1. YAZARLAR

  2. Abdulhakim Beyazyüz

  3. Tevhidi Uyanış Sürecimizde Nefs Tezkiyesiyle İlgili Kazanım ve Zaaflarımız -1

Abdulhakim Beyazyüz

Yazarın Tüm Yazıları >

Tevhidi Uyanış Sürecimizde Nefs Tezkiyesiyle İlgili Kazanım ve Zaaflarımız -1

Aralık 2008A+A-

Müslümanlarolarak temelleri Hz. Adem’e dayanan köklü bir mücadele geleneğine sahibiz. Batıl ehli, bizleri, tarihin değişik dönemlerinde susturmaya, yok etmeye çalışmasına rağmen hiçbir zaman başarılı olamadı. Belki gücümüz ve sayımız azdı. Ama her zaman gaybi yardımları arkamıza alıp mümince iradeleri kuşanarak Kabillerin karşısına Habiller, Nemrutların karşısına İbrahimler, Firavunların karşısına Musalar, Ebu Cehillerin karşısına Muhammedler, Nasırların karşısına Seyyid Kutublar olarak çıktık, çıkabildik. Çünkü biz bu evrende ‘asl’ı temsil ediyorduk. Bu evrenin tüm mahlûklarıyla beraber (melekler, güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, deprenen her canlı ve insanlardan birçoğuyla beraber - 22/Hac, 18) evrenin yaratıcısının davetine uyuyor, Rab olarak sadece O’nu kabul ediyor ve sadece O’na ibadet ediyorduk. Müminler olarak kendi isteğimizle, sahibimizin emirleri olan tevhide, adalete, ıslaha, iyiliğe yöneliyorduk. Evet, biz asılız; türedi olan cahiliyedir. Zira dosdoğru yoldan ayrılarak bu muhteşem kâinat korosunun secde (22/Hac, 18) ve tesbih (17/İsra, 44) nizamını bozmayı başaramasalar da çatlak sesler çıkaranlar onlardı. Ve açıktır ki, bu uçsuz bucaksız evrende cahiliyeyi temsil edenler, ateş olsalar, cürmleri kadar yer yakacaklardır. Dünya tarlasından, tıpkı ayrık otları gibi ayıklanacakları gün muhakkak gelecektir. “Zira köpük gider, faydalı ve asıl olan kalır.” “Hak gelir batıl yok olur. Zaten batıl yok olmaya mahkûmdur…” (17/İsra, 81; 21/Enbiya,18; 34/Sebe, 49)

Yüce Allah’ın günleri, kulları arasında çeviren sünnetullahı gereği batılı temsil edenler, elde ettikleri geçici üstünlüğün verdiği sarhoşlukla, yeryüzünün gerçek hakimi ve yeryüzünde kalıcı olabilecekleri hayaline kapılabilirler. Küfür ehlinin gafletini daha da derinleştiren bu seraba (üstünlüğü ele geçirdikleri zamanlarda) müminlerin de kapılma tehlikesi her zaman olagelmiştir. Nitekim Rabbimizin; “Sakın kâfirlerin yeryüzünde dolaşmaları, kendilerine az bir meta ve mühletin verilmesi sizi aldatmasın/yanıltmasın.” (3/Al-i İmran, 196-197)diye buyurarak kullarını uyarma ihtiyacı duyması da bu tehlikenin ciddiyetini gösterir.

Günlerin, kullar arasında çevrilmesinden ibaret olan tarih, bu sınanmalara çokça tanıklık etmiş, Ashab-ı Kehflere, Ashab-ı Uhdudlara şahitlik ettiği gibi kuşların ve cinlerin emrine verildiği Hz. Süleymanlı günleri de görmüştür. Elbette ki bundan sonra da günler bir sünnetullah dâhilinde evrilip çevrilmeye devam edecektir.

Bu nedenle Türkiye coğrafyasında yaşayan Müslümanlar olarak bizler de bu sünnetullahın farkında olarak sorumluluklarımızın gereğini yerine getirmeli, çağımızın, peygamber takipçileri olma şerefine ulaşmaya çalışmalıyız.

