1. HABERLER

  2. YORUM ANALİZ

  3. 6 Şubat 2023: Derin sarsıntı, büyük yıkım
6 Şubat 2023: Derin sarsıntı, büyük yıkım

6 Şubat 2023: Derin sarsıntı, büyük yıkım

Türkiye tarihinin en büyük depremlerinin ardından tam bir sene geçti. Türkiye toplumu deprem gerçeği ile daha önce hiç olmadığı kadar sert bir şekilde yüzleşti...

06 Şubat 2024 Salı 15:45A+A-

HAKSÖZ HABER

6 Şubat depremleri Türkiye tarihinin en büyük hadiselerinden birisi oldu hiç şüphesiz. Türkiye'nin 10 şehri ve Suriye'nin kuzeyinde hissedilen depremlerde 50 bini aşkın insan hayatını kaybetti. Can kayıplarının yanında maddi hasar da hiç olmadığı kadar büyüktü. 

Deprem yarattığı yıkım herkesi dünya hayatını sorgulamaya yöneltti. Büyük bir yardım seferberliği oluşturularak İslami kuruluşların öncülüğünde depremin yaraları sarılmaya çalışıldı. Deprem sarsıntısı bile İslam düşmanlarını bir an duraksatmadı ve deprem üzerinden İslami çevreleri ve mültecileri hedef gösteren utanmazlara şahit olduk. 

Depremin üzerinden bugün tam bir sene geçti. Çoğu insan yaşananları hatırlamakta dahi güçlük çekerken hafızaları tazelemek adına Haksöz Dergisi'nin deprem özel sayısının Mart-Nisan 2023 tarihli gündem yazısını okurlarımızla paylaşıyoruz.


Derin Sarsıntı, Büyük Yıkım

Gündem Mart 2023 

6 Şubat’ta Türkiye’nin 10 ilini ve Suriye’nin kuzeyini derinden sarsan deprem geride 50 bini aşkın can kaybı, 100 binden fazla yaralı, yıkılmış, harabeye dönmüş şehirlerle birlikte kapanması güç derin ve büyük acılar bıraktı. Rahman ve Rahim olan Allah Teâlâ yitirdiğimiz tüm müminleri ve geride kalanları rahmetiyle kuşatsın, acılarımızı hafifletsin, sıkıntılarımızı gidersin, bu büyük musibeti hayra tebdil eylesin!

Bu çapta büyük bir afet sonrasında bekleneceği üzere gündem değişti. EYT tasarısı, altılı masanın adayının kim olacağı, enflasyon ve cari açık meselesi ve benzeri tartışmalar bir anda asıl gündeme, ölüm ve hayat mevzuuna yerini bıraktı. Doğal olarak tüm ülke daha uzun bir müddet deprem ve depremin getirdiklerini konuşacak, tartışacak. Deprem siyaseti de ekonomiyi de tüm toplumsal alanları da etkileyecek.

Umarız tevazudan uzaklaşıp fazla büyük iddialara yönelen tutum ve söylemlerin ne kadar dayanaktan yoksun ve kırılgan olabileceği bu elim hadiseyle daha net anlaşılır. Bu bağlamda ‘Cumhuriyetin 100. Yılı’ hazırlıkları, ‘Türkiye Yüzyılı’ söylemi vb. iddialı, abartılı yaklaşımların daha mütevazı ve sahih hedeflerle yer değiştirmesi gerektiği üzerinde mutlaka düşünülmelidir. Şüphesiz kibir ve böbürlenme sadece bireyler için değil, topluluklar, devletler için de bir zaaftır. Rabbu’l-Âlemin ise kendini beğenenleri, haddi aşanları sevmez.      

Bu süreçte hayatın anlamı, imtihan gerçeği ve geçici olandan yüz çevirip bâki olana yönelmek gerektiği hususunda dersler çıkaranlar, kendilerine çekidüzen verenler hayırlı bir iş yapmış olurlar. Ölüm korkusuyla dünyaya dört elle sarılma çabasına girişenler ise hayatlarını da kendilerini de değersizleştirecekleri gibi daha fazla huzursuzluk yaşayıp çevrelerine de sadece huzursuzluk yayarlar.

Ders çıkarmak yerine ders vermeye soyunanlar

Deprem hadisesinin doğal olarak gündemi değiştirdiği söylenebilir ama tutum alışları değiştirdiği söylenemez. Değişen gündem başlıklarına paralel biçimde hemen herkesin, her kesimin kendi pozisyonunu koruduğunu, ilk şokun atlatılmasının ardından eski pozisyonuna avdet ettiğini söylemek mümkün. Nitekim arama-kurtarma çalışmalarından binalara kimin, nasıl ruhsat verdiğine; hırsızlık-yağmacılık söylentilerinden kaza-kader mevzuuna kadar bir dizi tartışmada sarf edilen sözler ve alınan tutumlar siyasi-ideolojik kimliklere göre şekillendi.

