1. YAZARLAR

  2. Burhan Kavuncu

  3. Türkeş’in Ölümünden Sonra MHP'de Son Durum

Türkeş’in Ölümünden Sonra MHP'de Son Durum

Mayıs 1997A+A-

Türkeş'in vefatından sonra MHP'de Genel Başkanlığa kimin geleceği konusuyla beraber, ülkücü hareketin nasıl bir gelişim çizgisi göstereceği de merakla bekleniyor.

Lider kültünün maksimum düzeyde belirleyici olduğu MHP camiasının, Türkeş'in ölümünden sonra aynı performansı göstermesi mümkün değildir. Gerçi Türkeş'in son yıllardaki aşırı yaşlılığı ve ülkücülüğün klasik radikalizminden belirgin bir uzaklaşma göstermesi sebebiyle, hareketin önünün açıldığı da düşünülebilir. Ancak MHP, muhtemel liderlik kadrolarının tümünü dışladığı ve Türkeş'in şahsına bağımlı bir hareket durumunda olduğu için, yaşlı liderin ölümünün bir taze kan akışına sebep olabileceğini söyleyemiyoruz. (12 Eylül darbesinden sonra, ülkücü hareketin önde gelen isimlerinin hemen hepsi diğer sağ siyasi yapılanmalara dağılmış, Ülkü Ocakları'nın hapishane kadrolarının çoğunluğu da BBP'de karar kılmıştı).

Türkiye'de milliyetçilik hareketleri

Türkiye'de milliyetçilik akımı, kendi içerisinde de farklı karakteristik özellikler taşımaktadır. Bu farklılıklara girmeden önce, milliyetçi eğilimlerin ortak paydasına kısaca değinmemiz icabetler Bir kere resmi ideolojinin temel ilkesi Türk milliyetçiliği olduğu için, milliyetçilik, devletin tüm politik tercih ve uygulamalarının da omurgasını oluşturur. Diğer taraftan, Türkiye'deki milliyetçilik akımlarının, ideolojide bulunan millet ve halk kavramlarından daha fazla devlet olgusuna öncelik verdiği dikkati çeker. "Devletin bekası" fikri, tüm milliyetçi eğilimlerin ortak paydasını teşkil eder. Dolayısıyla tüm "milli ülkü ve hedefler" TC yapılanmasının çatısını "kutsallaştırmak, onun çıkarları ile paralel olmak mecburiyetindedir. Bu sınırlılık, yine "son bağımsız Türk devleti" sloganı ile tüm eğilimler arasında paylaşılan bir duygusallıkla ifade olunmuştur. Devletin tüm politikaları, uygulanan sistem, hatta rejim eleştiriye konu olsa bile, 'kutsal devlet' fenomeni sebebiyle devletin bizatihi varlığı, kurumları, hedefleri ve menfaatleri, milliyetçiler tarafından tartışmasız bir ön kabulle müdafaa edilir. Bunlara milliyetçilerin sabiteleri de diyebiliriz. (Birçok 'dini' eğilimin de aynı sabiteleri paylaştığı hatırlanırsa, milliyetçiliğin etki alanının ne kadar geniş olduğu tesbit olunabilir). Zikrettiğimiz bu karakteristik özellikler, Türk milliyetçiliğinin, evrensel İslami bakış ile arasındaki temel bir farklılığı ifade etmesi bakımından da önemlidir.

"Son bağımsız Türk devletinin kutsal varlığı" hakkındaki mutabakata rağmen, milliyetçi eğilimler arasında çeşitli düşünsel farklılıklar bulunmaktadır. Özellikle Cumhuriyet öncesi ve sonrası dönemlere dair tercihler, farklı görüşlerin ortaya çıkmasında belirleyici olmaktadır.

