1. YAZARLAR

  2. SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

  3. İslam’ın Yüzünü Karartan, Kendimiziz! Suçlu Aramayalım!
SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

Yazarın Tüm Yazıları >

İslam’ın Yüzünü Karartan, Kendimiziz! Suçlu Aramayalım!

18 Şubat 2013 Pazartesi 19:36A+A-

[email protected]

Osmanlı’nın son döneminin ateistleşmiş tiplerinin ünlülerinden Tevfik Fikret, ‘Târih-î Kadîm’ şiirinde, ‘Din şehid ister, gökyüzü kurban.. / Her zaman, her tarafta, kan kan, kan..’  diyordu.

Din, gerçekte, bir kişi veya toplumun kabul etmiş olduğu temel hayat kuralları ve çerçevesi demek olduğuna göre, sadece  kendi kutsalını ve kutsal bildiği ölçülere göre koruması gerekenleri savunmak adına, yüzbinlerin-milyonların nasıl eritildiğini Fikret de görmüştü, Birinci Dünya Savaşı’nda.. Ama, o, din deyince, vahy-i ilâhiye dayalı dinleri ve özellikle de İslam’ı anlıyor ve saldırısını sadece bu anlayışa göre şekillendiriyordu. Halbuki, uğrunda ölüm göze alınarak mücadele verilen, savaşılan her anlayış, gerçekte şu veya bu mânâda bir din tarifinin içinde yer alıyordu.

Bu mânâda, vahy kökenli dinler dışında, kapitalizm, komünizm, nasyonalizm, patriotizm / vatancılık, ateizm, budizm, konfuçyizm, taoizm, şintoizm, laisizm vs. sistemler de birer beşerî din hükmündedirler.

Ve insan toplumları bu dinlerini korumak için, asırlardan beri birbirini boğazlıyor.

Fikret ise, özellikle bir ‘din’i suçluyor ve onun insanları ölüme sürüklediğine dair bazı örnekleri esas alarak genellemeler yapıyordu.

O bir de bugünleri ve hele de müslümanların diğer mlüslümanları bir takım itiqadî zannlarla tekfir edip öldürmesini görseydi, kim bilir neler derdi..

Çünkü, hele de son 10 yıl boyunca, müslüman coğrafyalarında yeni bir dalga halinde, bombalı saldırılar, üstelik de kendisini müslüman olarak niteleyenlerin, kendilerini yine müslüman olarak niteleyen diğerlerini asıl düşman olarak bilip, onları öldürmesi korkunç bir bir gelenek haline dönüşüyor, neredeyse.. 

Pakistan’da, Afganistan ve Irak’da müslüman halktan insanların, kalabalıklar halinde bulundukları pazar yerlerinde, mescidlerde, ekmek fırınlarının önlerinde, bombalı saldırılarla, kitleler halinde öldürülmesi vahşiliğini, canavarlığını kim, nasıl izah edecek?

Bu hangi İslamî anlayıştır, Allah aşkına..

Hiç mi Allah ındinde bir sorumluluk duygusu taşımıyoruz?

Hele, bu gibi kanlı eylemleri gerçekleştirenlerden bazılarının, üzerlerine bombaları sarıp, kendileriyle birlikte onlarca insanı havaya uçurmasının, parça parça etmesinin çılgınlıktan başka bir izahı var mıdır?

Tamam, birileriyle farklı görüşleriniz olabilir, ama, senin gibi düşünmeyenlerin, hele de, silahlı mücadelenin içinde direkt olarak yer almayan sıradan insanların, kalabalıkların yok edilmesinin mânâsı ne? Kişileri katledince, zihniyetler de ölüyor mu? Öyle olsaydı, nice iyiler ve kötüler binlerce yıldır öldüler, ama herbirisinin zihniyetleri yaşıyor.. 

