1. HABERLER

  2. İSLAM DÜŞÜNCESİ

  3. Son yol gösterici: Hz. Muhammed (s.a.v)
Son yol gösterici: Hz. Muhammed (s.a.v)

Son yol gösterici: Hz. Muhammed (s.a.v)

Hz. Muhammed (s.a.) son yol göstericidir. Onun bize bıraktığı doğru ve güvenilir yol haritası son vahy olan Kur’an-ı Kerim’dir. O, hem bize Kur’an’ı öğretti hem de sırat-ı müstakim üzere nasıl yol alınacağını gösterdi.

28 Ekim 2020 Çarşamba 16:07A+A-

Ali Bulaç’ın kendi kişisel sitesinde yayınlamış olduğu “Son Yol Gösterici” başlıklı yazısını iktibas ediyoruz:

Konuşmayan tanrının amacı ne?

İnsan, yaşadığı kısacık dünya hayatında varlığı, hayatı ve kendini tek başına anlamlandırabilir mi, yoksa hariçten bir yol göstericiye muhtaç mı? Deist felsefi görüşlere sahip olanlar, bir Tanrı’nın varlığına inansalar bile, vahye ve vahy alan bir elçinin yol göstericiliğine inanmazlar. Bu kabulün bazı zorlukları var, bunlardan biri insanın sadece varlık, hayat ve kendisiyle ilgili anlam bulma durumunda kalmasından başka varlığına inandığı Tanrı (ilah) hakkında da bir fikre sahip olmak durumunda kalmasıdır. İnsanın bu zorlukları aşamadığı deneysel olarak bilinmektedir ve bu deizmin niçin yaygın bir inanış olmadığının sebebine işaret eder.

Deizmin bize ikna edici gelmeyen en belirgin yanı, bu varlığı yaratmış olan Allah’ın bizden herhangi bir şey talep etmemiş, bize niçin yarattığını anlatmadan bizi öylesine kendi halimize bırakmış olduğuna dair faraziyedir. Yarattıysa, var ettiyse bunca işi niçin yaptı? Bizi bilgilendirmesi gerekmez miydi?

Deizm yanında, hümanizm de, insanın kendi başına ve tamamen kendi akli çabasıyla Hakikati bulabileceğini, her insanın kendine özgü bir bireysel hakikati olabileceğini ve kendi hayatını çizerken hariçten hiçbir yardım ve yönlendirmeye muhtaç olmadığını varsayar ve bunu çeşitli kavramsal çerçeveler içine yerleştirerek savunur. Deizme göre, vahy, ilham veya nübuvvetin bir hakikati yok ki, bize hakikat hakkında yardımda bulunsunlar. Ancak Hakikat bizden bağımsızdır, bizden önce vardır, bu dünyadan ayrıldıktan sonra da varlığını devam ettirecektir, bizim üstümüzdedir. Bizim ruhumuzun derin tabakalarında kökleri ve yansımaları varsa da, aşkındır/mütealdir. Kişisel olarak dünyaya gelmeden (annemizin karnından doğmadan) önce varlığın bir gerçeği varsa, tür olarak insandan önce de varlık var idiyse, bizim ve varlığın hakikatsiz, anlamdan ve amaçtan yoksun varlıklar olarak bu alemde yer alışımız düşünülemez. İçimizde (enfûs) veya dışımızda (afâk) biz sadece onu bulmak, ona giden yolları keşfetmekle yükümlüyüz. İnsandan insana değişen şey Hakikat arayışlarında izlenen yollar ve bu yollarda harcanan cehd ve gayretlerdir. Hümanist felsefelerin insana anlam ve amaç konularında tatminkar çerçeveler sunmadığını da son iki yüz yıllık tarihten anlamış bulunuyoruz.