Kemalistler karşısında Türk milliyetçiliği

Osmanlı mirasının inkarı ve dine karşı radikal tavrıyla kendini tanımlayan TC dönemi, bu noktalarda, halk ve çeşitli aydın kesimlerde kendiliğinden bir muhalefetin oluşmasına vesile olmuştu. Resmi ideoloji karşıtı muhalefetin esasını İslami eğilimler oluşturmakla beraber, daha muhafazakar ve tarihsel bütünlüğü savunan milliyetçiler de Batıcı uygulamalar karşısında rahatsız oluyor, kendilerini muhalif kanatta hissetmeye başlıyordu. Buna karşılık rejimin din karşıtı tavır ve uygulamaları, "sol" olarak nitelenen bazı yönelimlere de yeşil ışık yakmaktadır. Türk milliyetçiliğinin resmi ideoloji ile ilk ciddi çatışması, 1944 yıllarında, böyle bir ortamda meydana gelir. Daha önce naziliği öven ve ırkçı sayılabilecek görüşleri savunan yarı resmi Cumhuriyet gazetesi gibi yayınlara rağmen, 1944 yılında, Almanya ve İtalya'nın mağlubiyeti ile paralel olarak, Cumhurbaşkanı İnönü, ırkçı-Turancıları hedef gösteren bir nutuk irad eder. Bu arada Türkçü yazar Nihal Atsız ile, komünistlikle suçladığı Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel arasında yazılı tartışmalar, mahkemeler, duruşmalarda nümayişler olmaktadır İnönü'nün konuşmasından sonra ırkçı-Turancı olduğu iddia edilenlere yönelik bir tevkifat kampanyasına girişilir. Aralarında A. Türkeş'in de bulunduğu birçok öğrenci, yazar ve subay tutuklanarak yargılanır

Aslında, Nihal Atsız, Türkeş ve arkadaşlarının (ki onlara göre İslamcılık-ümmetçilik, Arapçılıktan başka bir şey değildir) rahatsızlıkları, Türk Ocakları'nın kapatılması ile birlikte Türkçülükten Batıcılığa yönelen rejime bir tepki noktasındadır. Kemalistlerin "Osmanlı hakanlarını" tahkir etmeleri de kabul edilemez. Hele rejimin sola açık bazı tavırları (özellikle köy enstitüleri) bardağı taşıran bir damla olmuştur. 1944 olayları ile birlikte, Türk milliyetçiliğinin muhafazakar kanadının (diğer kanadı batıcı-laik resmi ideoloji teşkil etmektedir) muhalif tavırları belirginleşir. Dini tarafı ağır basan muhalif çevrelerle de sınırlı bir yakınlık meydana gelmesiyle birlikte, "milliyetçi, mukaddesatçı, muhafazakar, maneviyatçı" gibi deyimlerle tanımlanan, Türk siyasetinin sağ kanadı içinde önemli bir yer işgal eden ve çok da net olmayan bir çizgi ortaya çıkmıştır. (Çok net olmaması, en uç noktadaki İslamcı muhalif çizgilerle en batıcı, devletçi ideoloji arasında her türlü gidiş gelişleri içinde barındırabiliyor olmasındandı. Türk Ocakları, Demokrat Parti, Büyük Doğu hareketi, Risale-i Nur gibi çok farklı kesimlerde, birbirinden izler bulmamız mümkündür).

Antikomünist Cephe Dönemi

Daha sonraki yıllarda marksist sol hareketlerin gelişmesi ile birlikte anti komünizm, bu çizginin belirgin ve ortak bir yönünü oluşturur. İslamcı hareketlerin gelişmesi ise, milliyetçi çizginin karmaşıklaşmasında, sentez arayışlarında önemli bir rol oynamıştır. Bir yönüyle geleneğe yaslanan milliyetçilik, Batıcı-laik rejim ve komünist hareketler karşısında dini motifleri güçlendirirken, dini cemaatlerin antikomünist tepkilerinden güç almıştır. Bu dönemde milliyetçi hareket büyük ölçüde muhafazakarlaşır ve Türk-İslam sentezi ortaya çıkarken, dini cemaatlerin de millici-devletçi tercihlere yöneldiğini görmekteyiz. Bu çelişkilerin üzerine bir de, devletin komünizm, karşısında ülkücülüğü kullanma çabalarını, ülkücü hareketin ve bir kısım cemaatlerin de, komünizm ve Rus tehdidi altında gördükleri devleti kutsamalarını ilave edersek, durum biraz daha aydınlanabilir.