Böyleyken böylesine çılgınlıkların İslam adına yapıldığını söyleyebilmek ancak çılgınlık olur. Kaldı ki, elinde silah olmadıkça, hiç bir başka insanî anlayış, düşünce veya ideoloji üzerine bile böyle bir saldırı yapılamaz, yapılamamalıdır.

Sadece şu son günlerdeki saldırılara bakalım.

17 Şubat günü Pakistan’ın Belûcistan eyaletinin Quetta şehrinde meydana gelen patlamada bir pazar yerindeki halkın arasında patlatılan bir bomba ile, 70 kişi daha öldürülmüş ve yüzlerce de ağır yaralı.. Daha önce de, hemen hergün ve yıllardır başka yerlerde de patlamalar olmuş, onlarca insan parça parça olmuştu.

Bu gibi saldırılar artık günlük vak’a-y’ı âdiyyeden, olağan işlerden sayılmaya başlanmış olmalı ki, kimsenin kılı bile kıpırdamıyor. Hemen her gün aynı saldırılar..

Bu katledilen kitlelerin şu veya bu mezhebe aid olduğunun belirtilmesi ise, müslümanlarda daha bir vurdumduymazlık geliştiriyor. Herkes, kendi bağlısı olduğu mezhebden olanların acısını hissediyor; diğer tarafların üzerinde ise, durmuyor bile..

Afganistan’da da, aynı durum.. Kendi mezhebinden veya kendi mücadele grubundan olmayanların kitleler halinde öldürülmesiyle neticelenen saldırıları bile, ‘Allah’u Ekber  nidâlarıyla ve zafer sevinciyle karşılayan bir tuhaf ilkellik.. Denilebilir ki, canı sıkılan, hayattan bezen herkes, bir bombayı vücuduna sarıp dalıyor kalabalıkların içine..

Bakınız 17 Şubat günü, Irak’da da, bomba yüklü araçlarla yapılan saldırılarda 40’a yakın insan can vermiş bulunuyor. Yüzlerce de yaralı.. Kimileri mescidlerde, kimileri pazar yerlerinde, kimileri ekmek fırınları önlerindeki kuyruklarda.. Bunlara bir de falan veya filan mezhebin mahallelerinde olmuş.. iddiası eklenince, haberin nasıl daha bir zehirli olacağını ayrıca belirtmeye gerek yok..  Ve bu durum, hemen hergün böyle sürüyor..

Ve haberlerin dünyaya veriliş uslûbu ise, daha bir problemli ve utanç verici.. Şiîlerden, şu kadar, sünnîlerden bu kadar.. Ya da, falan etnik kesimden.. Bırakalım, İslam içinde olan insanların mezheb farklılığını, gayrimuslüm insanların da bu şekilde kitleler halinde katledilmesinin vurdumduymazca karşılanmasında biz müslümanların ağır bir vebali yok mu?

Bizler ki, dünyanın başka yerlerinde, Batı dünyasının büyük merkezlerinde  birkaç kişinin öldüğü bir saldırıya bile sessiz ve seyirce kalamazken, kendi dünyamıza nasıl böylesine ilgisiz ve duygusuz kalıyoruz?

İslam’dan böyle bir netice çıkarılamayacağına göre, o zaman bizlerin İslam anlayışında bir sıkıntı, bir bozukluk olup olmadığını düşünmeli değil miyiz?

Suriye’deki durum da özü itibariyle az farkla, aynı..

Tabiatiyle, aynı durum Suriye için de sözkonusu.. Orada da, onbinler öldürüldü, öldürülüyor; hele de son iki senedir..

Ama, orada da, birbirine karşı itiqadî açıdan çok zıd olan tarafların birbirine karşı verdiği mücadelede, elinde silah olanların birbirini öldürmesine de eseflenilse bile, asıl problem, asıl büyük facia, savunmasız, sivil halk kitlelerinin katledilmesi..

Elinde silah bulunan kimseler dâvâları, idealleri uğruna ölmeyi, öldürmeyi ve öldürülmeyi göze almışlardır; onlara bağlandıkları dâvâlara göre, herkesin bakış açısı farklı olabilir.