Öyle ise; eğer “insan kendi başına bırakılmamışsa” (75/Kıyame, 36) ve kendi insani-bireysel çabasıyla yaratılış, hayat ve insanın kaderi hakkında bir anlam haritası çıkarma konusunda kendine yetmiyor ise, bu durumda onun “bir yol gösterici”ye ihtiyacı vardır, bu en azından teorik seviyede akli bir gerekliliktir. Nihayet Vahy ile ilgili inananlar ile inanmayanlar arasındaki en esaslı ihtilaf konusu bu noktada toplanmaktadır.

 Deizmin, dün olduğu gibi bugün de insanların büyük bir bölümünün itibar ettiği inanma biçimlerinin başında gelmesinin anlaşılır sebepleri var. Din ve vicdan özgürlüğünün teminatı anlamını aşan laiklik –ki artık biz buna laisizm veya laikçilik diyoruz-, kadim çağlardan beri varolagelen deizmin kendini ifade ettiği modern formdur. Bu üzerinde durulmaya değer bir konudur:

Arap müşrikleri Allah’ın varlığına inanır, ama kendilerine tebliğlerde bulunmak üzere elçi gönderdiği fikrini reddederlerdi. O günün müşrikleri bugünkü deistler gibi “Allah’ı layıkıyla takdir etmiyorlardı) (6/En’am, 91.) Bugün de fıtri olması hasebiyle insanların ezici çoğunluğu şu veya düşünce çerçevesinde teşekkül etmiş bulunan bir “Tanrı fikri”ne sahiptirler, ama Tanrı’nın elçi gönderdiği fikrine sıcak bakmamaktadırlar. Dinin gerçeğini teyid ediyorlar ama varlık tahayyülü, insan ilişkileri ve toplum/medeniyet tasavvuru itibariyle dinin marjinal kalmasını, izafiliğe boyun eğmesini ve elbette bu çerçevede özel hayatla sınırlandırılmasını istemektedirler. Tarihsel ve fikri geçmişi olan bu inanca kısaca “deizm” denir. Deizm bize şu soruların cevabını veremiyor:

İlki, Tanrı, kendisi hakkında insana bilgi vermek istemez mi? Verme gereğini duymuyorsa, bu durumda insanların kendisi konusunda bildikleri gibi düşünmelerinde, akıllarına geldiği gibi tasavvurda bulunmalarında herhangi bir sorumlulukları olmaması gerekir. Herkes zannınca bir tanrı fikrine sahip olabilir ve bu farklı tanrı tasavvurları çatışma sebebi olabilir. Din ve mezhep savaşlarının bir sebebi bu zaten.     

Greklerin Tanrı tasarımı bugün de geçerliliğini koruyor, ama Greklerin cevabını bulamadığı sorunun bugün de cevabı verilmiş değil: Tanrı varsa –Aristo en azından İlk Hareket Ettirici sıfatıyla Tanrı'nın var olduğunu söylüyordu-, Tanrı kendi Zatı, isimleri, fiilleri, sıfatları; insanı, hayatı ve varlığı ne için yarattığı konularında insana niçin bilgi vermiyor? Bir daha buna "gerek" görmediğini varsayalım: Gerek görmüyorsa Kendi Varlığı'nı niçin hissettiriyor? Bu tanrı insanla saklambaç mı oynuyor? İnsan Tanrı'nın oyuncağı değildir. Tanrı, insanla konuşmaya tenezzül mü etmiyor? Öyle ise, niçin konuşmaya tenezzül etmediği bir varlığı (insanı) yarattı? Konuşacak dili, imkanları, gücü ve melekesi mi yok? Öyle ise bu dilsiz tanrı nasıl bizden saygı bekleyebilir?

Deizm bu sorulara derinlemesine cevaplar aramaz. Çünkü cevap aramaya koyulduğunda ateizmin yoluna gireceğini bilir. Ateizmin veya onun bir safha önceki hali olan agnostizmin sebebi, kendisi hakkında bilgi vermeyen bir tanrının zatını, isim, sıfat ve fiillerinin önüne geçirmeye kalkışmaları ve tabii ki bu işin içinden çıkamamalarıdır.

