1. YAZARLAR

  2. Metin Karabaşoğlu

  3. Vesayete Hayat Öpücüğü Mahiyetindeki Söylemleri Anlayışla Karşılayamıyorum!

Metin Karabaşoğlu

Yazarın Tüm Yazıları >

Vesayete Hayat Öpücüğü Mahiyetindeki Söylemleri Anlayışla Karşılayamıyorum!

Kasım 2021A+A-

Türkiye’de Kemalist vesayetin tahakkümü altında yaşamanın birçok kesim tarafından içselleştirildiği söylenebilir. Özellikle son yıllarda dindar kesimlerde de ciddi bir kırılma yaşandı ve vesayeti kanıksama anlamında söylem ve eylemler arttı. Siyasal zeminde ise mevcut iktidarın vesayetle mücadele anlamında attığı olumlu adımlar yerini ortak değer M. Kemal söylemlerine bıraktı. Bu çerçevede Kemalist vesayetin hegemonik güç parametresi, dindar kesimde yaşanan zihinsel kırılmalar, siyasal zeminde vesayetin gölgesi altında olmadan siyaset yapabilmenin imkânı gibi meseleleri araştırmacı-yazar Metin Karabaşoğlu ile konuştuk.

Röportaj: Yasir Bayram

- 20. yüzyılın ilk yarısında hemen hemen eş zamanlı olarak ortaya çıkan -Nazi Almanya’sı, Faşist İtalya, Bolşevik Rusya gibi- tek parti diktatörlükleri ve resmî ideolojiyi esas alan totaliter rejimlerin yüzyılın ikinci yarısında post-modern dönemle birlikte güçlerini kaybettiklerini görmekteyiz. Benzeri bir sürecin Türkiye’de yaşanmamasının sebebi nedir?

Kemalist vesayetin bir gölge gibi varlığını ve etkisini sürdürmesi bir realite olmakla birlikte, 20. yüzyılın ikinci yarısında totaliter rejimler güçlerini kaybederken benzer bir sürecin Türkiye’de yaşanmadığını söylemek kanaatimce doğru olmaz. 19. yüzyıldan biriken sebepler, üstüne I. Dünya Savaşı sonrasında galiplerin oluşturmaya giriştiği yeni düzenin yol açtığı hoşnutsuzluk, 20. yüzyılın ilk yarısında totaliter rejimlerin popüler bir destek de kazanarak gitgide yükselişini getirdi ve bu durum yaşadığımız ülkede Kemalist elitlerin totaliter zihniyet ve uygulamaları için elverişli bir zemin sağladı. Ama II. Dünya Savaşı’nın yol açtığı tarihte eşi benzeri olmayan yıkım, totaliter rejimlerin bütün insanlık için oluşturduğu tehdide dair bir duyarlılık oluşturduğu gibi, Türkiye yanı başındaki bir numaralı tarihsel tehdit Rusya’ya (o günün şartlarında yayılmacılığını sürdüren komünist ve totaliter Sovyetler Birliği) karşı da bir güvence ve ittifak arayışında olduğundan, bu yeni konjonktürün rüzgârıyla tek parti dönemi aşılabildi ve çok partili demokrasiye geçilebildi. Bu konjonktür ve bu rüzgâr olmadan, Takrir-i Sükûn’dan 1946’ya, yaklaşık yirmi yıl devam eden ceberut toplum mühendisliği varlığını sürdürür müydü? Pekâlâ sürdürürdü. ‘Totaliter’ değilse de ‘otoriter’ zihniyetin Türkiye toplumuna yabancı olduğunu söylemek mümkün değil; dolayısıyla, böyle bir konjonktür olmadan sırf iç dinamiklerle çok partili hayata geçilmesi muhtemelen mümkün olmazdı.

Buna karşılık, rüzgârın da beslediği bu imkânın gereğince değerlendirildiğini söylemek mümkün değil. Çünkü Türkiye toplumu içindeki dindar-seküler farklı katmanlara baktığımızda, azın azı sayabileceğimiz istisnalar dışında herkesin damarlarında otoriter kodlar geziyor. Bu anlamda, Kemalizm’i ‘seküler’ tarafından ayrıştırarak konuşursak, kendisini en anti-Kemalist olarak tanımlayan kişi ve kesimleri dahi onun ‘devletçilik-halkçılık-milliyetçilik’ gibi ‘ok’larıyla uyum içinde görebiliyoruz. Bu ise Kemalist vesayete hayır dese de vesayete hayır demeyen, haktan ve adaletten söz etse de ‘söz konusu vatan ise’ söylemi üzerinden devletçi-milliyetçi reflekslerle adaleti de hak ve hürriyetleri de ‘teferruat’ sınıfına sokabilen, Mustafa Kemal üzerinden inşa edilmiş bir tek adamlığa karşı olsa bile yine tek adamcı kalabilen tutumlar üretiyor. Bu sebeple de totaliter tek parti döneminden kurtuluş, gerçek anlamda hak ve hürriyetleri teminat altına alan, çoğulcu, katılımcı ve adaleti vazgeçilmez ilke olarak belirleyen bir sosyal-siyasal düzen sonucunu getirmedi; bilakis elde edilen imkânlar her defasında kendi vesayetini inşa, kendi zihniyetini otoriter şekilde dayatma, kendi lider kültünü oluşturma uğruna feda edildi.

Bu anlamda, Kemalizm kendisini Osmanlı’yla bir ‘kırılma’ olarak takdim etse ve karşıtlarının çoğu da bunu böyle görse bile, aslında bir ‘devamlılık’ boyutu da olduğunu göz ardı etmemek lâzım.

Sonuçta gördüğümüz şu: Bir tek adama karşı olanlar, başka tek adamlar üzerinden bir gelecek inşa etmeye çalışıyorlar. Bir vesayete karşı olanlar, başka bir vesayetin savunucusu durumunda. Bir ideolojinin devlet eliyle dayatılmasına karşı olanlar, ellerine fırsat geçtiğinde kendi ideolojilerini devlet eliyle dayatmanın hesabında. Kendilerini efendi görenlere karşı eşitlik mücadelesi verdiğini söyleyenler, güç ellerine geçtiğinde efendi refleksleriyle hareket ediyor. Güç elinde değilken ‘hak’tan söz edenler, eline geçtiğinde ‘güç’ üzerinden hak tarifi yapmaya başlıyor. Devletçilik, muhalif ve muvafık, her kesimin ortak ideolojisi… Meseleyi ‘totaliter Kemalist zihniyet’e karşı ‘adalet ve özgürlük mücadelesi veren geniş halk kesimleri’ şeklinde okumak, büyük yanlışımız… Kemalizm’e karşı Hamidizm inşa ederek, bir tek adamın yerine başka tek adamlar yerleştirerek ve her keresinde ‘söz konusu vatan ise’ hukuku ‘teferruat’ görüp ‘ortak yarar’ adına kişilerin hak ve hürriyetlerini, hatta hayatını paranteze almayı sürdürerek bu zihniyeti aşmamız zor. Eleştiri ve özeleştiri; her kesim bu ikisini aynı anda başardığında ancak gerçekten özgürleşebiliriz.

- Türkiye’de bir biçimde iktidara gelen kadroların Türkiye siyasi hayatında varlıklarını sürdürebilmek için Kemalist vesayetin gölgesi altına girmeyi kabullenmeleri anlaşılabilir bir durum mudur? Türkiye’de Kemalizm’e biat etmeden siyaset yapma imkânı var mıdır?

Devlet’ olmak ile ‘hükûmet’ olmak arasında bir ayrımdan sıklıkla söz edilir. Türkiye’de devlet içine, özellikle kritik noktalara hâkim olan devletçi reflekslerin, gerçek anlamda adil, çoğulcu ve özgürlükçü bir yönetime imkân tanımayan anayasaların sağladığı imkânı da kullanarak, seçilmiş kadrolara ancak ‘hükûmet olma’ imkânı tanıdıklarından söz edilir. Hatta eline fırsat geçtiğinde ‘Ankaralılaşma’nın zirve örneğini sergileyen bir ismin vaktiyle bu olgu üzerine yazdığı eleştirel bir yazıyı acı bir tebessümle hatırlıyorum şu an. Ama görüntüdeki ‘demokrasi’nin altında böyle görünmeyen bir ‘vesayet’ gerçekten varsa dahi yapılması gereken, o vesayetin gölgesi altına sığınmak değil, o vesayeti ifşa etmektir. Güneş yükselirse gölge küçülür, hatta bir noktada tamamen kaybolur. Ama bunu ancak dürüst ve şeffaf bir siyasî duruşla başarabilirsiniz. Hesapla değil, hasbîlikle… Türkiye tarihinin gösterdiği bir gerçek var: ‘Devleti ele geçirme’ hesabıyla siyaset yapanların tamamı devlet tarafından ele geçirilmiştir.

- AK Parti iktidarında Kemalist vesayet ile hesaplaşmada atılan onca olumlu adımın ardından son dönemde yapılanlarla birlikte tüm bu sürecin berhava edildiği söylenebilir mi?

AK Parti iktidarının özellikle ilk on yılında Kemalist vesayeti aşma noktasında belli teşebbüslerin varlığını inkâr edemeyiz. Hukukî düzeydeki kimi teşebbüsler yanında, sembolik bazı uygulamalar da gerçekleştirildi bu noktada. Ama meselâ bir toplumu bütün varlığıyla bir kişiye ‘borçlandıran’ “Andımız” kaldırılırken, Kemalist tarih yazımı müfredatta varlığını olduğu gibi korudu. Bir milletin ve bir ordunun bütün unsurlarıyla dâhil olduğu, adı üstünde ‘Millî Mücadele’nin müfredatta vardığı yer bütünüyle bu milletin bir tek adama borçlandırılması ise olup bitenin gerçekçi bir resmine ve anlatımına ulaşıldığını söyleyebilir miyiz? Sözün kısası, ‘sembolik’ düzeyde bazı gelişmeler olmakla birlikte, asıl adımların hiçbir zaman atılmadığı kanaatindeyim. Satıhta kalan, elbette berhava olur. Köklü bir zihniyet dönüşümü ve bunu mümkün kılacak bilişsel bir aydınlanma olmadan, olacağı budur zaten.

-Son yıllarda resmî tören ve bayramlarda ortaya çıkan görüntüler ve paylaşılan mesajlarda dindar muhayyilede Mustafa Kemal’in ortak bir değer olarak tanımlanır olması nasıl bir zihinsel kırılmaya tekabül eder?

Kemalizm’in Mustafa Kemal’i bir ‘tek adam’ olarak inşa edip bütün bir toplumun varlığını ve geleceğini onun vesayetine kaydederek oluşturduğu tek adam zihniyeti kesinlikle doğru değil ve birçok problemin odak sebebi. Ama buna tepki olarak kimi kesimlerin, özellikle de kimi dindar kesimlerin ürettiği, Mustafa Kemal’in varlığını âdeta yok sayan bir tarih yazımı da aynı şekilde doğru değil. Gerçeklikten uzak siyah-beyaz karşıtlıklar üzerinden alacağımız bir yol yok. Hakkaniyetli ve dengeli bir tutum geliştirmek zorundayız. Bu minvalde Milli Mücadele'nin yürütülmesinde sadece Büyük Millet Meclisinin başkanı ve ordunun başkomutanı olarak Mustafa Kemal’in varlığını kabul etmek, bu zaferde başka herkesin, başka komutanların ve bütünüyle milletin rolünü yok sayma veya göz ardı etme sonucunu getirdiği gibi, sonrasında bu algı üzerinden ‘tek kişilik bir cumhuriyet’ fotoğrafı inşa ediliyor. Biri her şeyi yapıyor, başka herkes onu tasdike memur ve mecbur. Böyle bir şeyin sözde cumhuriyet olsa bile, özde cumhuriyet olmadığı aşikâr. Bunun eleştirisi yapılmalı ki tek adam vesayeti aşılsın. Ama öte yandan bu eleştirinin makes bulması için hakkaniyetli ve dengeli bir zeminde inşa ve ifade edilmesi gerekiyor.

-İktidar ve çevresine yakın unsurların Kemalist söylem ve eylemlere yakınlaşmasına karşın, mevcut iktidarı haklar, özgürlükler ve adalet mefhumu üzerinden eleştirip ayrı siyasal oluşum içine girenlerin de M. Kemal ve mirasını tezkiye eder bir görüntü vermeye başlamalarının ortaya çıkardığı çarpık durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Hiçbir siyasetçiyi, bir tarihsel figür olarak Mustafa Kemal’in Türkiye tarihi içindeki, özellikle de Milli Mücadele ve Cumhuriyetin kuruluş sürecindeki yerini takdir düzeyinde bir tutum sergilediğinde suçlamam. Ama burada kalmayıp zaferi tek başına onun kazandığı söylemi doğru olmadığı gibi, bunun üzerinden özellikle Takrir-i Sükûn dönemiyle birlikte bir toplum mühendisliği olarak Kemalizm’i ve onun totaliter uygulamalarını onaylar ve savunur bir tutuma girildiği andan itibaren başlıyor mesele. Olayı bu şekilde yerli yerinde, ölçülü ve hakkaniyetli biçimde ele almak mümkün iken, fiilî veya ‘manevî’ vesayete hayat öpücüğü mahiyetindeki tutum ve söylemleri ise anlayamadığım gibi anlayışla da karşılayamıyorum.

- Türkiye toplumunda, seküler bir din olarak Kemalizm’in kutsallarının -ulus, kişi kültü, bilim, medeniyet- toplumun kolektif bilincini oluşturmada alternatifsiz olduğu iddiası hakkında ne söylersiniz?

Dindar-seküler, Alevî-Sünnî, Türk-Kürt fay hatları üzerinde sürekli tedirgin yaşayan ve esasen bir ‘toplum’ olmaktan ziyade bir ‘topluluklar bütünü’ görüntüsü arz eden mevcut manzaramızı göremeyen bir kişi böyle bir ‘kolektif bilinç’ten söz edebilir. Tarihimizdeki kişileri yok sayarak bir kolektif bilinç inşa edemeyeceğimiz gibi, onlardan biriyle varlığımızı açıklayarak da bir kolektif bilince ulaşamayız. Kemalizm bu haliyle alternatifsiz olsaydı veya uygun bir alternatif olsaydı, dünden bugüne bu kadar sorunla yüz yüze yaşamaya devam eder durumda olmazdık. Kolektif bir bilinç inşasının yolu, dindar veya seküler, tekçi söylemler ve tutumlar inşa etmekten geçmiyor.

Metin Karabaşoğlu Kimdir?

1964 yılında İzmir’in Tire ilçesinde doğdu. İlk ve orta öğrenimini bu ilçede tamamladı. 1985 yılında İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesini bitirdi. Okul yıllarından itibaren yazmaya başladığı Köprü dergisinin 1986-89 yıllarında editörlüğünü yürüttü. İz Yayıncılık’ın kuruluşunda yaklaşık 5 yıl editörlüğünü üstlendi. Karakalem Yayınlarını kurdu ve yayın yönetmenliğini yürüttü. Çok sayıda kitabın tercüme, edisyon ve redaksiyonunda imzası bulunan yazarın röportaj bağlamında; Kemalizm’i tartışan ve Türkiye’deki etkilerini ele alan “Kemalizm’in Alfabesi” ve “Kertenkele Çukuru Milliyetçilik Dünyevileşme Kemalizm” adlı kitapları mevcuttur.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR