1. YAZARLAR

  2. Leyla İpekçi

  3. Toprağın sahibi kim? Ev nerede?
Leyla İpekçi

Leyla İpekçi

Yazarın Tüm Yazıları >

Toprağın sahibi kim? Ev nerede?

16 Ocak 2009 Cuma 17:39A+A-

Gazze’deki Şeyh Rıdvan mezarlığının kazıcılarından Omar, saldırılarda ölen çocuk ve bebekleri bulabildiği bir deliğe gömdüğünü anlatırken, “soru sormak için bile vakit yok, önemli olan bir boşluk bulup cesetleri gömebilmek” diyor gazetecilere.

Bazı küçük çocuklar ise on gün kadar önce ölmelerine rağmen ancak yeni defnedilebilmişler. Zaten defin işlemlerinin de bombardıman riski nedeniyle çabucak yapılması gerekiyor.

Dönüp yine toprağa giriyoruz hepimiz. Uğruna kan döktüğümüz toprağa. Bize, bütün niyetlerimize, belleğimizde biriktirdiklerimize şahitlik yapacak kara toprağa.

Yeryüzündeki bütün büyüklenmelerimizi ve sahiplik iddialarımızı sıfırlıyor bizi içine alan toprak. “Önce biz gelmiştik” ya da “burada önce biz yaşıyorduk” naraları loş ve nemli karanlıklarda, balçıkta yankılanıyor olmalı binlerce senedir.

Dünyada kendi varlığını ancak toprak parçasıyla ‘hemcins’ olmaya indirgeyen bir kimlik anlayışı yüzünden bebeklerin kanını döküyoruz. İsteyerek ya da istemeden.

Hayatta ilk hazır bulunduğumuz yerdir ev. Bu bebeklerin ilk evi toprak oluyor hep.

***

Çamurun nuruna bakalım. Görebiliyor muyuz? Gerçekte nereye ait olduğunu keşfettikçe, o nur içinde kendi varoluş bilgisini okumaya başlıyor insan. Nereye aidiz? Ya bu sahip olma hırsı yüzünden yok ettiğimiz bebekler nereye ait?

Ve teknelerle denize yığılan kaçak göçmenler ve mülteci kamplarında su arayan kadınlar ve zeytin tarlaları havaya uçtukça, evleri buldozerle yıkıldıkça evlerini kamyonlara sığdırma telaşıyla yola çıkan sıradan insanlar nereye ait?

Küle dönmüş köylerinden, alev almış ahırlarından koparak asfalta ve betona yüzü döndürülen kitlelerin evi neresi? Veya büyük güçlerin ateşkes pazarlıkları sonucu anılarını, belleklerini, ölülerini ve hayallerini bırakarak göçenler? Kendi evlerinde oturabildiler mi bir daha? Hiç?

Hepimizin içinde ilk ev ya da belki bir ilk mağara var. Nereye gidersek gidelim, tüm ilkelliğine rağmen orada olan, temelini bizim mayamıza atmış olan bu ‘ev’de artık ne kimliklerin, ne farklı binaların, ne de evin harcının önemi yoktur.

Burası varlık bilincinin ilk oluştuğu yer. Bir sığınak aynı zamanda. Belki de sığındığımız ilk kimlik. Hem ait olduğumuz, hem de bize ait olan.

***

Bugün sığınacak kimlik ihtiyacımız ‘içimizdeki ev’i yitirdiğimiz ölçüde artıyor. Ve bize ait olmasını istediğimiz her tanımı ‘ev’ kılıyoruz kendimize.

Etnik, ırki, cinsî, sınıfsal kimliklerimize kutsallık atfetmeye başlıyoruz giderek. Kimliklere doğru çekilme telaşı, bu dünyada neden ‘hazır bulunduğumuzu’ da unutturuyor.

Küreselleşen dünyada pek çoğumuz kendi evlerimizde değiliz artık. Ama evin ilk imgesi bizimle birlikte gittiğimiz her yere kendini taşıyor.

Doğu’da ya da Batı’da, nerede olursak olalım O’nun huzurunda olduğumuzu, nereye dönersek dönelim O’nun yüzüne baktığımızı düşünüyorum.

Yeryüzündeki her noktanın ve varlığın her ânının en güzel surette bir ‘tecelli’ olduğunun bilgisi her birimizin ‘ilk ev’inde duruyor. Orada, kendi evimizde ve hâlâ canlı bir bilgi bu.

Başka ev? Başka toprak? Hayır yok. Satın aldığımız, kiraladığımız, işgal ettiğimiz, göç ettiğimiz, tehcir edildiğimiz, sürüldüğümüz, utanç duvarlarıyla böldüğümüz toprakların ve evlerin sahibi değiliz.

Çünkü biz, içimizdeki ev bilgisine atfen söylersem, ancak ait olabiliriz, sahip değil.

***

Güvenlikli, sağlam ve içinde ‘kendimiz’ olan sığınak, bizi varlığın bilgisine bağlıyor iç yollardan. Kendimize atfettiğimiz değil, kendimizde hazır bulduğumuz bir kalp ilmi bu. İçimizdeki kutsal. Başkalarının yapamayacağı ev.

Her şeyden kaçıp kurtulmak istediğimizde, çok derinliklere çekilip bulduğumuz (ya da bulmayı umduğumuz) bu düşsel yapı bizi ‘canlı’ bir biçimde cennete bağlar. İlk evimize.

Gelgelelim cenneti bu dünyada kurmak isteyenler, birilerinin öncelikle cehenneme gönderilmesi gerektiğine hükmediyor. Cennetin sahipliğine soyunuyorlar.

Birilerinin ilkel, henüz yeterince evrilmemiş hayvansı yaratıklar olduğunu düşünüyorsanız, onlara yapılan zulmü mazur görebilirsiniz kolayca. Ve yeryüzünün onlar için cehenneme çevrilmesi karşısında gerekçeler bulmaya başlayabilirsiniz.

Evet, koptuk evimizden ve düşüyoruz. Mezar bekçileri bebek gömüyorlar habire. Ama düştüğümüz her katla birlikte, cennet biraz daha genişliyor, bizi bırakmıyor. Kopuş anında tutuyor hep.

Koptuğumuz yere olan aidiyetimizi imleyerek ‘ilk ev’ metaforuyla içimizde canlı kalmayı sürdürüyor.

Yeter ki, dünya toprağına sahip olmak için vahşet uygularken, cennet ile cehennem arasında yalnızca bir ‘adım farkı’ olduğunu sezebilelim.

TARAF

YAZIYA YORUM KAT