Ama, onbinlerin kitleler halinde katledilmesi ve bunların bir küçücük inanç grubunun 50 yıllık tahakkümünü ve iktidarını sürdürmek adına yapılması karşısında, birilerinin hâlâ,  bir halkın yönetimine haksız olarak el koymuş olan zorbaları, zamâne Yezidlerini mâzur göstermeye kalkışması!

Hele bazılarının gözleri o kadar kararmış ki, Suriye’de 60 binden fazla insanın, rejimin silah üstünlüğünden faydalanarak bir küçük inanç grubuna mensub ve Baas Partisi ve ideolojisinin kadrolarından oluşturulmuş Şebbiha milislerince öldürüldüğünü hava bombardımanları altında katledildiğini veya görmezlikten gelmekte öylesine bir körlük yaşanıyor ki, bunların kaatili olarak da, Suriye’nin kuzey komşusu gösteriliyor.

Her tarafın kendisine göre bir gerekçesi daima olur.

Hiç kimse, ayranım ekşi demiyecektir.

Ama, şu veya bu devletin stratejisine, maslahat, menfaat ve uluslararası diplomasinin denge hesablarına göre değil, bir müslüman olarak düşündüğümüzde, eriyip giden onbinlerin acısını yüreğimizde duymuyorsak..  İslam’ın bütün insanlık için ideal bir hayat nizamı olduğu iddiasını güvenle söyleyebiliriz?

Ya, bütün taraflar haksızdır ve ortada bir bâtıl güçler boğuşması vardır.  

Ya, bir taraf haklı, diğeri haksızdır..

Ama, iki taraf da haklı olamaz.. Çünkü, her iki tarafın da haklı olduğunu ve buna göre birbirini öldürdüğünü söylemek, mantığa da, hakk mefhumuna da aykırıdır.

*

Son zamanlarda medyanın bir kesimi tarafından, ‘Türkiye, Suriye’deki bataklığa gereksiz yere girdi. Suriye rejimi ve hele Beşşar Esed ile 2003-2010 arasında Türkiye’nin arası gayet iyi iken, birden n’oldu da, daldık o bataklığa? Bu işe bulaşılmamalıydı.. Milyarlarca dolarlık ticaretimiz de öldü..’  sözleri koro halinde nicelerimizce tekrarlanıp duruluyor.

Böyle söyleyenler sadece laik-materyalist- ulusalcı kişi veya çevreler olsa, onların maddî fayda veya menfaatleri önceleyen mantıklarına uyar bu durum.. der, geçilir. Ama, bunları söyleyenler müslümanlık hassasiyetine göre bir değerlendirme yapıyorlarsa, o zaman, insan söyleyecek söz bulamıyor.

Efendi, evinin yanıbaşındaki evden yükselen alevlerin senin evine de bulaşma ihtimali çok güçlü şekilde varsa, yeterli veya yetersiz, doğru veya yanlış bir takım tedbirler almaya kalkışmaz mısın? Ya da, komşunla çok iyisin, ama, onun evinde meydana gelen bir karışıklık üzerine, katliâm yaşanırken, ‘Bana ne, onun evinin iç işi.. deyip geçebilir misin?

Bu gibi durumlarda bazıları hemen topu taca atmaya çalışıyorlar, Suriye için niye bu kadar çırpınıyorsunuz  ve de, filan ülkeler için niye susuyorsunuz? gibi.. Ve, Bahreyn’den ne haber? deniliyor. Öyle ya; bu yarım milyonluk kadar nüfusu olan ülkede, halkın yüzde 70’i, belli bir mezhebden ve bu ülkede saltanat süren Hanedan ise, ayrı bir mezhebe bağlı.. Ama, o Hanedan’ın geride kalan yüzde 30’luk mezhebî grupla da bir ilgisi yok.. 

