1. HABERLER

  2. ÇEVİRİ

  3. Rus emperyalizmi nasıl gözden kaçırıldı?
Rus emperyalizmi nasıl gözden kaçırıldı?

Rus emperyalizmi nasıl gözden kaçırıldı?

Rusya’nın yüzyıllardır emperyalist olduğu nasıl gözden kaçtı? Rus emperyalizmi nasıl gelişti, nerelerde etkili oldu? Anti-kapitalist olmak, anti-emperyalist olmaya yeter mi?

05 Şubat 2023 Pazar 13:00A+A-

Botakoz Kassymbekova / Fikir Turu

Rus emperyalizmi nasıl gözden kaçırıldı?

Emperyalizm ve sömürgecilik kavramlarını gördüğümüzde aklımıza her daim İngiltere ve Fransa gibi Batılı güçler ile Ortadoğu ve Afrika geliyor. Ancak akademik ve siyasi çevrelerde belki de siyasi sebeplerden dolayı halen ayakta duran en büyük sömürge imparatorluklarından biri olan Rusya da var.

Rusya, 16. yüzyılda siyasi birliğini sağladıktan sonra 19. yüzyıla kadar sürekli olarak topraklarını komşuları aleyhinde genişleterek dünyanın en büyük kara imparatorluğu haline geldi. Ekim Devrimi sonrası Bolşevikler Rus emperyalizminin sona erdiğini ilan etseler bile Rus İmparatorluğu’nun topraklarını ve nüfuz alanını muhafaza etmek için ellerindeki tüm araçları kullanarak mücadele ettiler. Günümüzde ise Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra bile Çeçenistan, Sibirya ve Tataristan gibi müstemlekeler, merkezi Moskova ve St. Petersburg’da bulunan bir imparatorluğun savaş makinesini besliyor.

Basel Üniversitesi’nde Modern Tarih alanında öğretim üyeliği yapan Botakoz Kassymbekova, Al Jazeera haber sitesi için yazdığı makalesinde Rus sömürge imparatorluğunun ve emperyalizminin geçmişini, Batılı akademisyenlerin ve siyasetçilerin buna yönelik bakış açılarını ele alıyor.

Yazının öne çıkan bazı kısımlarını paylaşıyoruz:

“Rusya Şubat ayında Ukrayna’yı işgal ettiğinde savaşın emperyal niteliğine ilişkin tartışmalar ortaya çıktı. Bu konuda konuşan akademisyenler, bazı Batılı akademik ve siyasi çevrelerde görmezden gelindi.

Bazıları, özellikle de kendini “anti-emperyalist” olarak nitelendiren kimseler, Rusya’nın “kışkırtıldığını” iddia etti ve Ukrayna’nın direnişini “Batı’nın emperyalist” bir komplosu olarak lanse etti. Diğerleri ise Rus emperyalizmine ilişkin analizlerin savaş yanlısı, saldırgan bir amaç taşıdığını ya da sığ etno-milliyetçi duyguların bir yansıması olduğunu düşündü.

Ancak eski Sovyet coğrafyasından, Rus saldırganlığından ve emperyalizminden muzdarip bölgelerden gelen akademisyenler için bu tepkiler pek de sürpriz olmadı. Daha önce de görmezden gelinmiş ve dışlanmışlardı.

Amerikan, İngiliz ve Fransız emperyalizmi yakından ve derinlemesine incelenirken Rus emperyalizmine ilişkin tartışmalar uzun süre göz ardı edildi. Bu durum, Batılı akademisyenlerin ve bir dereceye kadar siyasi elitlerin Sovyetler Birliği’ne ve onun nihai dağılışına nasıl yaklaşmayı tercih ettikleriyle yakından ilgili.

Rus İmparatorluğu’ndan Sovyetler “Birliği’ne”

Rusya’nın imparatorluk ihtirasları, Moskova Knezliği’nin kendisini üçüncü Roma, Doğu Roma İmparatorluğu’nun halefi ve tüm Ortodoks Hristiyanların koruyucusu ilan ettiği 16. yüzyıla kadar uzanıyor.

Rus imparatorluk orduları doğuda, batıda ve güneyde çok sayıda savaşta çarpıştı ve 19. yüzyılın ortalarında Rusya dünyanın en büyük kara imparatorluğu haline geldi. Rusya da kendisini İngiliz, Avusturya-Macaristan ve Fransız imparatorluklarıyla birlikte Avrupalı bir sömürgeci güç olarak gördü.

1917’deki Ekim Devrimi’nin ardından Bolşevikler Rus monarşisinin ve Rus emperyalizminin sona erdiğini ilan ettiler, ancak Rus imparatorluk sınırlarını muhafaza etmek için acımasızca savaştılar. Rus İmparatorluğu’nun çöküşünden sonra ortaya çıkan Ukrayna, Gürcistan, Ermenistan ve Azerbaycan gibi yeni kurulan bağımsız devletleri tekrar işgal ettiler.