Bilindiği gibi Batı için ‘rönesans’ kavramının arka planında neler varsa bizim coğrafyamız için de ‘cumhuriyet’ kavramının arka planında onlar vardır. Zira biri Batı için, diğeri de Türkiye için seküler sürecin başlangıcını ve bu sürecin toplumsal bir proje olarak uygulanmasını ifade eder. İşte bu nedenle cumhuriyetin ilanıyla başlayan süreç, aynı zamanda dinin toplumsal hayattan uzaklaştırılma sürecidir.  Kur’an alfabesinin kaldırılışından, Tevhid-i Tedrisat Kanunu’na ve yine o dönemde hayata geçirilen diğer pek çok uygulamaya varıncaya kadar tüm değişiklikler, bu hedefe dönüktür. Bu çerçevede Fransız baskıcı laiklik anlayışı benimsenerek tüm toplum baskı altına alınmış, anne-babaların dahi çocuklarına Kur’an öğretmeleri yasaklanmıştır. Bu şekilde bir yandan din toplumsal hayattan dışlanmaya, tecrit edilmeye çalışılırken, diğer yandan da devletin çıkarları doğrultusunda kullanılmak üzere kontrolde tutulmuştur. Doğal olarak baskı altında tutulan ve yanlış yönlendirmelere muhatap olan halkın sağlıklı bir din algısına ulaşması engellenmiştir. Her ne kadar bu durum geçmişe kıyasla halkı biraz daha muhalif bir duruşa sevk etse bile çok partili döneme geçiş ve ardından Demokrat Parti’nin iktidara gelişiyle sağlanan görece özgürlük, bilinçsiz yığınların devletle aralarına koyduğu mesafeyi kaldırmasına neden olmuş, aynı çerçevede sağcı, muhafazakâr siyasetleri içselleştirmesini sağlamıştır.

Kısaca izah etmeye çalıştığımız tarihi arka planın etkisiyle coğrafyamızdaki dindarların neredeyse tamamında bu sağcı, devletçi, muhafazakâr ve misak-ı millici izleri görmek mümkündür. Yazarlarındankurumlarına, Nurettin Topçu’dan Necip Fazıl’a, MTTB’den MNP’ye varıncaya kadar bu bulanıklığı rahatlıkla tespit edebiliriz.

Zikredilen sürecin yarattığı olumsuz izlerin silinmeye başladığı tarihleri 1965’e kadar götürmenin yanlış bir tespit olmayacağı kanaatindeyiz. İslam coğrafyasından değişik hareket ve önderlerin eserlerinin tercüme edilip yayınlanması, çevre ülkelerdeki bazı cemaatlerin bu topraklara da uzanan çalışmaları, ülke dışında eğitim görmüş bazı şahsiyetlerin katkıları gibi gelişmeler bu süreci başlatan ve besleyen temel faktörlerdir. Bu şekilde ağır ağır gelişen uyanış süreci, 70’li yılların ikinci yarısından başlayıp 80’ler de iç ve dış konjonktürün uygunluğuyla da birleşince ciddi bir ivme kazanmıştır. 

Kemiyet ve keyfiyet açısından ciddi kazanımlar elde edilen bu dönemde, dünün hurafeci, mezhepçi, devletçi, misak-ı millici, taklitçi insanları, kendisine giydirilmek istenen her gömleği vahiy mihengine vuran bilinçli muvahhidlere dönüşmeye başlamıştı. Bu süreç tevhidi bilinç açısından birçok kazanımların elde edildiği bereketli bir dönemi oluşturmuştur.

Şüphesiz bu sürecin ve sonuçlarının çok geniş bir çerçevede konuşulması ve çok farklı boyutlarının irdelenmesi mümkündür. Bununla birlikte burada şimdilik nefs tezkiyesi bağlamındaki kazanımlarımız ve bu kazanımlarımızı daha ileri boyuta götürmeyi engelleyen eksikliklerimiz üstünde durma ihtiyacı hissediyoruz. Bu çerçevede öncelikle kazanımlarımızın üstünde durmak istiyor ve bunları birkaç başlık altında toplayabileceğimizi düşünüyoruz.