 İslam kelamının genel çerçevesinden Allah insanı yaratmış, bu dünyaya “belli bir süre (ecel)” kalmak (dünya hayatını yaşamak) üzere göndermiş ve fakat insanı yardımsız ve inayetsiz bırakmamıştır. Allah’ın insana bahşettiği en büyük yardım ve inayet ona kitaplar ve peygamberler aracılığıyla seslenmesi, yol göstermesidir. Allah Musa aleyhisselam ile konuşmuş, diğer peygamberlere kitap göndermiştir. Allah, vahy yoluyla kendisi hakkında bilgi vermiş, insana yol haritası bağışlamıştır. Bu açıdan Kitap da peygamber de “doğru yol”a yönelten “hadiler”dir. Hidayet, sırat-ı müstakime yönelmedir, ancak Yol’un kendisi değildir. Bir başka ifadeyle İlmu’l-yakin (kesin doğru bilgi) mahiyetinde olan sağlam ve güvenilir bir yol haritasıdır. İnsan bu yol haritasında gösterilen güzergahların her birini, işaretleri (âyât) dikkatlice izler ve yol alırsa önce Ayne’l-yakin (gerçekliğin doğru ve kesin gözlemin)e, arkasından cehdi ve takvası nisbetinde Hakke’l-yakin’e, yani kesin Hakikat’e ruhi iştirak ve tecrübe ile yakınlaşır, giderek ona katılır ve onunla bütünleşir. Bunun kime, kaç kişiye nasip olduğunu da Allah’tan başka kimse bilemez. İnsan için en yüce hedef budur.

Peygamberliğin bu çerçevede rol oynaması sayesindedir ki, insan kendini tiranlara karşı korur, totaliter rejimlere karşı mutayakkız olur ve elbette her türlü beşeri mutlakiyetçiliği reddeder.

İnsan-peygamber ilişkisini, ipek böceği-koza ilişkisine benzetebiliriz. İpek böceği kendi etrafında koza örer. Bu örme fiili öyle bir noktaya gelir ki, ördüğü koza onu dış dünyadan koparır ve böcek ölüm noktasına gelir. Tam bu safhada kozasını yarabilirse veya dışarıdan biri kozayı yararsa, böcek özgürleşir, kendi hapishanesinden gerçekliğin dünyasına çıkar.

İpek ticaretini yapanlar için tek çare böceği öldürüp ipeğe sahip olmaktır, onlar ne böceği özgürleştirir ne dışarıdan bir müdahaleye izin verirler. Eflatun'un mağara istiaresi, bize ‘dışarıdan biri’nin fiili yardımını ilham edici mahiyettedir. Yüzleri mağaranın iç duvarına dönük bir biçimde zincire vurulmuş insanları kim kurtaracak? Kendileri mi, yoksa dışarıdan birileri mi? Eğer insan salt kendi başına kurtulabilir diyorsanız, siz kusursuz bir deistsiniz, dışarıdan yardım almaya muhtaçtır derseniz, oturup uzun uzadıya düşünmeniz lazım. Dışarıdan insana yardıma gelenler veya başka bir deyişle insanı kurtarmak üzere özgürlükler mücadelesinin sürdüğü sahneye çıkanlar, sonunda insanı kendilerinden kurtulma mücadelesini vermeye mecbur etmişlerdir. Faşizm ve komünizm, bilimsel sosyalizm bu türden kurtarıcılardı. 20. yüzyılda beşeriyete kan kusturan bu siyasal rejimlerin felsefi ilham kaynaklarını, bütün Batı felsefesinin kendisine bir dip not düşüldüğü söylenen Eflatun’a dayandırmaları boşuna olmasa gerek.

Bir yönüyle insan da ipek böceği gibidir. Kendi bilgisi, tecrübesi ve zaman içinde sahip olduğu birikimi üreterek, üst üste koyarak "irfan" veya “kültür” üretir. Bu Öğrenilen Bilgi”dir. İrfanın müteal/aşkınla, vahy ve hikmetle ilişkisi dolayısıyla koruyucudur. Onu üreten insanı kendi hapishanesine kapatması dolayısıyla kültürün kaderi, bir süre sonra kapalı bir sisteme dönüşmektir. Eğer insanın bilgi stokunda her aşamada yaptığı şeyleri test etmesine yarayacak doğru kriterleri yoksa, nerede duracağını ve hangi sınırları çiğneme hakkına sahip olmadığını bilmiyorsa, bir süre sonra ipek böceği gibi kendi kültürüyle etrafına koza örer ve giderek ördüğü şey onu gerçekliğin dünyasından koparan hapishanesi olur. Onu kaynar kazanlara atıp ipeğinden ticari metaa çevirecek olanlar hazır beklemektedir. Aydınlanma, insanın dışarıdan hiçbir yardım almadan kendi akli çabasıyla bulunduğu koza durumundan çıkıp özgürleşebileceğini iddia etti. Kant, açıkça Aydınlanma'yı "içine düştüğü bu erginsizlik durumundan sadece aklı aracılığıyla kurtulması" olarak tanımlıyordu. Fakat bunun mümkün olmadığını deneysel olarak hem müşahede ediyor hem yaşıyoruz. En azından bizi Zeus’un elindeki bilgi ateşine sahip kılmak isteyen Promete’nin –bu liberal felsefenin bireyi, Nietzsche’nin süpermeni de olabilir- sonunda bir tiran olup karşımıza çıktığını ve Zeus’un yaptıklarının kat kat fazlasını hemcinslerine reva gördüğünü söyleyebiliyoruz. Bunun sorumlusu, Allah'ın insana en büyük bağışı olan akıl değildir, sorumlu, aklı ilahi menşeinden, Nefha-i ruhun mahiyetinden koparan ve onu nefsin bencil tutkuları, heva ve hevesinin saldırılarına karşı korumasız bırakan zihni inşa olan kültürdür.

 Tarihte kozanın kalınlaştığı, insanın kendini kültür hapishanesine tıktığı her kritik zamanda Allah bir peygamber gönderir. Peygamber kozayı yırtıp insanı bulunduğu yerden elinin içine alıp mı kurtarır? Hayır, öyle olsaydı Eflatun’un istiaresine ve ondan türeyen faşizmi ve komünizme çıkardık. Peygamber, insana doğru bir yol haritası verir, onu hidayete yöneltir. Başka bir ifadeyle enfûsundaki hakikat meşalesini tutuşturur, afaktaki hakikatle bağını kurmasına yardım eder. Ancak geçerli kural şudur: Kendini kurtaran insandır. Varlık ağacının olgun meyvesi, yeryüzünde Allah'ın halifesi ve bu özellikleri dolayısıyla Eşref-i mahlukat olan insan Allah’ın lütuf ve ihsanı, peygamberin (nübuvvet ve risalet) yol gösterici eşliğinde bunun başarır. Bu ilk peygamberden son Peygamber (sa.)’e kadar hep böyle olmuştur.

Hz. Muhammed (s.a.) son yol göstericidir. Onun bize bıraktığı doğru ve güvenilir yol haritası son vahy olan Kur’an-ı Kerim’dir. O, hem bize Kur’an’ı öğretti hem de sırat-ı müstakim üzere nasıl yol alınacağını gösterdi. Bugün de insan o çok övündüğü kültürüyle etrafına muazzam bir koza örmekte, kendini kendi elleriyle ördüğü bir hapishanenin, modernliğin kapalı sistemi içine tıkamaktadır. Elbette yeni bir peygamber gelmeyecektir. Çünkü geldi, yol gösterdi ve bize sağlam ve güvenilir bir yol haritası (Kur’an) bıraktı.

Nubuvvet

Eflatun’un istiaresinin bir başka okuması da mümkündür: Zihnimizde canlandırmaya çalışalım: İstiarede mağarada yaşayanların elleri kolları zincirle bağlanmıştır. Yüzleri duvara dönüktür ve sadece dışarıdan gelip geçen varlıkların gölgesini görebilmektedirler. Gölgelerin asıllarını göremedikleri için zanlarınca varlık mağaranın iç duvarına yansıyan gölgelerden ibarettir.

