
ABD’nin Batı Yarımküre’ye dönüşünün yeni çerçevesi: “Donroe Doktrini”
Enes Kılıç, Trump’ın ikinci döneminde ABD’nin dış politikasını yeniden Batı Yarımküre’ye kaydırarak Latin Amerika’da ideolojik ittifaklar, ekonomik baskılar ve sert güvenlik adımlarıyla şekillenen “Donroe Doktrini” olarak anılan yaklaşımı inceliyor.
Washington’un odağı yeniden yakın çevreye dönüyor
Enes Kılıç / Fokus+
ABD yönetimi uzun yıllardır küresel gündemini Orta Doğu’daki çatışmalar ve Asya’daki rekabet üzerinden yürütüyordu. Ancak Donald Trump’ın ikinci döneminin ikinci yılı itibariyle dikkat çekici bir kayma yaşanıyor.
Washington dış politika enerjisinin büyük bölümünü yeniden Batı Yarımküre’ye, yani Amerika kıtasına yönlendiriyor. Bu dönüşüm yalnızca diplomatik bir tercih değil; askeri yığınaklardan ekonomik baskılara, kişisel gerilimlerden ideolojik yakınlıklara kadar geniş bir alanda kendini hissettiriyor. Başkan Trump’ın Amerika kıtasını yeniden ABD’nin birincil nüfuz alanı haline getirdiği iddiasını taşıyan yeni yaklaşım yarı-şaka biçimde “Donroe Doktrini” olarak anılmaya başladı bile.
ABD’nin “evine en yakın” bölgeye tekrar çevirdiği gözleri, gündeme Venezuela’ya müdahale ihtimali ile düşse de esasında son aylarda sistematik biçimde her ülkede dozunu arttırıyor. Venezuela’ya diplomatik baskının son yıllardaki zirvesini gördüğü aynı haftada Başkan Trump, Honduras seçimlerinde de ağırlığını koydu ve seçmenlere taraf gösterdi.
İdeolojik rotaya göre şekillenen ilişkiler
Trump yönetimi bölgedeki ülkeleri artık yalnızca stratejik önceliklere göre değil, doğrudan ideolojik yakınlığa göre konumlandırıyor. Bu yaklaşım, Latin Amerika’da soğuk bir rüzgâr estirirken bazı hükümetlere de Washington’dan güçlü destek sağlıyor.
El Salvador yönetimi bu desteğin açık örneklerinden biri. Nayib Bukele’yi sık sık öven Başkan Trump, ülkeye hem siyasi hem ekonomik alanlarda ciddi avantajlar kazandıran bir yaklaşım benimsiyor. Sınır dışı edilen kişilerin El Salvador hapishanelerinde tutulmasına yönelik milyonlarca dolarlık anlaşma ve çete liderlerinin iadesine verilen destek, iki ülke arasındaki yakın temasın sembolik değil gerçek bir ortaklığa dönüştüğünü gösteriyor.
Arjantin’le temas da benzer bir eksende ilerliyor. Javier Milei seçim sürecinde ekonomik baskı altındayken Washington’dan gelen dev finansman teklifi, Trump yönetiminin ideolojik dostlarına açık çek verdiği yönündeki yorumları güçlendiriyor. Bu hamleler bölgedeki siyasal denklemi doğrudan etkileyen adımlar olarak öne çıkıyor.
Ancak aynı sıcaklık her ülkeye yansımıyor. İdeolojik açıdan zıt pozisyon alan liderlerle ilişkiler hızla sertleşiyor. Brezilya’da Lula yönetimi, Bolsonaro’nun yargılandığı bir dönemde ABD’den gelen ağır tarifelerle karşı karşıya kalıyor.
Kolombiya’da Gustavo Petro ile yaşanan gerilim, Washington’un yardımları askıya almasına ve Petro’nun yaptırım listesine eklenmesine yol açıyor. Meksika ve Kanada gibi yakın ticaret ortakları bile agresif söylemden pay alıyor. Özellikle Kanada ile yaşanan gerginlik, Ontario’da yayınlanan ve Reagan’ın tarifelere dönük eleştirisini içeren bir siyasi reklamın Trump’ı kızdırmasıyla daha da büyüyor.
Venezuela: Yeni dönemin en sert sınırı
Tüm bu gelişmeler içinde en çarpıcı olanı Venezuela dosyası. Trump yönetimi, Nicolás Maduro’yu yalnızca bir siyasi rakip olarak değil, üst düzey bir güvenlik tehdidi olarak tanımlayan bir çizgi izliyor. Maduro’nun yakalanmasına yönelik milyonlarca dolarlık ödül ilanı, Washington’un ülkeyi uluslararası suç ağına bağlayan bir çerçeve kurduğunu gösteriyor. Maduro’nun “yabancı terör örgütünün başı” olarak tanımlanmasıysa, olası bir askeri operasyonun zeminini oluşturabilecek nitelikte.
Karayipler’e konuşlandırılan devasa ABD deniz gücü, Soğuk Savaş sonrası dönemde bölgede görülmeyen bir yığınak seviyesine ulaşıyor. Washington, bunu uyuşturucu trafiğiyle mücadele gerekçesiyle ifade etse de Latin Amerika’da ciddi bir alarma neden oluyor. Venezuela açıklarında hedef alınan botlar, operasyonların sınırlarını belirsizleştirirken hukuki tartışmalar da giderek büyüyor. Bölgedeki hükümetler, Washington’un sertleşen tavrının yeni bir müdahale döneminin işareti olup olmadığını sorguluyor.
Resmi gerekçeler ve görünmeyen hesaplar
Trump yönetimi attığı adımları çoğunlukla göç baskısı, uyuşturucu ticareti, adil olmayan ticaret koşulları ve Çin’in bölgedeki etkisinin artmasıyla açıklıyor. Bu gerekçeler, kamuoyuna sunulan resmi çerçeveyi oluşturduğu kadar sahadaki kuvvetlerin biçimini ve sayısını da doğrudan etkiliyor.
Örneğin göç akışını durdurma hedefi, Meksika sınırında askeri hareketliliği artıran bir gerekçe haline geliyor. Uyuşturucu trafiğiyle mücadele söylemi, Karayipler’deki yoğun askeri varlığa dayanak sağlıyor. Çin’in nüfuzunu sınırlama politikası ise özellikle Panama gibi ekonomi-politik açıdan stratejik ülkeleri hedef alıyor. Washington, Panama’nın Kuşak-Yol Girişimi’nden çekilmesi için yoğun baskı kurarken, Latin Amerika’da kritik liman ve altyapı projelerini kendi etki alanı içinde tutmaya çalışıyor. Hatta şu ana kadar olanlara bakılırsa, bu hedefleri başarmış da görünüyor.
İlişkileri belirleyen kritik noktalardan biri ise, bu adımların kimi zaman kişisel gerilimler ve liderler arası siyasi hesaplarla iç içe geçmesi. Kanada’ya yönelik ek tarife tehdidinin bir reklam videosundan tetiklenmesi, Trump’ın bölge politikasının yalnızca stratejik değil, tepkilerle de şekillenebileceğini gösteriyor.
Doktrin mi, yoksa bir dizi kopuk hamle mi?
“Donroe Doktrini” kavramının ne ölçüde bir stratejik çerçeveye işaret ettiği henüz bilinmiyor. Bazı Amerikan uzmanların iddiasına göre Birleşik Devletlerin farklı ülkelerdeki adımları, farklı danışmanların etkisiyle ortaya çıkıyor. Bu yoruma dayanak olarak Venezuela dosyasında Marco Rubio’nun, Kanada geriliminde Peter Navarro’nun, Arjantin ilişkilerinde Scott Bessant’ın etkisi örnek gösteriliyor.
Buna rağmen ortaya çıkan genel tablo, Latin Amerika’da uzun zamandır görülmeyen ölçekte bir ABD odaklanması anlamına geliyor. Bu da ister istemez bir doktrin tartışmasını tetikliyor. Washington’un “arka bahçesine” yeniden dönmesi, bölgedeki hükümetler için hem fırsatlar hem riskler doğuruyor.
Yeni dönemin gerçeği: Batı Yarımküre yeniden merkeze yerleşiyor
Tüm bu gelişmeler, ABD’nin küresel önceliklerinde köklü bir kayma yaşandığını gösteriyor. Asya’daki rekabet ve Orta Doğu’daki krizler bir süre daha Washington’un gündeminde yer alacak olsa da odağın Latin Amerika’ya kaydığı artık daha görünür bir gerçek haline geliyor. Trump yönetimi, yakın çevreyi yeniden şekillendirme konusunda kararlı bir görüntü veriyor. Bu kararlılık, bazı başkentlerde memnuniyet yaratırken, bazılarını tedirgin ediyor.
ABD’nin yakın coğrafyasındaki bu sert dönüşüm, Latin Amerika’nın da kaderinin ötesine geçerek global fay hatlarını oynatabilecek güçte. Özellikle Çin etkisinin kıtadan sökülüp atılabilmesi ihtimali göz önünde bulundurulduğunda.











HABERE YORUM KAT