Kaldı ki, 35 yıl öncelerde de doğru dürüst haber bile alamadığımız halde, sırf, Şah’a karşı müslümanların yanında olmak için çırpınanlara da, başkaları, Yahu, size ne oluyor, böyle yırtınıp duruyorsunuz?. Yarın, Şah galib gelirse ne yapacaksınız? diyorlardı. Bu suallere muhatab olanlar ise, ‘Biz seferle mükellefiz, zaferle değil..’ demekle yetiniyorlardı; mazlumların, haklıların yanında yer almış olmayı prensip edinerek..

Sonra.. Arkadaş, sadece Bahreyn mi?

Hangi müslüman coğrafyada inancımıza göre bir yönetim tesis edilmiştir ki, sadece Bahreyn deyip duruyorsunuz.

Başta Suûdîde var olan ve İslamî bir takım motiflerle gizlenmeye çalışılan korkunç baskı ve diktatörlük rejimi olmak üzere, hemen bütün müslüman coğrafyalarında, Birinci Dünya Savaşı sonrasında, emperyalistler tarafından çizilen sun’î sınırlar içindeki bütün toplumların zulüm mekanizmaları altında değil mi? Ama, sözkonusu coğrafyalardaki halklar ayaklanmadıkça, kimseyi zorla ayaklanmaya çağıramazsınız. Çünkü bedeli asıl ödeyecek olan, o sınırlar içine hapsedilmiş bulunan o yerli halklardır.

Doğrudur ki, Bahreyn’de haksız yere öldürülen her insanın acısını da yüreğimizde hissetmeliyiz, ama, onların acısı, diğer tarafta 70 bine yakın insanın öldürülmesi faciasını gözardı etmek için kullanılıyorsa, bunun neresi insanî?

Efendim, filan ülkeler de mücadelelerini silahsız olarak verselerdi..

Doğru.. Ve keşke öyle olabilseydi.. Ama, bu temenni, ne kadar gerçekçi ve geçerli? Baas rejimleri silahsız muhalefet diye bir yapılanmaya müsaade ediyor mu ki, silahsız muhalefet deniliyor? Muhaliflerine nefes alacak bir mekan bırakmayan diktatörlüklere karşı silah kullanmak zorunda kalanları suçlamak insafsızlık değil midir?

Baas rejimlerine karşıtlık, Saddam’la mı sınırlıydı?

Baas rejimlerinin, Irak’da 1968-2003 arasında 35 sene boyunca Saddam liderliğinde; Suriye’de de 1963’den bu yana, tam 50 yıldır ve son 44 senesi (Baba-Oğul) Esed liderliğinde sergiledikleri ve muhaliflerini kanlı şekilde ezmek siyasetini kavrıyamıyanlar,  T.C.’de 1925-Şeyh Saîd, 1930-Ağrı, 1937-Dersim hareketlerinin nasıl ezilip geçildiğini hatırlamalılar..

Tabiatiyle, bu hareketler de belli yörelerde ortaya çıktığı için, kısa zamanda ülkenin diğer kesimlerindeki geniş halk kitlelerine kürdçü veya gerici gibi isimlendirmeler halinde sunulmuş ve ezilip geçilmişti. Yani, Baas rejimlerinin usûlünün öncüsü gerçekte, İttihad-Terakkî ve onun laik-kemalist uzantısının uygulamalarında da temaşâ edilebilir.

Ve T.C. rejiminde silahsız mücadele ve muhalefet hareketleri ise, görüldüğü gibi, 70 küsur sene boyunca, nice taklalar atılarak biraz biraz ancak son zamanlarda netice vermeye, zencirler zorlanmaya başladı.  

Birileri, İran’a saldırıp 8 yıl boyunca savaşan Saddam’ı Baasçı ideolojisinden dolayı yıllarca tekfir ederken; aynı hassasiyeti, diplomatik kaygularla değil, bir inqılabçı tavırla hareket etmek adına, başka bir Baas rejiminin cinayetlerine karşı da aynı hassasiyetle karşı çıkmalı değil miydi? 