Josef Stalin 1930’ların başında, Rus halkının azametine ilişkin eski imparatorluk mitoslarına dayanan Rus milliyetçiliğini benimsedi. Bolşevik Moskova, etnik Rusları Sovyetler Birliği içindeki en ayrıcalıklı grup haline getirdi ve Rus olmayan bölgeleri kontrol etmek için bu bölgelere Rusları yerleştirdi.

Yerel liderleri tasfiye etmek, tüm etnik grupları zorla göç ettirmek ve kitlesel ölümlere yol açan koşullar yaratmak Sovyet kolonizasyonunun birer parçasıydı. Rus olmayan halkların kültürleri, dilleri ve tarihleri aşağılanırken, Ruslaşma aydınlanma olarak takdim edildi.

Aynı zamanda Sovyetler Birliği, Rus İmparatorluğu tarafından işgal edilen uluslara haklar tanındığını ve onlara Sovyetler Birliği içinde ulusal haklar verildiğini öne süren ilerici bir söylem benimsedi. Batılı akademisyenlerin çoğu Moskova’nın yutturmaya çalıştığı sömürgecilik karşıtı söyleme inandı, çünkü bu akademisyenler Sovyet hükümetinin resmi açıklamalarını olduğu gibi kabul ediyor ve komünist anti-emperyalizm hikâyesine inanmak istiyorlardı.

Elbette Bolşevikler Çarlık aristokrasisini ortadan kaldırmıştı ve iktidarı ele geçiren insanlar çeşitli kesimlerden geliyordu. Örneğin Stalin, Rusça’yı aksanlı konuşan etnik bir Gürcü’ydü.

Birçok Batılı akademisyene göre bu, Stalin’in post-kolonyal bir devlete liderlik ettiği anlamına geliyordu. Batılı akademisyenler, bireylere ve resmi açıklamalara odaklanarak, Stalin’in Rus imparatorluk sınırlarını muhafaza etmeyi takıntı haline getirdiğini ve Çarlık Rusya’sının bu sınırları korumak için kullandığı etnik temizlik, muhalefeti ezme, ulusal hareketleri yok etme, Ruslara ve Rus kültürüne ayrıcalık tanıma gibi araçları benimsediğini çoğu zaman göz ardı ettiler.

Sovyetler Birliği hakkındaki bilgiler Rus-merkezci olduğundan Sovyet sömürgeciliği de göz ardı edildi. Sovyetler Birliği genellikle sadece Rusya olarak anılırdı. Ruslar dışındaki halklar hakkında çok az bilgi vardı. Batı’ya kaçan ve Sovyet emperyalizmini bizzat deneyimleyerek Sovyet sömürgeciliği hakkında yazan Rus olmayan göçmenler, Sovyet karşıtı muhafazakâr ideologlar olarak görüldü ve dışlandı.

Daha da önemlisi, Sovyetler Birliği aynı zamanda kapitalizmi ve Batı emperyalizmini eleştirmenin yollarını arayanlar için bir örnek haline geldi. Emperyalist baskıdan kapitalizmi sorumlu tutanlar, kapitalizmi ortadan kaldırmanın her türlü baskıyı sona erdireceğine inanıyordu. Onlar için Sovyetler Birliği, daha önce baskı altında yaşayan halklara eşitlik ve özgürlük getiren enternasyonalist bir projeydi.

Çeşitli uluslara ve etnik gruplara yönelik uygulanan şiddet ya görmezden gelindi ya da komünizme geçiş için kötü, ancak gerekli bir süreç olarak değerlendirildi.

Batılı akademisyenler büyük ölçüde Sovyet metropolleri olan Moskova ve Leningrad’a odaklandılar. Sovyetler Birliği’nin merkezden uzak diğer bölgeleri hakkında çok az şey biliyorlardı, bu yüzden 1980’lerin sonlarından itibaren Orta Asya, Kafkaslar ya da Baltık ülkelerindeki ayaklanmaları ya da Tacikistan, Dağlık Karabağ, Transdinyester, Abhazya, Güney Osetya ve daha sonra Çeçenistan’a neden bu kadar kan aktığını kimse anlamıyordu.

1980’lerin sonu ve 1990’ların başında Sovyetler Birliği üzerinde çalışmaya başlayan akademisyenler kuşağı da bu ülkede bizzat elde ettikleri deneyimlerle şekillendi. Yabancı öğrenci olarak Moskova’ya gittiklerinde yoksul insanlarla karşılaştılar. Boş market rafları ve süregelen yoksulluk Rusları Sovyet rejiminin kurbanları gibi gösteriyordu ve maddi açıdan Sovyet Moskova’sı, maddi refahla ilişkilendirilen bir imparatorluk merkezinden ziyade Avrupa’nın ücra bir köşesi gibi görünüyordu.

Dağılan Sovyetler Birliği ve sömürgeleri

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Afrika, Orta Doğu, Güney ve Güneydoğu Asya’da başlayan dekolonizasyon dalgasına, sömürgeciliğin arkada bıraktığı ve kullandığı şiddet yöntemlerine ilişkin detaylı akademik tartışmalar ve çalışmalar eşlik etti.