KAZANIMLARIMIZ

1-Dinin anlaşılmasında Kur’an ve sünnetin yegane ölçü olduğunun kavranılması  

Şüphesiz ki yaşanılan sürecin en büyük kazanımı, Kur’an’ın anlaşılamayacağı, anlaşılsa bile her bir harfinde milyonlarca anlamın bulunmasından dolayı çok sınırlı sayıdaki özel bazı insanlar tarafından anlaşılabileceği türünden anlayışların, hurafelerin aşılması olmuştur. Çünkü bu iddia, Kur’an’ı okumayı, anlamayı ve ondan delil getirmeyi neredeyse imkansız kılıyor ve Kur’an’ın rehberlik fonksiyonunu buharlaştırıyordu. Tıpkı bugünkü modernist rölativistlerin Kur’an’la ilgili iddialarının götürdüğü sonuç gibi. Hâlbuki, Hüda’nın rehberliği olmadan Resul (s) bile yolunu şaşırmışken bizler yolumuzu nasıl bulabilirdik? Ama bu süreçte öğrendik ki Yücelerin Yücesi nurunu tüm zamanları ve tüm mekânları aydınlatmak, insanlara her yerde kılavuzluk ederek onların yollarını şaşırmasını engellemek üzere göndermişti. Bunun için Kitab’ın dilini kolaylaştırmış, içinde türlü misaller vermiş ve onu yolun en doğrusuna iletecek her türlü vasfa haiz kılmıştı.

İşte söz konusu uyanış sürecinde bunu fark eden Müslümanlar, bilgilerini, amellerini ve niyetlerini Kur’an süzgecinden geçirmeye ve her şeyi vahyin ölçüsüne tekrar tekrar vurmaya başladılar. Tıpkı Resul (s)’a iman eden mü’minlerin cahiliye dönemlerinden kalan her şeyden şüphe edip kendilerini vahiyle sorgulamaları gibi. Vahiy kriteriyle her şeyi sorgulama, sayısız batıl inançtan, eklektik kimliklerden ve sayısız cürufattan kurtulma imkanını doğurdu. Öyle ki bu coşkuyla hareket eden mü’minler, sadece sağcılık gibi olumsuz kimlikleri reddederek İslami kimliği en üst kimlik olarak benimsemekle kalmamış normalde alt kimlik olarak benimsenmesinde mahzur olmayan kavim, sınıf, coğrafya gibi kimlikleri dahi reddetmiş ve sadece MÜSLÜMAN ismine razı olmuşlardır.

Doğru ölçüye ulaşma kazanımı, şüphesiz ki tüm kazanımların anahtarı ve temeliydi. Doğal olarak elde edilen bu nimet bilgi, amel ve niyeti kapsayan, hayatın her alanını vahyin boyasıyla boyamaya imkan sunan fırsatlar doğuracaktı ki, doğurdu da. Ama biz bu kadarla yetiniyor diğer kazanımlarımıza geçmek istiyoruz. Bunlar da birinci kazanımızın imkan verdiği olumlu sonuçlardır.

2-Nefsi tezkiyenin hayatın tüm boyutlarını kapsadığı gerçeğinin fark edilmesi

Bilindiği gibi geçmişteki yanlış tezkiye anlayışı -ki bu anlayışı en fazla etkileyen tasavvuftu-  arınmayı sınırlı bir alana hapsediyordu. Aynı şekilde arınmanın aracı olarak da şekilsel boyutu öne çıkan nafile bazı ibadetleri yerine getirmek, sarık sarmak, cübbe giymek, gözlere sürme çekmek, dişleri misvaklamak vb. pratikleri gündemleştiriyordu.

Hâlbuki tevhidi uyanışın bereketiyle Kur’an’a yönelenler, Kur’an’ın arınmayı sınırlı bir alana hapsetmediğinin, tersine şahitlik gibi, arınmayı da hayatın tüm boyutlarını kapsayan bir eylemlilik olarak gördüğünün farkına vardılar. Arınmanın ancak vahiy kriterinin bilgi, inanç ve eylemleri kapsaması ve inşa etmesi durumunda gerçekleşebileceğini anladılar. Tezkiyenin hayatın sosyal, siyasal, ekonomik, kültürel vb. tüm alanlarının en ince ayrıntısına varıncaya kadar, ancak vahyin boyasıyla boyanması durumunda mümkün olabileceğini gördüler. Çünkü Kur’an’ın inançla amelin birbirinden bağımsız olmadığına, ibadetle muamelatın, zikirle cihadın, ahlakla direnişin imanın tezahürleri/yansımaları olduğuna dair açık beyanlarının hiçbir tereddüde mahal vermediğinin şuuruna vardılar.

Bu nedenle, tağutları reddetmeden, şirkin her çeşidinden uzaklaşmadan, namazıyla, orucuyla, ticaretiyle, ahlakıyla görüldüğünde Allah’ı hatırlatan bir kul olmadan, hayatın tüm alanlarında canlı Kur’anlar olarak, Allah’a davet etmeden, nefis tezkiyesinin, bunun sonucunda da Allah’ın rızasına ulaşmanın da mümkün olmadığının bilincine vardılar. Ayrıca bu süreçte tezkiyenin alanıyla ilgili sahih bilgilere ulaşmanın yanı sıra, nefsi doğru tezkiye etmenin yöntemi bilgisine de ulaştılar. Şimdi biraz da bu kazanımımızın neyi ifade ettiğinin üstünde duralım.

3-Nefsi doğru tezkiye etmenin yöntemine ulaşılması

Her şeyi Kur’an’la sorgulamadan önceki süreçte yanlış bilinen şeylerden birisi de nefs algısı ve tezkiye yöntemiydi. Nefs kötü ve ikinci bir şeytan olarak algılandığı gibi, nefsi tezkiye etmenin de ancak nefsi yok etmekle mümkün olabileceği düşünülüyordu. Bunun için de nefsin horlanması, eziyet edilmesi, zayıf düşürülmesi gerekiyordu. Bu anlayışın gereği olarak Allah’ın helal kıldığı nimetlerden uzaklaşmak, çilehanelerde eziyet çekerek sabretmek gerekiyordu ki bu çoğu zaman on yıllara varan bir süreye kadar uzayabiliyordu. Tabi fıtratla savaşmak anlamına gelen bu mücadelede bunu kendilerince başaran sınırlı sayıdaki kişilerde de değişik sıkıntılara yol açabiliyor ve eninde sonunda fıtrat bu savaşın galibi oluyordu. Bu durum dindarlıkta en iddialı kişilerde bile olmadık çirkin hallerin oluşmasına neden olunca, dinin çok zor, hatta yaşanılmaz teklifler yığını gibi algılanmasına da sebep oluyordu. Tarih bu ruhbanların çirkin sonlarını ortaya koyan örneklerle doludur. Bu olumsuz sonuçlar, sadece profesyonel tarzda ruhbanlığı yaşamak isteyenlerle de sınırlı değildir. Zira uygulanmaya çalışılan bu tezkiye anlayışı halktan bir insanı da ikiyüzlülüğe yönelten, dini yaşama arzusundan soğutan ciddi etkilere neden olmaktadır. Sözüm ona takvaya erişmek için kendisine sürekli hakaret etmeyi, nefsini aşağılık kabul ettiği için - affedersiniz- köpeklerle kıyaslamayı adet edinen, uyumayı, yemek yemeyi, cinsi arzuyu ve hatta çocuğunu sevmeyi aşağılayan bir insanın nasıl bir ikilem yaşayacağını tahmin etmek zor değildir. Zaten bunları başarmak mümkün olmadığından, hayat boyu din adına, tezkiye adına kişinin yenemeyeceği fıtratla çatışmanın yol açtığı ruhi çöküntüyü tahayyül eder misiniz? Ayrılmaz bir parçası olan duygularından, İslam’ı yaşama adına kurtuluyormuş, bunu başarıyormuş gibi ikiyüzlüce davrananların yaşadıkları ahlaki dejenerasyonun boyutunu hesaplamak mümkün müdür?