Üç tarz ülkücülük

Burada Ülkücülük kavramı üzerinde de kısaca durmak zorundayız. A. Türkeş'in kafasındaki ülkücülük, 1944'lerin Bozkurt kavramıyla birlikte düşünülmesi gereken, Türkçü bir kavramdır Bu ülkücülük, N. Atsız'ın dini reddeden Türkçülüğü ile de farklılaşmıştır. 1980 öncesi Ülkücü Hareketi'ni oluşturan gençliğin anladığı ülkücülük ise, S. Ahmet Arvasi, M. Yazıcıoğlu gibi dini yönleri ağır basan fikir ve eylem adamlarının üretmiş oldukları bir çerçeveye sahipti. Kendilerini Nizam-ı Alem ülküsü, Türk-İslam ülküsü gibi kavramlarla tanımlayan bu son kesim, geleneksel halk İslam'ının, özellikle tasavvufi renklerin etkisi altında bir ülkücülük anlayışına sahipti. 12 Eylül 1980 öncesinde antikomünist cephenin oluştuğu vasat ve bulunduğu reel şartlar, bu tür bir ülkücülüğü güçlendirmişti. A. Türkeş, onaylamamakla birlikte, bu tür bir ülkücülüğün gelişmesine pirim vermekteydi.

Yeni Dünya Düzeni'nde Türk milliyetçiliği

1980 darbesi ve komünizmin Dünya sahnesinden geri çekilmeye başlaması ile birlikte, Türkiye'de de dengeler değişmiştir. Antikomünist bir halk/devlet hareketi olan ülkücülüğü de komünizmle beraber cezalandıran devlet, yeni dönemde, Yeni Dünya Düzeninin dinamiklerine uyum göstermekte gecikmez. Milliyetçi hareket resmi ideoloji tarafından taltif edilerek, bu kez PKK'ya karşı konumlandırılır. Eski ülkücüler, ANAP ve DYP'de en üst düzeylerde kadrolara yerleşirken, bir taraftan da üniversiteler, emniyet ve diğer devlet kademelerinde kadrolaşma imkanına kavuşurlar. Kürt sorunundaki tırmanmaya paralel olarak Kürt ve Türk milliyetçiliğindeki tırmanma, PKK ile birlikte, en fazla MHP'nin işine yaramıştır. Konjonktürdeki bütün olumlu değişikliklere rağmen MHP, sahip olduğu halk desteğini maksimum yüzde 8 düzeyine çıkartabilir. Türkeş'in MHP'si, 1980 öncesinin parti ve ocak yöneticilerini dışarıda bıraktığı için, kazanmış olduğu oy oranı, göreceli bir başarı olarak nitelendirilir. (Türkeş'in eski arkadaşları tarafından yalnız bırakılması, vefasızlık veya ideolojik bir farklılaşma olarak görülmemeli. Bu daha çok, Türkeş'in 'tek adam alarak kalabilmeyi esas alan liderlik anlayışıyla ilgilidir)

1980 sonrasında sosyo-siyasal karşıtlık, (PKK faktörünü bir yana bırakırsak) devlet ile İslamcılık arasında biçimlendiği için, daha önceki antikomünist cephe yakınlaşmasının değişik bir görünüm kazandığını tesbit ediyoruz. Türk milliyetçiliği ile bir kısım 'dini cemaat' arasındaki yakınlaşma, bu kez PKK karşısında devam etmektedir. Hafta, Kürt-Türk kamplaşmasına paralel olarak, birçok dini cemaatin ırkçılığa yönelmesi söz konusudur. Refah Partisi'nin sistem içi macerasının da, zaman zaman ANAP'laşmanın yanı sıra, birçok zaman da MHP'leşmeye dönüştüğünü söyleyebiliriz.

Bir kısım milliyetçiliğin İslami düşüncenin etki alanına girmesine karşılık, MHP yönetimi resmi ideolojiye yakınlaşmıştır. Türkeş yeniden, 1975 öncesinin MHP ideolojisine dönmüş, hatta daha da ileri giderek, İsrail-ABD ile ilgili daha da cüretkar bir çizgiye yönelmiştir. Laik rejim ile İslami hareket arasındaki kutuplaşmadaki kesin tercihi laik saflar tarafındadır. "3 Mayıs Türkçülük Bayramı"nı (1944'ün yıldönümü) yahudi işadamı Üzeyir Garih'le birlikte kutlamakta, İsrail'in Ortaasya Türki devletlerine girişinde büyük hizmetler sunmaktadır. Türkeş'in İslami gelişmeler karşısındaki olumsuz tutumu o kadar netleşmiştir ki, DYP lideri (Başbakan) Çillerin Taksim'deki "Laiklik mitingin"de, SHP ile birlikte Türkeş'de yerini almıştır. Muhsin Yazıcıoğlu'nun BBP oluşumunda, Türkeş'in laik tercihlerindeki netleşmenin de etkili olduğu söylenebilir. MHP tabanının, Türkeş'in bu tercihini pek içine sindiremediğini tahmin edebiliriz.

Türkeş'ten sonra

MHP Genel Başkan adayları arasında Tuğrul Türkeş, babasının çizgisini tümüyle sürdürebilecek olan, nisbeten daha liberal 'neo ülkücülük'ün temsilcisi gibidir. Mason olduğu iddialarını yalanlamayan, iş ilişkilerindeki İsrail yakınlığını siyasi yakınlığa dönüştüreceğini gizlemeyen Tuğrul Türkeş, klasik ülkücü çizgiyi ve beraberinde MHP'yi kısa zamanda tarihin sayfalarına gömmeye aday görünüyor. (Tuğrul Türkeş'in "1974 lerden beri Ülkü Ocaklıyım" iddiası, onun Ülkücü sayılmasına yetmeyecektir. Bahsettiği yıllarda Hacettepe Üniversite'sinde okuyan T. T.'nin, Ocaklı olmak şöyle dursun, okulundaki hiç bir ülkücüye selam bile veremediği bilinmektedir. Zorlu bir mücadelenin devam ettiği Hacettepe'de, T. T.'nin solcu öğrencilerle birlikte okula gidip geldiği, dolayısıyla öğrencilik hayatı boyunca ülkücü öğrencilerin karşısındaki saflarda yer aldığı, o donemden kendisini tanıyan hiç bir ülkücünün bulunmadığı bilinirken, şimdilerde "ben de Ülkü Ocakları'na üye idim"'demesi, müstekbirlere has bir pişkinlik olmalı. Buna rağmen, babasının soyadını taşıması, ülkücü hareketin Yeni Dünya Düzeni'ne paralel yönelimini sürdürecek en iyi isim olması, medya ve devlet desteği gibi faktörlerin yanı sıra, ülkücü camiadaki yaygın şuursuzluk ve cehalet sebebiyle hareketin başına geçme ihtimali bir hayli yüksektir. Tuğrul Türkeş'in başarısı, beraberinde ülkücü camianın DYP ve ANAP gibi sağcı partilere dağılmasını, BBP'nin daha da güçlenmesini sağlayabilir. Türk milliyetçiliğinin siyasi hayatımızın 2.meşrutiyet yıllarına rastlayan fikri oluşumundaki, Leon Kanun, Parvus efendi, Moiz Tekinalp gibi yahudi müessirlerin ardından, ikibinli yıllara girerken, siyasi varlığını, yine yahudilerle kolkola sürdürmesi ilginç bir tesbittir

MHP camiası, Ramiz Ongun, Devlet Bahçeli, M. Şemsek gibi adaylardan birisini tercih ederse, Türk milliyetçiliğinin siyasi temsilcisi sıfatıyla, yeni dönemin muhafazakar, gelenekçi, devletçi, dini cemaatlerle ilişkileri iyi olan, dönemin ideal bir siyasi yapılanmasına sahip olabilir. Bu durumda, belirli bir süreçte BBP ile bütünleşme bile söz konusu olacaktır. Ancak liderlik karmaşasını aşabilmesi oldukça zor görünüyor.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR