1. YAZARLAR

  2. Ulvi Saran

  3. Sivil toplum kuruluşları ne kadar sivil?
Ulvi Saran

Ulvi Saran

Yazarın Tüm Yazıları >

Sivil toplum kuruluşları ne kadar sivil?

10 Nisan 2008 Perşembe 04:57A+A-

Sivil toplumun işlevi ve sivil toplum kuruluşlarının rolü; Türkiye'nin gündemine damgasını vuran son gelişmelerle birlikte birdenbire kamu oyunun ilgi odağı haline geldi. Toplumun geleceğiyle ilgili konuların bir anda

gündelik kısır çekişmelerin gölgesinde kalabildiği ülkemizde, temel toplumsal ve siyasal sorunların popüler siyasetin kaygılarından uzak, stratejik bir yaklaşımla ele alınabilmesi ve uzun vadeli çözüm arayışlarına konu olabilmesi bakımından; siyasal sistemin yapı ve işleyişinin anlaşılmasında önemli bir çözümleme aracı olan "sivil toplum" kavramının ve bu kavram çevresindeki ilişkilerin açıklığa kavuşturulması önem taşıyor.

TOBB, TZOB, TESK, TİSK, TÜRK-İŞ, HAK-İŞ, KAMU-SEN gibi meslek örgütü ve sendikaların oluşturdukları platform; başka kritik dönemlerde olduğu gibi, son günlerde de ana muhalefet partisi, yüksek yargı organları ve hükümet arasında anayasa değişikliği ve parti kapatma davası nedeniyle yaşanan çekişme ve gerilim üzerine sağduyu çağrısında bulunarak yaşanan siyasi süreçte aktif bir rol üstlenme yoluna gitti. Sahip oldukları temsil tabanının genişliğine bakılarak toplumun yüzde 80'inin görüşlerini yansıttıkları teziyle gündeme gelen bu kuruluşların yaptıkları 'ılımlılık' çağrısının içeriği ve muhatabı konusunda süregelen tartışmalar ve bu çerçevede yürütülen spekülasyonlar, dar anlamda siyasi polemik konusu olmaktan öteye gidemiyor. Ancak, yaşanan gelişmeler; bütün bunların ötesinde, sivil toplum kuruluşu, demokratik temsil, siyasal katılım, sivil toplum-devlet ilişkisi gibi siyaset teorisine ve siyasal yapı ve mekanizmaların pratikteki işleyişine ilişkin temel sorun alanlarını su yüzüne çıkarabilecek önemli ipuçlarını bünyesinde barındırıyor.

Kavram ve tanım

Siyaset literatürünün temel bir kavramı ve demokratik toplumlarda siyasal ve toplumsal gelişimin başlıca dinamik güçlerinden biri olarak Batı dünyasında uzunca bir süredir var olan sivil toplum; ister mutlak monarşilerde ister 20'nci yüzyılın kapitalist, sosyalist ya da gecikmiş totaliter siyasal rejimlerinde; merkezi otoriter gücün baskı ve kontrolünden kaçmayı başararak kendi başına özerk (otonom) bir sürecin doğmasını ve bu yolla devletin dışında ve devlete rağmen var olabilen bir yapının şekillenmesini sağlayan güç olarak tanımlanıyor.

Sivil toplum kavramının her durumda devletin dışında kalan ve devlete karşı bir var oluşu ifade eden temel özelliğinden hareket edildiğinde; sivil toplum kuruluşlarının olmazsa olmaz üç temel şartı belirgin bir biçimde öne çıkıyor: Devletten bağımsız olmaları, gönüllülük esasına göre örgütlenmeleri ve toplum yararına hareket etmeleri gereği.

20'nci yüzyılın sonunda küreselleşmenin etkisiyle ulusal sınırların aşınması, sosyalist blokun çökmesi, sosyal demokrasinin zayıflaması ve liberalizmin yükselişiyle birlikte bir taraftan sivil toplum kavramı yeni bir anlam ve önem kazanırken; diğer taraftan sivil toplum kuruluşlarının yapı ve işleyişleri ve devletle ilişkilerinde siyasal katılımın ve çoğulculuğun artırılması yönünde yeni gelişmeler ortaya çıkıyor.

Türkiye'nin sivil toplum profili

Türkiye'de sivil toplum kuruluşları, çok sesliliği ve farklı eğilimleri temsil etmeleri nedeniyle siyasal katılımı artıran ve bu yolla toplumsal bütünleşmeye ve demokratikleşmeye katkı sağlayan örgütler olarak değil; aksine geliştirdikleri farklı yaklaşım ve söylemler nedeniyle toplumun organik bütünlüğünü bozan ve dolayısıyla devletin varlığını ve birliğini tehlikeye düşürebilecek kuruluşlar olarak algılandı. Her on yılda bir darbelerle kesintiye uğrayan arızalı bir toplumsal ve siyasal süreçte, sivil topluma karşı neden böyle güvensiz ve şüpheci olarak yaklaşıldığını anlamak ise zor değil.

Türkiye'de toplumsal ve siyasal sistemin bu tür bir gelişme sürecine dayanması nedeniyle sivil toplum-devlet ilişkisinin niteliği; birine rağmen diğerinin gelişerek var olabildiği ve kendini ifade edebildiği bir yapıya işaret etmiyor. Böyle bir sistemde devlet; toplumun sivil dinamiklerinin ve katılım mekanizmalarının da yer aldığı siyasal bir rekabet ortamında tabandan aldığı güç ve yetkilerle şekillenen bir yapı değil; verili bir kategori olarak geçmişten bu yana varlığını sürdüren, mutlak güç sahibi, insanlara hayat hakkı bahşeden, hatta gerek duyulduğunda sivil toplumu bile var eden ve denetleyen bir güç olarak karşımızda duruyor.

Bütün bunlar bir yana; evrensel geçerliliğe ve yaygınlığa sahip kavram ve kurumların kendine özgü bir mantıkla çarpıtıldığı ve özünden koparıldığı ülkemizde, sivil toplum kuruluşu kavramı da esas tanımından uzaklaştırılmış ve işlevsizleştirilmiş olarak farklı bir anlam ve içerikle karşımıza çıkıyor.

İçişleri Bakanlığı'nın verilerine göre halen Türkiye'de 78 bin dernek faaliyet gösteriyor. Ülke nüfusuna oranlandığında yaklaşık 900 kişiye bir dernek düşüyor. Birden fazla üyeliği olan bireyleri de içine alacak şekilde, tüm derneklerin toplam üye sayısı ise 7,5 milyon civarında. Bu da nüfusun yaklaşık yüzde 10'luk bir bölümünün dernek üyeliği yoluyla örgütlü faaliyetlere ve dolayısıyla sivil topluma katıldığını ifade ediyor. Gelişmiş Batı toplumlarıyla karşılaştırıldığında bu oranlar son derece yetersiz. Örneğin; nüfusu 5.5 milyon olan Danimarka'da derneklerin toplam üye sayısı 18 milyon. Türkiye'de 10 kişi ortalama bir dernek üyeliği elde ederken, bir Danimarka vatandaşının ortalama üç derneğe üye olduğu dikkati çekiyor. Bu durumda basit bir karşılaştırma yapılacak olursa, bir AB ülkesi olan Danimarka'daki örgütlülük düzeyinin Türkiye'den onlarca kat fazla olduğu söylenebilir.