Hâlbuki tevhidi uyanış sürecimizde; yolun en doğrusuna bizi iletmek üzere gönderilen Kur’an’dan ve Kur’an’ın canlı örnekliğini oluşturan Resul (s)’den öğrendik ki; nefs ikinci bir şeytan değil, bizzat insanın kendi zatıdır. Dolayısıyla tıpkı insan gibi ne melek, ne de şeytandır. Allah ona takvasını da, fücurunu da ilham etmiş, iki yoldan birisini özgür iradesiyle seçme istidadını/gücünü lütfetmiştir. İnsanlar, tercihlerine ve kesblerine bağlı olarak ya nefislerini tezkiye ederek kurtulacaklar ya da nefislerinin üstünü örterek günaha battıklarından dolayı kendilerini helake sürükleyecek, hüsrana uğratacaklardır. Bundan dolayıdır ki bir yandan Yüce Allah kendisini tezkiye ederek, Rablerine yönelen ve Rablerinden emin olan nefs sahiplerine kasem etmiş ve onlara ne kadar değer verdiğini dile getirmiş, diğer yandan kendilerini şeytana karşı korumayan bazı nefis sahiplerinin artık kötülüğe yönelmelerinin ahlaklarının bir parçası haline geldiğini de ortaya koymuştur. (Dikkat edilirse Hz. Yusuf’un diliyle ifade edilen bu gerçeğin hemen istisnası da yapılmış ve “Ancak Rabbimin rahmet ettiği nefs hariç...” diye buyrularak her nefsin kötülüğü emretmeyeceğine de işaret edilmiştir.) 

Bu süreçte nefsin bizim dışımızda ikinci ve kötü bir varlık ya da ikinci bir şeytan olmadığını öğrendiğimiz gibi doğru tezkiye tarzının da nefse eziyet etmek ya da onu öldürmekten geçmediğini de öğrendik. Çünkü nefs bir fıtrat üzere yaratılmış, hayatın sürebilmesi için bir lütuf olarak nefse bazı şeyler sevdirilmiş ve süslü gösterilmiştir. (3/Al-i İmran, 14) Allah tarafından sevdirilen bu nimetlerin arzulanmasından, sevilmesinden ve faydalanılmasından daha doğal bir şeyin olamayacağı açıktır. Zaten Allah’ın kullarına ikramda bulunarak helal kıldığı nimetleri haram kılmak kimin haddinedir? Önemli olan bu nimetlerden Allah’ın koyduğu ölçüler içinde faydalanmak ve onların bizler için bir denenme aracı olduğunu unutmayarak onları Rabbimizi sever gibi sevmemektir. (2/Bakara, 165) Onları, bizi Rabbimizin yolundan alıkoyacak güce erişmelerine neden olacak kadar yanlış bir şekilde gönlümüzde büyütmemektir. (9/Tevbe, 24) Rabbimize bizleri daha fazla yaklaştıracak şekilde onlardan faydalanmak ve onları kullanmaktır.

Nitekim Resulullah (s) bu nimetlerden en güzel şekilde faydalanmakta bir beis görmemiş, kendi nefsine eziyet etmek için yemek yememe, güzel elbiseler giymeme, hanımlarına yaklaşmamaya asla tevessül etmemiş ve bu nimetlerden yararlandığı için de kendisini kınamamıştır. Aksine böylesine davranmaktan şiddetle sakındırarak “Ben ruhbanlıkla gönderilmedim.” diyerek insanları uyarmaktan geri kalmamıştır. O kendi nefsine eziyet etmek amacıyla değil, sadece kardeşlerinin ihtiyaçları olduğunda veya onlara hediye vermek istediğinde kardeşlerini kendisine tercih etmiş ve eline geçen nimetleri onlara vererek ikramda bulunmuştur.

Nitekim Resulullah (s) bir hac yolculuğunda; gölgelenmeden ve bineğe binmeden yürüyen bir şahıs gözüne ilişince sorar: “Bu şahıs ne yapıyor?” Sahabeler “Ya Resululah, bu şahıs falan işi olursa yayan ve gölgelenmeden hacca gideceğine dair yemin etmiş.” diye cevap verirler. Resulullah (s) da hemen “Yemininin kefaretini versin, gölgelensin ve bineğine binsin. Şüphesiz ki Allah’ın onun nefsine eziyet etmesine ihtiyacı yoktur.” buyurarak nefse eziyetle tezkiyenin hiçbir ilişkisinin olmadığını ortaya koymuştur.