Ki, bu satırların sahibi, Suriye Baas rejimi diktatörlüğüne karşı görüşlerini bugünlerde değil, 1976’lardan beri devamlı olarak, en azından yazıyla olsa da dile getirmeye ve Baas ideolojisinin ve rejimlerinin -kendi çapında- karşısında olmaya çalışan birisidir. 1980 yılı başında İslam İnqılabı’nın birinci yıldönümü için Tahran’a bazı akademisyenlerle birlikte davetli olarak gittiğimizde, bir uluslararası toplantıda, hem de hiç yeri değilken sırf şefine yalakalık olsun diye  Hâfız Esed’i öven Suriye Evqaf Nâzırı’nın konuşmasını El’mevt’u li-Esed!.’ (Esed’e ölüm!) diyerek protesto edip, onun konuşmasını engellemiş ve daha sonra da bu konuyu o zamanki Suriye Başmüftüsü (türkçe de bilen) Şeyh Ahmed Keftarû ile uzun uzun müzakere etmiş birisidir.

‘Hama Faciası’ üzerine ne olmuştu?

İslam İnqılabı’nın etkisi bütün dünyaya dalga dalga yayılır ve bu dalga, dışardan Saddam’ın saldırısıyla, içerden de laik -marksist ve kavmiyetçi  unsurların ayaklanma çabalarıyla kırılmaya çalışılırken.. Bir diğer hedef de, bu inqılabı, ya İranize etmek, belli bir coğrafyayla sınırlamak,  ya da sadece bir mezhebin hareketi olarak algılatmak projesini gerçekleştirmek idi..

O sırada, Suriye’nin Hama şehrinde, önde gelen ulemâdan ve Saddam’a hayranlığını gizlemeyen Saîd Havva öncülüğündeki İkwan-ul’Muslimîyn Hareketinin, bir ayaklanma başlattığı sonradan öğrenilmişti ve o facia, bu hedeflere epeyce hizmet etti.

Hem dünyadaki iletişim ve ulaşım imkanları sınırlıydı, hem de Saddam’ın ordularının İran toprakları içinde, bazı yerlerde 130 km.’ye varan ilerlemesi ve kanlı savaş sırasında, özel savaş şartları yüzünden, haberler sınırlı şekilde ve maksada uygun şekilde yayınlanıyor veya yayınlanmıyordu.

Bu konuda daha önce yeteri kadar açıklama tarafımdan defalarca yapılmıştır..

Sadece şu kadarını belirteyim ki, üzerinden haftalar geçtikten sonra Hama Faciası’nından haberdar olunca, zamanın İnqılab Mahkemeleri’nin ünlü başkanı Âyetullah Sâdıq Khalhalî’ye, ‘Hama Mes’elesi’nde bir yanlış siyaset yok mu?’ diye sorduğumda, tepkisi, sadece kendi askerî durumlarını esas alan bir anlayışa göre olmuştu ve kendi mantığı açısından tutarsız sayılmazdı..  ’O İkhwan mâdem ki, o kadar müslüman, niye Suriye’ye karşı ayaklanıyor da Mısır’da Mubarek’e karşı ayaklanmıyor, Amerikan emperyalizmine niye zarar vermiyor?  şeklinde, tatmin edici olmayan bir şekilde karşılık vermişti.

O zaman, Hama’da İran güçlerinin de devreye girdiği ve Saddam’ın Baascı Irak rejiminin saldırısına karşı İran’ın yanında yer alan Suriye Baas rejimini ve Hâfız Esed iktidarını kurtardığı iddiaları ise, propaganda mekanizmalarınca var gücüyle yayılıyordu..

Bugün de benzer iddialar tekrarlanıp duruyor. Yalnız bir farkla ki, bugün ’Suriye’de başarı elde edildiyse, bizim askerî danışmanlarımız sâyesindedir.. diye açıkça beyanlar dile getiriliyor, sorumsuz ve gayri- resmî kişilerce değil, resmî yetkililerce.. (Bu arada belirtilmeli ki, önceki yazının sonunda bir yoruma karşılık verirken, üstü kapalı olarak anlatılan bir sözün bir yakıştırma olduğunu zannedenlere, ’Suriye’nin kendilerinin stratejik açıdan 35. eyaletleri olduğunu’ söyleyen kişinin, İnqılab Rehberi’nin başkomutanlığındaki Besicî denilen Gönüllüler Ordusu’nun Ammâr Karargâhı’ın Başkanı ve üniversitede öğretim üyesi olan Mehdi Tâib isimli ünlü bir huccetulislam olduğunu ve onun, geçen hafta, ’Suriye ordusunun başarısızlığının, kendi tavsiyeleriyle kurdurulan 60 bin kişilik bir milis gücüyle giderildiği’  şeklindeki sözlerini binlerce üniversiteliye hitaben yaptığına delil isteyenler, tabnak.ir’e girip, 14 Şubat günü, 302720 no. ile yayınlanan haber-yoruma bakabilirler. Taa ki, Suriye’nin içişlerine başkalarının karışmaması nasıl oluyormuş, görüle..)

*

Evet, 1982-Hama Faciası günlerinde İran’ın ilgisiz veya bilgisiz kalmasının kendisini kuşatan ağır savaş şartları yüzünden mümkün olabileceği kabul edilebilir.

Bu vesileyle, bir canlı şahidin söyledikleri..

Bu vesileyle, 1982 -Hama Faciası üzerine sık sık gündeme getirilen bir soru da İmam Khomeynî’nin o konu üzerinde nasıl bir tavır takındığına dairdir. Yeri gelmişken, belirtilmeli ki, o dönemde Şam’da İİC’nin büyükelçisi olarak bulunan (ve bir bombalamada yaralanıp sakat kalan ve daha sonra İçişleri Bakanı da olan ve İmam’la da yakın irtibatı olduğu için rahatlıkla görüştüğü bilinen) Ali Ekber Muhteşemîpur, 6 ay kadar önce, haftalık Âsumân dergisine verdiği mülâkatta Hama Mes’elesi’ni şöyle anlatıyor, (özetle):

’O günlerde, Suriye’de İslamî sembollerden örtüye, gericilik sembolü olarak saldırılıyordu. Bu benim için çok ağır idi. (...) Bir gün, bir caddede çok şiddetli bir patlama oldu.. Oradaki okulda bulunan bütün öğrenciler öldü.

Bu işin İkhwan-ul’Muslimîyn’in işi olduğu söylendi.

Bu hadise sonrasında, başka hadiseler de cereyan etti.

1982’de Hama’da çok büyük bir katliâm yaşandı. Bu, büyük gürültü kopardı.. Abartmalı olarak, birkaç on bin kişinin öldüğü söylendi.

Elbette çok ölüm oldu..Dakik rakam bilinmiyor.

Ben o zaman çok sert bir rapor yazıp İran’a, Dışişleri Bakanlığı’na gönderdim. Ben onlara gönderdiğim raporların bir nüshasını da İmam’a gönderiyordum. İstiyordum ki, bütün işlerimden haberdâr olsun.. 

O rapordan sonra İran’dan istediler, geldim.. İmam’la da görüştüm.

İmam, benim aracılığımla Hâfız Esed’e, ’Bu yaptıklarınız nedir? Bunlar hem kendi zararınadır, hem de İslam dünyası aleyhinedir.. Siz İslamî gereklere ve sembollere niçin muhalefet ediyorsunuz?’ şeklinde bir mesaj gönderdi. İmam bana, ’Git, bunları ona söyle..’ dedi..

İmam, Hâfız Esed’e gönderdiği bir mesajında da (…) halkın, sünnîlerin  katliâmı gibi işlerden el çekmeye çağırmıştı..) (tabnak.ir’den: 259 817 sayılı haber-yorumdan naklen..)

Evet, bu konuda, o facianın 30 küsur yıl gerisinden, en net açıklama bu.. 

*

Bugün ise, herhangi birileri değil, resmî bazı sorumlular, kesinkes, Esed’i ve rejimini kendi kırmızı çizgileri olarak niteliyor ve hattâ onun Hakk çizgisinde olduğunu belirtip, ona Yezid denilmesine bile tahammül edemiyorlar. Halbuki, kendi içlerindeki muhaliflere bile, en hafif suçlama Yezid suçlaması olurken..

Hattâ birileri, Beşşar Esed’in son Mevlid Kandili dolayısiyle bir mescidde namaz kılma sahnesini onun müslümanlığına delil olarak gösteriyorlar. Halbuki, Hâfız Esed de namazlara katılıyordu.. Ve dahası, Şah ve hanımı da, İslam İnqılabı’nın gerçekleşmesi öncesindeki son aylarda, Meşhed’deki İmam Rızâ Türbesi’ne gitmişler ve Ferah Pehlevî çarşafa bürünmüş olarak; Şah da kol ve paçalarını sıvayıp, eline aldığı bir bezle o türbenin tozlarını almış ve bu renkli sahneler halka ekranlardan günlerce gösterilmişti.

*

Doğrusu, bu satırların sahibi de Beşşar Esed’in bazı mülayim tavırlarından, durumun daha iyiye gidebileceği umuduna kapılır gibi olmuştur, başlangıçta..

Ama, Arab diyarlarında bir qıyâm hareketleri başlayınca..  Oradaki baskı uygulamalarının Suriye’de daha da keskin olacağını; bırakınız yetkilileri, sokaktaki sıradan kimseler de tahmin edebiliyordu. Çünkü, oradaki rejim de tıpkı Saddam rejimi gibi Baas ideolojisine bağlı bir rejim idi.. Saddam’ın Baas rejiminin nasıl bir kanlı diktatörlük ve en küçük muhalefeti bile yok etmek sûretiyle ezip geçtiği bilinidiği gibi, Suriye Baas rejiminin de aynı yöntemi tatbik edeceği, aşağı yukarı kesinlikle bekleniyordu.. Çünkü, o menhus Baas rejimi, Beşşar Esed hattâ babası gibi yapmak istemese bile, onu, o sistemin, rejimin, o mafia mekanizmasının başkanlığına boş yere getirmemişti.

*

Geçenlerde, 20 yıllık bir eski dost, ülkesinin bir dış ülkedeki en üst derecedeki temsilcisi ile bu konuyu tartışırken, Hangi rejim kendisinin yıkılmasına seyirci kalır? demişti..

Ama, o rejimin o halkın iradesi adına hükûmet edip etmediğini hatırlamak bile istemiyordu..

Bu eski dost, ’Yani, biz seyirci mi kalacağız?’ diye eklemiş ve daha sonra, Tayyib seyirci mi kalacak? demeyi ihmal etmemişti..  

Bu şaşırtıcı soruya karşı şu kadarını söylemekle yetindim: ‘Eğer, sivil yerleşim birimlerini, halkı, şehirleri topa tutarsa, ona da karşı çıkarım!

*

Geliniz, her kim olursak olalım, müslüman isek, Allah huzurundaki; müslüman olmayanlar da  vicdanları karşısında ve konuya devletler açısından bakmak yerine, bir müslüman ve insan olarak bakmak gerektiğini düşünelim..

Çünkü, istisnasız bütün devletler, önce kendi maslahat ve menfaatlerini, geleceğe aid projelerini düşünüyorlar ve bu konuda, onbinler-yüzbinler perişan olmuş, olmamış; onunla pek ilgilenmiyorlar. Filler tepişir, ezilen çimler olur.. meselince..

YAZIYA YORUM KAT

9 Yorum