1. YAZARLAR

  2. Uğur Kömeçoğlu

  3. Politik kan davası
Uğur Kömeçoğlu

Uğur Kömeçoğlu

Yazarın Tüm Yazıları >

Politik kan davası

24 Mayıs 2011 Salı 03:29A+A-

Toplum oldukça ağır bir şiddet bilançosuyla iki ayrı şartlandırmadan muzdariptir. Bölge halkına her iki taraftan, "ya bizdensin ya onlardan" dendikçe... Ve yoksul, masum Kürt vatandaşların içinden çıkamayacakları "keskin açmazlarla" dolu olan bu "ikilem", sürekli biçimde ısıtılıp önlerine silah yolu ile kondukça, iletişim imkânsız hale gelmiştir.

Kürt sorunu üzerine düşünen aydınların şiddeti meşrulaştıran bir dil kullanmaları iç burkurtucudur. Kürt sorunu, kan sorununa dönüştürülüyor. Kanın kesif kokusundan tiksinmeyen insanlar olmaya doğru ilerliyoruz. Hislerimiz köreliyor. Adeta politik bir kan davası sürdürülüyor. Benden 7 öldü, senden 3, benden 12, o zaman senden şu kadar. Köşe yazılarını okuyorum, yorumları dinliyorum, başta Ahmet Altan, Kurtuluş Tayiz, Markar Esayan, Etyen Mahçupyan olmak üzere yedi sekiz kişi dışında sürekli ve hiç yılmadan "öldürmeyeceksin" ilkesini hatırlatan bir aklıselimle karşılaşmakta zorlanıyoruz. Kimlik siyasetinin ruhlarımıza işleyip durduğu ve dünyanın büyüsünü bozan o soğuk ve araçsal akılcılığa külliyen saplanmış olmak barışı baltalıyor. Geçmişte Kürtlere reva görülen zulüm ve mağduriyeti tasvir ettikten sonra: "Silah kullandıkları güne kadar bu itirazlar kimsenin umurunda değildi... Kürt halkı için 90 yıldır var olan sorun... Ancak Kürtler silaha başvurunca..." diye başlayıp devam eden (R. Margulies)... ve benzerleri yaygın olan bir retorik hâkim kılınıyor. Silah meşrulaşıyor. S. Süreyya Önder, "Kürt hareketi 30 yıllık bir süreçte ortaya çıkardığı enerji ve güçle yetki devri talep etmektedir" demiş. Yıllardır dökülen kanla "enerji ve güç" elde etme düşüncesi, hangi insancıl ideolojiyle telif edilecektir? Bu tümüyle dolayımsız mantık kabul edilirse, olan bitenler için 'Viva la Muerte' [Yaşasın Ölüm] denmiş olmuyor mu? "Kanı Kanla Yuyalar" denmiş olmuyor mu? İnsan hayatının yitirilmesinden sineklerin ölümünden bahseder gibi bahseden bu dili esefle kınamak gerekmiyor mu? Siyasetin dili bu şekilde inşa edilirse karşı taraf da, "30 yıldır verdiğim şehitler bana da ayrı bir 'enerji ve güç' katmıştır" diye düşünmeli midir? O zaman "diyalog" nasıl sağlanacaktır? İnsan kanı, enerji ve güç verir elbette, ama sadece yaşayan bedenlerde dolaşan kan bunları verir. Ölü bedenin kanı çekildiği için, o bireyin enerjisi ve gücü tükenmiştir. Ama tek tek insan yaşamını düşünen kim? Sürüden bahseder gibi konuşuluyor.

Ahmet Altan "Apo öl dese, Kürt halkı ölür" diyen gencecik Kürtlerden bahsediyor. Bu taze dimağların ölümü sevmesinden ızdırap duyan başka aydınlar yok mu? Gün geçmiyor ki, polislerin, askerlerin, militanların ölüm haberleri gelmesin. Ahmet Altan, mertçe davranarak ölümü değil de yaşamı kutsayacak bir dil arayışında ama, hümanizmden yoksun kalmış bir entelektüel dünya buna izin vermiyor. Aydınlanmış hiçbir zihin yaşasın ölüm anlamına gelecek bir söylemsel pratiğin içinde olamaz. Baruta güvenmek vulgarlıktır, ilkelliktir. Kim uygularsa uygulasın, kim ne gerekçeyle benimserse benimsesin "lanet olsun kan dökmeye" diyen sesler ne zaman gürleşecek? Bu fikri öne sürünce hemen araçsal akılcılık başlıyor. Önce bir "ama" sözü geliyor, peşinden "Kürtlere başka çıkış yolu bırakmadılar" deniyor. Bense solculuğun bu Makyavelizm'e indirgenmesine şaşırıyorum. Niye başka türlü bakamıyoruz? Niye herkes kendi özeleştirisini yapamıyor? Niye tarihsel süreç sadece kan üstünden okunuyor? Niye "başka türlüsü mümkün olabilirdi" denmiyor da "başka çıkış yolu yoktu" deniyor? Elbette başka türlüsünün nasıl olabileceği, bu sorunu yaşatanlar kadar sorunu yaşayanların da sorumluluğu altındadır. R. Margulies ise "Sorunu, sorun yaşayanlar değil, sorun yaratanlar çözmek zorundadır" diyor. Bu durumda "sorunu yaşayanlar için de her yol mubah mıdır?" sualini cevaplamak gerekmiyor mu? Herkes kendi tarafını aklamaya çalıştıkça ölü canlardan başka elimizde ne kalıyor? Herkesten biraz daha incelik, biraz daha rikkat ve merhamet istemek çok mu büyük bir taleptir?

Altan Tan, "Bugün sabrın tükendiği gündür... Kasımpaşa kriterlerini uygularsan biz de sana Bagok'un, Cudi'nin kriterlerini uygularız" diye halka seslenince, Markar Esayan haklı olarak "Bu savaşın dilidir" diyerek eleştiriyor. "Savaş olasılığı arttıkça barışa daha sıkı sarılmak" gerektiğini söylüyor. Bu yapıcı dile hepimizin ihtiyacı yok mu?

ÇOK SESLİ BARIŞCIL BİR KÜRT HAREKETİ

Aslında, Kürt kimliğini reddeden siyasi stratejiye karşı çıkarak, şiddet dışı yöntemleri savunabilen sivil Kürt grupları veya çok sesliliğe izin verebilen bir Kürt hareketi, 1970'li yılların ikinci yarısında küçük bir çekirdek halinde mevcuttu. Bu yapı sadece darbe ortamıyla yok edilmedi. Önce darbe ortamı, daha sonra partizan etnikçi örgütün kullandığı silahlı yöntem, bu çok sesli Kürt hareketini ortadan kaldırıp, tekçi mücadeleyi tesis etmiştir. Yani Türk'ün Kürt'e zulmü bir fasılsa, Kürt'ün silahperver olmayan Kürt'e zulmü de başka bir fasıldır. Şiddet içermeyen sivil girişimler sadece tek bir taraftan değil, etnik bir mobilizasyon tarafından da boğulmuştur. Toplumsal farklılıklar gerek benliğin dışından gelen dikey stratejilerle gerekse partizan bir hareketin etnik dayatma mekanizması nedeniyle sosyal hayatta varlık gösterememiş, sağlıklı bir toplumsal iletişimin bütün kanalları tıkanmıştır. Hem dikey hem yatay düzeydeki diyalog karşıtlığı içinde, "manipülasyon" boyun eğdirmenin vazgeçilmez unsuru olmuştur. Toplum oldukça ağır bir şiddet bilançosuyla iki ayrı şartlandırmadan muzdariptir. Bölge halkına her iki taraftan, "ya bizdensin ya onlardan" dendikçe... Ve yoksul, masum Kürt vatandaşların içinden çıkamayacakları "keskin açmazlarla" dolu olan bu "ikilem", sürekli biçimde ısıtılıp önlerine silah yolu ile kondukça, iletişim imkânsız hale gelmiştir. Kısacası halk topyekûn boyun eğmeye zorlanmıştır. Bunu her iki taraf da yapmıştır. Maalesef bölgede, kimlikleri hem Kürtlük hem de Türklük potasında eritme biçiminde kendini gösteren "diyalog karşıtlığı" vazgeçilmez hale getirilmiştir. Kürt hareketi daha başlarda, dışlayıcı bir kamusal alanla mücadele ederken kendi özel alanında yaşadığı sosyal bir travmadan sonra (benliğin uzlaşmacı bütünlüğünü toplu halde elden kaçırmak, sentezin imkânsızlığına inanmak, mücadeleyi "geçmişte" sivil itaatsizlik metotlarıyla dönüştürmeyi düşünmemek ve bu süreçten sonra) silaha yönelmeyi tek çıkış noktası gibi görerek kolektif bir nevroza saplanmaktan kurtulamamıştır. Kurtuluş Tayiz, bugün de ovada siyaset değil ovada savaşın körüklendiğini iddia ediyor. Süreci bu şekilde okumak da mümkündür. Ben bunu mutlak bir okuma biçimine dönüştürelim de demiyorum. Bunu kabul edin de demiyorum, ama hemen "başka bir yönteme izin vermediler, o yüzden silaha sarılmaktan başka çare yoktu" diyen sesleri de duyar gibi oluyorum. Her iki taraf için de "Kan dökme stratejisi hataydı, bedeli çok daha ağır oldu" diyen, öldürmeyi her koşul altında kınayan söylemsel pratikleri farklı biçimlerle çoğaltmamız gerekmiyor mu? Yoksa Kürt halkına bedel ödettik mi diyorlar? Kürtleri artık sürü gibi güdemeyeceklerini her iki tarafın da anlaması gerekmiyor mu? "Sen neden bahsediyorsun, bu anlattığın büyük resmin içindeki detaylardır, biz bir halkın özgürlüğünün peşindeyiz" diyen bir hissizleşmeye, insan-dışılaşmaya, 'mankurt'laşmaya mahkûm olmak zorunda mıyız? Bizim elimiz de kana bulaşmıyor mu? Hemen karşıt suçlamalara başlamak yerine herkes kendi iç muhasebesini yapabilmelidir. Diyalog, tarafların kendi özeleştirilerini yapmalarıyla mümkün olacaktır. Mahçupyan, bütün söz ve tutumlar her iki tarafın "yüreğinde yaratılmış olan soğumayı giderecek" nitelikler arz edebilmelidir, "maharet... Herkesi kucaklayan ama özellikle karşı tarafı davet eden bir üslubun yaratılmasıdır... Bu ise her iki tarafın 'başkaları önünde' özeleştiri yapabilmesini" gerekli kılar, diyor. Diyalog sürecinde, sorunun sosyo-psikolojik bir alanı içerdiği de sürekli hatırlanmalıdır. Geçmişte, çatışmanın her iki tarafı da insanlık dışı yöntemlere başvurmuştur. Her iki tarafın da başını biraz öne eğip özür dileyici bir eleştiri siyaseti getirmesi gerekmiyor mu? Ama herkes "başın öne eğilmesin, aldırma gönül aldırma" diyor. Kürt hareketinin 30 yıllık bir süreçte şiddet yoluyla "enerji ve güç" ortaya çıkardığını ima etmek yerine, (yani üslubu bu şekilde psikolojik savaşa dönüştürmek yerine), söylemsel planda daha merhametli bir dile dönmemiz ve üstümüze yapışan geçmişin o berbat hayaletinden ya da habis ruhundan kurtulmamız gerekmiyor mu?

ZAMAN

YAZIYA YORUM KAT