan biri olan Beyrut, salgın sürecinde Ağustos 2020’de ne yazık ki bir patlamayla dünyanın gündemine geldi. Bütün dünyanın kabuğuna çekildiği bir dönemde yaşanan bu trajedide ne hissettiniz? 

Lübnan’ın yakın tarihi bir dizi felaket ve trajedidir. Ağustos ayında Beyrut limanında meydana gelen patlama muazzam ve yıkıcıydı. Kendisi de büyük bir siyasi, mali ve sosyal krizin ortasında meydana gelen bir salgının ortasında gerçekleşti…

Lübnanlılar dayanıklılıklarıyla bilinmesine rağmen, şu anda olanlar herkes için çok cesaret kırıcı. Benim gibi yurt dışında yaşayanlar bile yaşananları derinden hissediyor ve üzülüyor. Lübnan’ın uluslararası toplumların yardımına ihtiyacı var; ama sizin de dediğiniz gibi, dünyadaki herkes şu an salgın ve yaklaşmakta olan ekonomik krizle çok meşgul durumda...

BÜYÜK BABAM TÜRKİYE’DEN ANAVATANI GİBİ BAHSEDERDİ 

Dedenizin Osmanlı topraklarında doğduğunu biliyoruz. Meşrutiyet dönemine de coşkuyla bağlı biri... Onun bakışının ışığında siz nasıl bakıyorsunuz Türkiye’ye? 

Birkaç yıl önce, büyükbabamın notlarını bulduğumda, yirminci yüzyılın başında Osmanlı İmparatorluğu’nda meydana gelen değişimlerden gerçekten çok etkilendiğini keşfettim. O ‘aydınlanma’nın bir adamıydı.

İlerlemenin en önemli bileşenlerinin mükemmel okullar ve üniversiteler, geniş bir okuyucu kitlesine sahip yüksek standartlı gazeteler ve bütün vatandaşların, erkeklerin ve kadınların arasındaki sorumluluk duygusu, özveri ve özsaygı olduğuna inanıyordu.

Her zaman Türkiye’den sanki yabancı bir ülke değil, anavatanının bir parçasıymış gibi bahsetti. Kısa yaşamı boyunca amacı, ‘Doğulu halklarımızın ilerlemesi’ idi. Onunla hiç tanışamadım, maalesef ben doğmadan çok önce öldü ama onun bu vizyonunu ve umutlarını paylaşıyorum. 

 

 

HABERE YORUM KAT