Bu durumu bir ölçüde makul karşılamak gerekir. Tabiî olarak herkes kendi zaviyesinden gelişmeleri değerlendirecek ve kendi inancı, değerleri ve dünya görüşünce bir sonuca ulaşacaktır. İnançlardan, kimliklerden bağımsız bir gerçeklik iddiası anlamlı değildir. Çünkü zihinsel değerlendirmeden bağımsız, herkesin üzerinde mutabakata varacağı, aynı sonuca ulaşacağı soyut bir gerçeklik algısı söz konusu olamaz.

Ne var ki deprem hadisesinde laik-ulusçu çevrelerin her zamanki tutumlarına uygun olarak takındıkları ölçüsüz saldırganlığın, şirretliğin ‘pes’ dedirtmemesi de mümkün değildi. Afetin ilk anından itibaren canla başla sahada koşturan, didinen İslami kuruluşlar gerçeğine rağmen “Nerede bu cemaatler, tarikatlar, nerede sakallılar?” diye ajitasyon yapanları; bir canı enkazdan sağ çıkarabilmek için saatlerce uğraşan, ölümü göze alan, kan ter içinde kalan insanların duydukları sevinci ve şükrü tekbirle dile getirmelerinden rahatsız olanları; vicdanların kediler, köpekler, kuşlar için bile seferber oldukları bir ortamda depremin en fazla mağdur ettiği, en korumasız, sahipsiz, dayanaksız muhacirleri hedef alanları bir kere daha utanarak, tiksinerek izledik.

Yanlışlar, eksikler örterek değil, yüzleşerek düzeltilir!

Hükümetin ihmaline, ordunun hantallığına, AFAD ve Kızılay gibi kurumların beceriksizliğine, başarısızlığına dair iddiaların, eleştirilerin, suçlamaların tümü tartışılabilir şeylerdir. Bilhassa canı yanan, enkaz altında yakınlarını kaybeden insanların feryat etmesi, öfke duyması, güç ve yetki sahiplerini suçlaması gayet anlaşılabilir bir tutumdur. Bu insanların karşısına geçip “Hayır, her şey en iyi şekilde yapılmıştır, bu şartlarda bundan daha iyisi de olamazdı!” türünden savunular geliştirmekse tam manasıyla basiretsizlik demektir.

Bu bağlamda İslami çevrelerin kendilerine yakın gördükleri için iktidara adeta toz kondurtmama tavrı içerisine girişmesi kabul edilemez. Bu ölçekte bir hadisede yapılan güzel işlerin yanında elbette yapılamayanlar ya da yanlış yapılanlar da çok olmuştur. Bunların dile getirilmesi, sorumlulardan hesap sorulması ve yanlışlardan dersler çıkarılması elzemdir. Adil şahitlik sorumluluğunun gereği olarak Müslümanlar yanlışlara tavır almalı, tarafgir bir tutumla suçu, günahı, ihmali örtmeye kalkmamalıdırlar.

Depremin 10 ili kapsayacak şekilde çok büyük bir alanda ve çok kalabalık bir nüfusu barındıran bir bölgede cereyan etmesi, mevsim şartlarının olumsuzluğu ve ulaşımda yaşanan sıkıntılar nedeniyle pek çok mağdura yetişememe, geç kalma durumuyla karşılaşıldığı bir gerçektir. Bu çapta bir afetle baş edilmesinin zorluğunu ve kaçınılmaz bir biçimde yetersizlik yaşandığını kabullenmek yerine Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın üslubuna yansıdığı şekliyle eleştiri kabul etmeyen, her türlü itirazı en şedit biçimde mahkûm eden tutumun tepki doğurmaması mümkün değildir. Bu üslup haklı görülemez; sahibine de savunana da ancak zarar verir.

Laik cephede beyhude tutarlılık arayışı

Mamafih ulusalcı, laik, sol çevrelerin deprem hadisesinde ihmaller, yanlışlar, suçlar dizisi şeklinde dillendirdiklerinin pek çoğunun haklı bir temele dayanmadığı; amacın yanlışları tespitten öte iktidarı hırpalamak olduğu da görmezden gelinemez. Daha ötesi bu çevrelerin yaklaşım tarzı tam bir çarpıklıkla maluldür. Öyle ki kimileri hükümetin adeta tel tel döküldüğü, tam manasıyla enkazın altında can verdiği 99 Körfez Depremini hatırlatarak dönemin iktidarının performansına methiye düzebilmiştir!