Zira Allah kulları için din olarak İslam’a razı olurken onların dünya ve ahiret mutluluğunu gerçekleştirmeyi dilemiştir. Bunun için de onlara zorluğu değil kolaylığı dilemiş, nimetlerini onların hizmetine sunmuştur. Dolayısıyla burada kullardan istenilen şey, bu nimetlerden yararlanırken bu lütufların sahibinin unutulmaması, O’na şükredilmesi ve Allah’ın kullarının haklarının unutulmamasıdır. Ve yine kulların bu nimetlerden yararlanarak yeryüzünde tevhidi, adaleti, ıslahı ve iyiliği yaygınlaştırma gayretinde olmaları istenmektedir. Yoksa Yüce Allah’ın kullarının kendi nefislerine zulmetmelerine ne ihtiyacı olabilir ki! Bundan dolayı Yüce Allah’ın yanında amellerin değerliliği, nefse eziyetle değil tezkiyedeki fonksiyonelliğiyle ilgilidir. Buna göre amellerin değerinin doğru takdir edilmesi gerekmektedir ki bu süreçteki kazanımlarımızdan biri de budur. Şimdi biraz bunu açmaya çalışalım.

4-Amellerin değerinin doğru takdir edilmesi

Bu kazanımımızın neyi ifade ettiğini daha iyi anlamak için, Kur’an ve sahih sünnetin birer ölçü olarak gerektiği gibi kullanılmadığı zamanlardaki “değerli ameller” anlayışını sorgulamakta fayda vardır. Bu döneme baktığımızda görürüz ki en önemli sayılarak önemsenen ameller; oruç, namaz gibi bazı nafile ibadetler; sakal bırakmak, sarık sarmak, cübbe giymek, dişleri misvaklamak, hatim indirmek, mevlit okutmak gibi bazı alışılagelen pratiklerdi. Kur’an’a dönüp baktığımızda bunlardan herhangi birisinin tezkiyede en önlerde bir yer tutuğunu görmek bir yana, bazılarının sonlarda bile yer bulamadığını görebiliyorduk. Kur’an’ın tezkiyede en öne yerleştirdiği emir olan hayatın her alanında Allah’ı birlemenin ve şirkten teberri etmenin ise insanlarımızın gündeminde pek bir yeri yoktu. Hâlbuki Kur’an bütün peygamberlerin en temel gönderiliş amaçlarının, Allah’ın kullarını tağuttan/şirkten sakındırma ve tevhidi hayatın tüm boyutlarına hakim kılmaları hususunda uyarma olduğunu bize bildiriyordu. (16/Nahl, 36) Bunun arınabilmenin en önemli ve olmazsa olmaz şartı olduğunu haber veriyor, hayatın sosyal, siyasal, ekonomik, kültürel alanlarında şirkten kurtulmadan yapılan amellerin hiçbir değerinin olamayacağını açık bir şekilde deklare ediyordu: “Eğer onlar da (peygamberler de) Allah’a şirk koşsalardı, elbette bütün yaptıkları ameller boşa giderdi.” (6/88)

Nitekim benzer bir yanlışa düşen Mekkeli müşrikleri Kur’an şöyle uyarıyordu: “Hacılara su dağıtmayı ve Mescid-i Haram’ı onarmayı, Allah’a ve ahiret gününe iman eden ve Allah yolunda cihad edenin (yaptıkları) gibi mi saydınız? (Bunlar) Allah katında bir olmazlar. Allah zulmeden bir topluluğa hidayet vermez. İman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenlerin Allah katında büyük dereceleri vardır. İşte kurtuluşa ve mutluluğa erenler bunlardır.” (9/Tevbe, 19-20)