Gölgeler bir görüntüdür ve her bir gölgenin bir aslı vardır. Eflatun bu istiare ile insanların varlığı sadece görünüşten ibaret algıladıklarını, ancak bu görünüşlerin birer arke-tipe (A’yan-ı sabite) sahip olduklarını anlatmaya çalışıyordu.  Fenomenlerin her birinin asli bir hakikati varsa, varlıkta tezahür halinde bulunan her şeyin aynı zamanda bir köke sahip olması mantık gereğidir. İslami literatürde bunun anlamı “zahir” ve “batın” arasındaki ilişkinin birinin diğerinde içkin (mündemiç) olması veya onda açığa çıkmasıdır.

Eflatun’un altını çizdiği ikinci husus, “öğrenme”nin sadece bir “hatırlama” olduğu konusudur. Biz dünyaya potansiyel halde bilgilerle donatılmış olarak geliriz. İster akli yol (amaçlı teemmül ve tefekkür), ister varlığın çok yönlü ve sistemli müşahedesi (gözlem) veya ister enfüsi melekelerin ve özellikle basiretin açık kanalı olan “Kalb gözü”nün yardımıyla olsun, elde ettiğimiz bilgiler, esasında meta-kozmik durumda şahid olduğumuz ve bizzat iştirak ettiğimiz Hakikat’in ve Hakikat Bilgisi’nin bilinç seviyesine çıkıp hatırlanması, dünyevi ortam ve şartlarda algılanabilir ve anlaşılabilir hale gelmesidir. Kur’an’ın “Zikir” olması ve onu tebliğ edip açıklayan Elçi’nin “Müzekkir” olması bununla ilgilidir.

Eflatun’un üçüncü kaziyesi onun siyaset ve devlet teorisinin çatısını oluşturur; o da erdeme ulaşmaktan ve erdemli yaşamaktan başka hiçbir amacı olmaması gereken insanların bu amaçlarının ancak Kral- filozoflar’ın yönetiminde gerçekleştirebileceklerine dair olan inancıydı. Eflatun’un bu siyaset teorisinden totaliter ve despot bir cumhuriyet çıkarmak isteyenler olacaktı, nitekim çıkardılar da.

Eflatun’dan bahsetmemizin sebebi, sadece onun bu konuları ele almış olmasından dolayı değil. Eflatun, bunları çok daha sistemli bir çerçeve içine oturtarak, türümüzün asli ve en kadim sorununu ele almıştır. Başka kültür havzalarında da benzer fikirler vardır. Nitekim Eflatun’u Musa aleyhisselamın şarihi görenler var, bence bu hiç de yabana atılacak bir fikir değildir. Eflatun, Sokrat ve daha önceki filozofların büyük bir bölümü merkezi Babil olan Keldani hikmetini çeşitli kavramsal çerçeveler geliştirerek tekrar edip durmuşlardır. Bu hikmeti Hz.Adem ve İdris’ten sonra bir daha yeniden formüle eden ve öğreten üç semavi dinin ortak atası Hz. İbrahim’dir. Eğer Hz. İbrahim olmasaydı ne mantık olurdu, ne Aristo’nun mantığından bahsetmek mümkün olurdu. Fakat felsefe tarihini kendi şahsi görüşleri doğrultusunda resmeden bazılarına göre neredeyse ilkçağ filozoflarının tamamı ateist değillerse de, en azından materyalist idiler, mesela Ahmet Arslan’ın felsefe tarihini okuma biçimi öyledir. Oysa Batı felsefesinin kendisine düşülmüş dipnot olduğu söylenen Eflatun’a göre felsefe “ölümden sonraya (ahrete) hazırlık” çabasıdır. Aydınlanma’ya kadar felsefeyi besleyen temeli vahiy olan hikmet olmuştur; Aydınlanma’dan sonra da felsefeyle iştigal eden önemli filozofların gündeminde daima din ve inanç olmuştur.