Düne kadar yıktırmama seferberliğine girişenlerin bugün “Neden yıkmadınız?” diye sahneye fırlamaları nasıl bir siyasi fırsatçılıkla yüz yüze olduğumuzu göstermiyor mu? Dün kendilerinin de seçim vaadi olarak dillendirdikleri  ‘imar affı’ konusunu bugün iktidarın sabıka kaydı gibi sunmak neyin nesidir? Peki ya “Her yeri betonla kapladınız!” eleştirilerine ne demeli? Aylardır bu ülkenin en temel sorunlarından biri olarak kiralık ev bulunamayışını konuşmuyor muyduk? Vatandaşlar sadece büyük şehirlerde değil, Türkiye’nin her ilinde, ilçesinde başını sokabileceği bir ev bulamadığından, kiraların yüksekliğinden şikâyet etmiyor muydu?

Dün öyleydi, bugün böyle mi? Hayır, bu kesim asgari bir tutarlılık düzeyine bile sahip değildir. Baksanıza şimdi de depremle birlikte evsiz, barksız kalan insanların içinde bulunduğu sıkıntıyı göz ardı ederek enkazların hızlıca kaldırılmasından ve yeni yapılacak binaların inşaatına aceleyle başlandığından şikâyet etmektedirler. Amacın üzüm yemek değil, bağcı dövmek olduğu o kadar aşikâr ki!

Apayrı dünyalar, çatışan perspektifler

Açıkçası bahsi geçen kesim ve malum zihniyetle sorunumuz şu veya bu hadiseye ilişkin gündeme gelen kimi tartışma konularıyla sınırlı değildir. Bunlardan da kaynaklanmamaktadır. Daha temelde bir dünya görüşü çatışması, insana ve hayata bakışla ilgili bir farklılaşma, meselenin özünde köklü bir ayrışma mevcuttur.

Deprem acısının en ağır bir biçimde yaşandığı bir ortamda Suriyelilerin terk edilen evlere girip hırsızlık yaptıkları; Afgan göçmenlerin, bileziklerini almak için yaralı kadınların ellerini kestikleri; muhacirlerin yardımlardan yararlandırılmaması, onlara çadır verilmemesi gerektiği ve benzeri iftira ve talepleri hiç utanmadan, pişkince dillendirebilen bir tipolojiden söz ettiğimiz göz ardı edilmemelidir. Bu normal bir psikoloji, sıradan bir hal değildir. Kemalist ideolojinin uzun süreçlerde zihinlerde meydana getirdiği köklü tahribatın bir yansımasıdır.

Her vesileyle Müslümanların inançlarını hedef tahtasına oturtmaya meraklı bu kafa yapısını deprem hadisesi üzerinden pozitivist vaazlarını en üst perdeden tekrar etme çabası içinde görmek bizi şaşırtmamıştır. On binlerce insanın can verdiği, milyonların sarsıldığı bir afet sonrasında insanları bir nebze teskin etmek, rahatlatmak, acılarını hafifletmek için söylenecek sözlere bile tahammülleri yoktur.

Zihinlerdeki depremin yol açtığı derin hasar

19. yüzyıldan kalma sığ pozitivist bir yaklaşımla akıl ve bilim kutsaması, kader ve tevekkül kavramları üzerinden inançları tahkir ve elitist bir tutumla halkı cehaletle suçlama alışkanlıkları yoğun biçimde nüksetmiştir. Güya son derece rasyonel oldukları iddiasındaki bu anlayış sahiplerinin Atatürk, Türklük, vatan vb. kavramlar söz konusu olduğunda ne kadar irrasyonel davranabildiklerinin ise bir sınırı yoktur.

Özetle deprem hadisesi ortaya çıkardığı devasa kayıplara ve acılara rağmen on yıllardır bu ülkede yaşadığımız kesintisiz sarsıntı ve yıkım sürecinin gölgesinde kalmıştır. Belki birtakım tedbirler alınmak suretiyle zararları azaltılabilse de sonuç itibariyle deprem önlenebilir, engellenebilir bir şey değildir, tabiî bir afettir. İfsad ve tuğyan ise insanların iradeleriyle yöneldikleri bir azgınlık ve suçtur. İslami ve insani değerlere yabancılaşmayı, adalet ve merhamet hislerinin körelmesini getirir. Bu durum ise depremin meydana getirdiği sarsıntının, yıkımın ötesinde bir tahribat kaynağıdır. Bu yoz, azgın ve ölçüsüz düşmanlık olgusuyla mücadele kesintisiz devam etmelidir.

Haksöz

whatsapp-image-2024-02-06-at-14-19-56.jpeg

HABERE YORUM KAT