Dernekler, vakıflar, düşünce toplulukları gibi gönüllülük esasına göre örgütlenen kuruluşların, devlet dışı alanlardaki varlıklarının ve etkinliklerinin son derece yetersiz oluşu, Türkiye'de gerçek anlamda bir sivil toplumun bulunmadığı konusundaki yargıları güçlendiriyor. Sivil toplumdan ve sivil toplum kuruluşlarından söz edildiğinde, akla dernek ve vakıflardan çok yukarıda adları yer alan meslek kuruluşlarının ve sendikaların gelmesi, sivil toplumun niteliğine ilişkin kavramsal düzeydeki esaslı yanılgının yol açtığı çarpık gerçeği işaret ediyor.

Kavramsal özü ve pratik işleviyle Batılı anlam ve içerikte bir sivil toplumun neredeyse hiçbir zaman var olmadığı gerçeğinden hareket edildiğinde; Türkiye'de gündelik siyasal ve toplumsal hayatta kapsamlı bir biçimde kök salmış, hemen her gün temel siyasi olaylara ve gelişmelere yön veren ve gündemin şekillenmesini sağlayan meslek kuruluşlarını ve sendikaları nereye yerleştirmek gerekiyor?

Yarı resmi sivil toplum kuruluşları

Meslek kuruluşları; örgüt yapıları ve işleyişleri itibariyle gerçek anlamda sivil toplum kuruluşu sayılmıyorlar. Türkiye'nin yönetim sistemi içinde yer aldıkları statü, "kamu kurumu niteliğinde meslek örgütü" olarak tanımlanıyor. Bu bağlamda, her biri ayrı bir kanunla kurulan TOBB, TZOB gibi meslek kuruluşları, üyelerinin ortak mesleki çıkarlarını korumak üzere örgütleniyorlar. Her şeyden önce, kendi ilgi alanlarında faaliyet göstermek isteyen girişimcilerin bu kuruluşlara üyelikleri kanunla zorunlu hale getirildiğinden, sivil toplum kuruluşlarının vazgeçilmez gereklerinden biri olan "gönüllü üyelik" esasına uymuyorlar.

Her ne kadar karar organları seçimle işbaşına gelse de; yasa ile kurulmuş olmaları ve zorunlu üyelik statüsü, bu tür meslek kuruluşlarının sivil toplum örgütü tanımının kapsamına girmelerini engelliyor. Avrupa Birliği de bu nedenle meslek örgütlerini sivil toplum kuruluşu kapsamının dışında tutuyor. Belki, sahip oldukları temel özellikleri ve işlevleri dikkate alındığında kendilerine "baskı " ya da "çıkar grubu " denilmesi daha doğru olabilir.

Devletin organik yapısının ve hiyerarşik çatısının dışında kalmaları, biçimsel bir görünümden ibaret. Bu durumda, sözü edilen kuruluşlar, örgütsel bir yapı olan devlet aygıtının ve işlevsel bir mekanizma olan yasama, yürütme ve yargı gibi başlıca devlet erklerinin işleyiş düzeni dışında kalsalar da; devleti pratikte var eden merkeziyetçi ve zorlamaya dayalı buyurgan iradenin en hafif deyimiyle otorite ve kontrolü atında bulundukları konusunda hiçbir şüphe yok. Diğer bir bakış açısıyla, devlet iradesi ve kamu örgütlenmesinin neredeyse doğrudan bir uzantısı oldukları da söylenebilir.

Günümüzde sendikaların sivil toplum örgütü olma nitelikleri de tartışmalı. Küreselleşme ile birlikte, işgücünün tanımı ve kompozisyonu, işçi-işveren ilişkilerinin kapsamı ve niteliği, emek, istihdam ve üretim alanlarındaki yaklaşım ve anlayışların hızlı ve köklü bir değişime uğraması sonucunda; sanayi dönemine özgü sendikacılık sisteminin de temelden sarsıntıya uğradığı biliniyor.

İşgücünün türdeş olmayan bir nitelik kazanması, bilgi teknolojilerine dayalı üretim gereklerini karşılamak üzere uzmanlaşmış işgücüne olan ihtiyacın artması ve işletmelerin küresel rekabet şartlarına ve çok yönlü müşteri taleplerine uygun şekilde örgütlenme ve üretim anlayışlarını değiştirmeleriyle birlikte, sanayi döneminin "kitlesel üretim mantığı"na uygun "toplu pazarlık " ve "sendikacılık" düzeni de zayıflamış bulunuyor. Şüphesiz tüm dünyada olduğu gibi Türkiye'de de zayıflayan sendikalar; bu süreci aşmanın ve varlıklarını sürdürmenin yolunu, devletle bütünleşmeye ve kamu kesimine endeksli sendikacılığa bağlamış bulunuyorlar.

Yasa gereği temsil, sivil temsil anlamına gelir mi? Gerek meslek örgütlerinin yasa gereği ve zorunlu üyelik statüsüyle ekonomik hayattaki irili ufaklı girişimci ve üretici aktörler adına hareket etmeleri; gerek sendikaların ağırlıklı oranda kamu kesimine dayalı ve devlete eklemlenmiş biçimde geniş bir istihdam tabanına dayanarak emeği ve işgücünü koruma çabasını sürdürmeleri, toplumun yüzde 80'ini temsil ettikleri anlamına gelir mi? Şüphesiz, hayır!

Bu kuruluşların, adına hareket ettikleri meslek tabanı ya da işgücü kesimiyle olan ilişkileri daha çok mesleki ve maddi çıkarlarını koruma düzeyiyle sınırlı kaldığından; bir bütün olarak temsil etikleri kesimlerin toplumsal sorunlar ve genelde ülke siyasetiyle ilgili farklı istek ve beklentilerini karşılayabilmeleri ve doğal olarak sahip oldukları çoksesliliği yansıtabilmeleri söz konusu değil. Dolayısıyla adına hareket ettikleri kesimleri, ancak çok sınırlı konularda ve o da yasa gereği temsil etmeleri nedeniyle, bu kuruluşlar haklı olarak "yarı resmi örgütler" biçiminde nitelendirilebilirler.

Sonuç

Türkiye'nin yaşadığı demokrasi deneyiminin oldukça yeni ve arızalı oluşu; sivil toplumun yeterince gelişememesine; sivil toplum kuruluşlarının hem sayıca az, hem de örgütsel ve işlevsel kapasiteleri itibariyle güçsüz kalmalarına yol açmış bulunuyor.

Türkiye'nin sivil özgürlükler açısından karnesi pek parlak değil. Freedom House'un dünyada sivil hak ve özgürlüklerin durumuyla ilgili olarak her yıl yayınladığı; ülkeleri en fazla özgür olandan en az özgür olana doğru 1'den başlayarak 7'ye kadar derecelendirdiği sıralamada; Türkiye 2006 yılında 3.5 puanla ancak "kısmen özgür" ülkeler kategorisinde yer alabilmiş durumda. Bu karşılaştırmada esas alınan, toplantı ve ifade özgürlüğü, eğitim ve dini özgürlüklerin kullanımı, örgütlenme düzeyi ve çoğulculuğun gelişimi gibi ölçütler, aynı zamanda sivil toplumun temel özelliklerini ortaya koyan can alıcı değerleri ifade ediyor.

Siyasal partiler dışında, Türk toplumunun sivil ve siyasal reflekslerini yansıtan ve çeşitli konulardaki istek ve beklentilerini çoğulculuk ve çokseslilik zemininde dile getiren yeterli demokratik örgütlerin var olup olmadığı sorusuna olumlu cevap vermek çok güç. Karşılaştığı toplumsal ve siyasal sorunları, resmi ve biçimsel kamu örgütlenmesi ve işleyiş yapısı dışında; sivil inisiyatifin girişimiyle, sivil kuruluşlar ve mekanizmalar aracılığıyla ve sivil tartışma zemininde çözebilme becerisini gösteremeyen bir Türkiye'nin geleceği yakalama şansı ne yazık ki çok az.

Radikal gazetesi

YAZIYA YORUM KAT