Bu anlattıklarımızın Nübuvvet’le olan ilişkisi ilk iki fikir düzeyindedir. Varlık alemini büyük bir dağa benzetecek olursak, içinde yaşadığımız varlık alanı (dünya) bu dağın eteklerinin dibindeki mağaraya tekabül eder. Kelime kökünün "deni veya edna" olması bunu ima etmez mi? Bizler, kendi başına bırakıldığımız takdirde bu mağarada yaşamaktayız; ne koskoca dağın varlığından haberdarız, ne de mağaranın dışındaki yaşayan varlıklardan. Mağaranın önünden gelip geçenlerin gölgesine bakıp duvara ne yansıyorsa, her şeyi ve her şeyin hakikatini bu yansımalardan ibaret kabul ederiz, üstelik bilgilerimizden şüphe etmek bile aklımızdan geçmiyor.

Peygamber, yani Nübuvvet misyonuyla bize gelen elçi bize şunları söylemektedir: Mağaranın dışında çok daha farklı bir dünya var, bilmediğiniz bir varlık alanı, size bundan haber vermeye geldim. Sakın, gördüklerinizi varlığın bütünü, temel hakikati ve nihai formu olarak algılama yanılgısına düşmeyin. Eğer beni dinler ve sözlerime inanacak, uyarılarımı dikkate alacak olursanız, ellerinizi bağlayan zincirlerin nasıl çözüleceğini ve nasıl bu esaretten kurtulacağınızı da öğrenmiş olursunuz. Benim sizin zincirlerinizi elimle çözme ve sizi zorla (saytara ve ikrahla) tutup mağaranın dışına çıkarma yetkim yok. Ben sadece bir tebliğci, hatırlatıcı ve yol göstericiyim. Size öğretmeye ve yol göstermeye geldim. Bana uyarsanız kurtulursunuz, karşı çıkıp yalanlarsanız ebediyen bu esarete mahkum kalırsınız. Ben size karşı iki görevimi ifa ediyorum: Müjdeleyen (beşir) ve uyarıp korkutan (nezir)

Son yol gösterici

Son peygamber son yol göstericidir. Yani Nubuvvet zincirinin son halkası. Bundan dolayı Hatemü’n-nebiyyin’dir. Mührü vurdu ve aramızdan irtihal etti. Nübuvvet’in onunla sona ermesi, dünyevi tarihimizin ruhu olan Zaman’ın tabiatında katedilen merhaleyle ilgilidir. O, kendini Nebiyyü’l-asr olarak tarif etti: İkindi vaktinin peygamberi. Onunla Zaman’ın sonu arasında “iki parmak arası mesafe” var.

“Benim de atam” dediği Hz. İbrahim “öğle vaktinin peygamberi” olarak kutsal öğretiyi bir kere daha ve yeniden formüle edip tebliğ etti. Hz. Nuh “kuşluk vakti”nin, ilk babamız ve ilk peygamber olan Hz. Adem ise “Şafak vaktinin peygamberi”ydi.

Son Peygamber kendisinden önce gelen bütün peygamberleri (Nebi ve Resuller) doğruladı, teyid etti ve yüceltti. Filozoflar gibi yalanlamadı. Onunla Konuşan, önce “kendi kendisine iman etmesi”ni talep etti ondan (2/Bakara, 285). Göğsünü genişletti (İnşirah) ve istifa seviyesine çıkarıp seçti, mustafa kıldı.

Biz varlık aleminin, bu alemin Hakikat’inden en uzak ve en aşağı (deni) seviyesinde bulunuyoruz. Buraya ait olan sadece tesviyemizin maddi malzemesi olan dünyevi tabiatımızdır. Biz meta-kozmik durumda –zamanın olmadığı Zaman’da- Hakikat’i çıplak şekliyle görmüş, ona katılmış ve onun kucağında soluk almıştık. Buraya gelişimiz bir tenzil-i rütbe demek olan hubut dolayısıyladır. Asıl ait olduğumuz güzellik yurdunda sadece kotalı bir zamanda ve kotalı bir yerde yapılmaması gereken bir şeyi yaptığımız için tenzil-i rütbeye müstahak olduk. Buraya geldik, her şeyi unuttuk ve yer kürenin arzına attığımız ilk adımla kendimize ait bir zaman (tarih) ve bir bilgi (kültür) edindik.

Varlığın bütünü gibi bu dünya da aslında hayli karışık ve karmaşıktır. Yollar labirent gibi, şifrelerin her biri başka bir anlam düzeyine sahip. Bir sırrı çözüyoruz, arkasından binlerce sır beliriyor. Her şey sır içinde sırdır.

Mağarada ellerimiz zincirli, gözlerimizin önünde sadece şeylerin görüntüleri var. İşin trajik tarafı, bir mağarada sıkışıp kaldığımızın bile farkında olamıyoruz. Mustafa makamında bizim içimizden çıkan ve bizim dilimizle konuşan Elçi, bize öteden, bâtından ve müteal olandan haber getiriyor. Elimizden tutup bize afakı tanıtmaya çalışıyor, afâkın iz-düşümünün içimizde, enfûsi varlığımızın derin tabakalarında olduğunu söylüyor. Bizden talep ettiği şey vahyin ışığında aklımızı ve vicdanımızı kullanmamız. Eğer bu iki insani ve başka yaratıklarda olmayan üstün melekemizi kullanacak olursak, onun ilim ve hikmet pınarından biz de faydalanabileceğiz.

İnsan bu dünyada “kendi başına terkedilmiş, yalnız bırakılmış değil”dir. Son Peygamber, son yol gösterici olarak, başıboş olmadığımızı hatırlattı bize. Şu hususların altını çizdi:

Herhangi cinsten doğru ve selamete götürücü bir yol haritasına sahip olmadıkça kurtulamazsınız. Hem kendinize, hem başkalarına (tabiata, canlılara ve diğer insanlara) zulmetmeyin. Yetimi koruyun, açları doyurun. Affedin ve hoşgörün. Kin tutmayın, kalbinizde nefrete yer vermeyin. Yuvasından kaçmış nefsinizin sonsuz istek ve arzuları peşinde koşturmayın. Kendiniz için istemediğiniz bir şeyi kardeşleriniz için de istemeyin. Adaletle hükmedin, zayıfın yanında yer alın, mazlum olanı koruyun, baskıcı ve tahakkümcü yöneticilere karşı korkusuzca hak sözü söyleyin. Gurura kapılmayın, kendinizi aldatmayın, kibirlenmeyin, yalan söylemeyin, haram lokma yemeyin. Selam verin ve selamı yaygınlaştırın. Faizden, alkollü içkiden, zinadan, iftiradan kaçının. İnsanların kanını ve namusunu kendinize haram sayın. Ne zulmedin ne zulme uğramayı kabul edin. Hiçbir zalime boyun eğmeyin ve hiçbir zalimin yanında yer almayın. “Kim bir zalime yardım ederse Allah onu kendisine musallat eder.” Sadece Allah’a kul olun, sadece O’nu yüceltin ve sadece O’dan yardım dileyin. O’nun dışında kalan herkes ve her şey önemsizdir.

O bize ve bütün insanlığa bunları öğretti. Ne öğrettiyse onu hayatında tatbik etti.Ve bu öğreti çerçevesinde toplumsal bir düzen kurmamız için yol gösterdi veya böyle bir toplumsal düzen içinde yaşamımızı öğütledi. Yeryüzünü bize mescit kıldı. Onun öğrettiklerinin hiçbiri tarihsel ve dönemsel değildir, tam eksine evrensel ve ebedidir.

“O canımızdan önce gelir.” Ona yapılan hakaret bizi çok incitiyor.

Selat ve selam onun üzerine olsun.

HABERE YORUM KAT

1 Yorum