Buna karşılık, Sovyetler Birliği’nin 1991’de dağılması, Rus imparatorluğunun geride bıraktığı mirasın benzer şekilde incelenmesiyle sonuçlanmadı. Batı Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri için Avrupa merkezi temsil ediyordu. Bu merkez sömürgeleştirilen bir yer değil, dünyayı sömürgeleştiren bir yerdi. Buna göre Avrupa içinde bir sömürge geçmişini kabul etmek mantıklı değildi, bu nedenle Rusya’nın sömürgeci niteliği tartışılmadı.

Rusya’da ise bir mağduriyet söylemi hâkim oldu. Ruslar kendilerini, Sovyetler Birliği’nde kendileri dışındaki halklar uğruna kendi refahlarını feda eden özel bir ulus olarak görmeyi öğrendiler. “Artık onları beslemeyeceğiz” Rusların, Moskova’nın 1991’de sömürgeleri terk etmeye yönelik kararını izah etmek için kullandıkları slogandı.

Sovyetler Birliği’nin çöküşü Batı’da bir şok etkisi yarattı. Hem akademik camiada hem de siyasette pek çok kişi Mihail Gorbaçov’u seviyor ve onu bir kahraman, bir barışsever olarak görüyordu. İfade özgürlüğünde yeni bir dönemi başlatan reformları bu camialar tarafından onaylandı.

Gorbaçov iletişiminde yumuşak, şeffaf ve demokratikti ve o dönem için iyi bir ortak gibi görünüyordu. ABD, reformlar için kendisine yardım teklif etmeye bile hazırdı. ABD politikası Sovyetlerin dağılmasına karşıydı.

Merhum Profesör Mark von Hagen 2016 yılında o zamanki siyasi atmosferi şöyle hatırlıyordu: “Yine, George Bush… mümkün olan en son ana kadar Gorbaçov’u savunuyordu, çünkü o ve o düzeydeki ABD hükümeti, birkaç muhalif ses dışında, Sovyetler Birliği’ni bir arada tutmak istiyordu, zira Ukraynalıların temsil ettiğini düşündükleri çılgın, faşist milliyetçilikten çok korkuyorlardı.”

Nitekim Batı’nın kaos, kıyım ve hatta nükleer bir felaketten duyduğu korku, eski Sovyet coğrafyasındaki bağımsızlık hareketlerinin, çökmekte olan bir imparatorluğun doğal seyrinden ziyade yıkıcı bir etno-milliyetçiliğin yansıması olarak algılanmasına yol açtı.

Aynı zamanda, 1991 yılında Sovyetler Birliği’nin resmi olarak dağılması Moskova tarafından merkezi bir şekilde gerçekleştirildiğinden, bu durum Batılı gözlemcilerin zihninde emperyalist baskı sorununu geçersiz kıldı. Sovyetler Birliği’nin enternasyonalist bir deney olduğu fikri devam etti ve birliğin çöküşü bu deneyin sona ermesi olarak görüldü.

Birçok Batılı tarihçi Sovyetler Birliği’ni farklı siyasi oluşumları ve ulusal hareketleri ortadan kaldıran bir rejim olarak değil, uluslar yaratan ve kalkındıran bir siyasi proje olarak algıladı. Bu hem Bolşeviklerin iktidarı ele geçirmesinden önce gerçekleşen ulusal hareketlerin geçmişini görmezden geldiği için hem de bir ulusun halk meşruiyeti temelinde oluşması fikrine ters düştüğü için son derece sorunlu bir yaklaşım.

Sovyetler Birliği’nin bir ulus inşacısı olduğu yönündeki inanış, Batı’da Rusya’nın müdahale etme hakkına sahip olduğu bir etki alanına, bir “arka bahçeye” sahip olduğu fikrini yaygınlaştırdı.

Bu nedenle Batı’daki akademisyenler ve siyasetçiler Boris Yeltsin ve halefi Vladimir Putin’in Çeçenistan’da yürüttükleri soykırım niteliğindeki savaşlar karşısında sessiz kaldılar. Batı, Çeçenleri bağımsızlık ve bir ulus olma talebinde bulunan bir halk olarak görmek yerine, Rusların Çeçenleri haydutlar, milliyetçiler ve teröristler olarak tasvir etmesine kolayca kandı. Bu nedenle Batı, 2008 Gürcistan savaşı ve Kırım’ın ilhakı ile sonuçlanan Rusya’nın Doğu Avrupa’daki emperyal emellerini göremedi.

Rusya’yı anlamak için, Rus sömürge yönetimi altında yaşamış olanları dinlemek gerekir. Eski ve mevcut Rus sömürgelerini anlamak için, bu yerlerden tarihçileri dinlemek ve kültürlerini, dillerini ve hem yazılı hem de yazılı olmayan tarihlerini incelemek gerekir. Sömürgeci diktatörlüklerden kurtuluş yollarını anlamak için Ukrayna gibi devletlerin başarılı dönüşümlerini incelemek gerekir. Bu da “yapay ulus” mitini reddetmeyi ve nihayetinde Rusya’yı bir imparatorluk olarak görmeyi gerektirecektir.”

HABERE YORUM KAT