Yine bu süreçte Kur’an’dan öğrendik ki amelleri değerli kılan takvadır. Kesilen kurbanların ne etleri ne kanları Allah’a ulaşmaz, O’na ulaşan ve O’na yaklaştıran sadece takvadır. (22/Hac, 37) Tıpkı evlere arkasından girmenin iyilik olmadığı (Bilindiği gibi hac sırasında takva adına eve normal girişin dışında bir yerden girmenin takvayı ifade ettiği tarzında bir inanış vardı. Ayet o yanlış anlayışı düzeltiyor.) ya da yüzün batıya veya doğuya çevrilmesinin takva olmadığı gibi. “Yüzlerinizi doğuya ve batıya çevirmeniz iyilik (takva, hayır, itaat) değildir. Ama iyilik, Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitaba ve peygamberlere iman eden; mala olan sevgisine rağmen, onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, isteyip- dilenene ve kölelere (özgürlükleri için) veren, namazı dosdoğru kılan, zekatı veren ve ahitleştiklerinde ahitlerine vefa gösteren ile zorda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda sabredenler(in tutum ve davranışlarıdır). İşte bunlar doğru olanlardır ve muttaki olanlar da bunlardır.” (2/Bakara, 177)

Evet, Kur’an talebeliğimiz sırasında şirkten sakınmanın en önemli tezkiye eylemi olduğunu, şekilsel amellere gereğinden fazla bir anlam yüklemenin yanlış olduğunu öğrendik. (Şiarlara saygının Allah’a saygı olduğunu unutmak gibi bir yanlışa düşmeden; sözgelimi Allah’ın vechinin yönelinen her tarafta olduğunu bilmemize rağmen, Kâbe’ye yönelme emrine, bu emirde büyük hikmetler olduğunun bilinciyle büyük bir ciddiyetle itaat etme gibi.)

Bu süreçte yine amellerin değeriyle ilgili şunu da öğrendik: Amellerin değerini belirleyen bir faktör de o amelin kişi için neyi ifade ettiği gerçeğidir. Örneğin yapılan eylem kişi için ciddi bir özveriyi ifade ediyorsa (açken kardeşini kendine tercih etmek, yaralıyken, korkuyorken cihada çıkmak, iftiraya uğramışken mü’minlere merhametli davranıp affetmek, güçlüyken ve zulmedebilirken adaletten ayrılmamak vb.) o amel Allah katında değerlidir. Bu çerçevede Kur’an; (farz-ı kifaye döneminde) cihada çıkanla oturanın bir olmadığını (4/Nisa, 95) hatta fetihten önce ile sonrasında yapılan cihadın ve infakın (57/Hadid, 10) da bir olmadığını, açlığın yaygın olduğu bir dönemde yemek yedirmeyle normal bir zamanda yapılan ikramın da aynı değerde olmadığını vs. bizlere haber vererek amellerin değerini, kişilerin gösterdiği fedakârlık ve sahip oldukları samimiyet derecelerinin belirlediğini ortaya koymaktadır.

Bu nedenle amellerin küçüklüğü–büyüklüğü, belli bir yere kadar izafidir. Çünkü Allah her şeyi bilen Adil Rab olarak; herkesi kendisine verilen imkanlar dahilinde değerlendirecektir. Önemli olan kişinin yeri geldiğinde İsmailini (en sevdiğini) verebilmesi, zorluklar sırasında şüpheye düşmemesi, sorumluluklarını angarya olarak değil, arınmak için büyük fırsatlar olarak değerlendirebilmesidir.

Özetlemek gerekirse bu süreçte; iman eylemiyle hacılara su vermenin, cihadla nafile orucun, her zaman ve her yerde adil olmakla dişleri misvaklamanın, zalimin karşısında hakkı söylemekle yüzünden Kur’an okumanın kıyaslanamayacağını; yine sevdiği şeylerden vermekle yere düşen kurumuş hurma salkımlarını vermenin, zorluk, yokluk, sıkıntı döneminde cihad ile tehlikenin azaldığı ve güçlü olunduğu dönemde cihadın bir olmadığını; ayrıca içten bir takvayla Allah’a yönelmeyle şekilsel şeylerde boğulmanın farklı şeyler olduğunu öğrendik, ki şüphesiz bunlardan her birisi kayda değer kazanımlar olarak önümüzü aydınlatmaya devam etmektedir.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR