1. YAZARLAR

  2. Zehra Ç. Türkmen

  3. Korku Edebiyatını Hep Birlikte Yıkalım…

Zehra Ç. Türkmen

Yazarın Tüm Yazıları >

Korku Edebiyatını Hep Birlikte Yıkalım…

Aralık 2008A+A-

Haksöz:Resmi tören dayatması bilhassa İslami kimlikli aileler açısından aile-çocuk ilişkilerinde ne tür sıkıntılara yol açmaktadır? Bu konuda ne tür zaaflar görülmektedir?

Yaşadığımız ülkede Batılı paradigmanın taşıyıcısı olan egemen sistem, laik, pozitivist ve ulusalcı cahili düzenini ayakta tutabilmek için yargıdan eğitime, askeriyeden sanat hayatına kadar her alanda ideolojisini dayatmaktan çekinmiyor. Kurulu sistem, zorunlu eğitimi resmi ideolojinin devamı ve ikamesi için bir araç olarak kullanıyor. Çocuklarımız ana sınıfından başlayarak, ilköğretim sıralarında ve erkek çocuklarımız askeriyede militer tarzda Kemalist bir eğitime tabi tutuluyor. Lise ve üniversite sıralarına da uzanan bu dayatmacı eğitim neticesinde sorgulamayan, şahsiyetleri yıpranmış, tek tipçi, pasif, resmi ideolojinin kalıbına uygun şekilde vatandaşlar yetiştirilmeye çalışılıyor.

Ulus devlet, eğitimden kültüre, düşünce ve basın hayatına, hukuktan siyaset alanına kadar toplumsal hayatı Kemalizm’e göre askeri disiplin mantığı içinde organize ederek adeta aynı marşları söyleyen, aynı ulusal ritüelleri yerine getiren, hayata askeriyenin at gözlüğü ile bakan, milliyetçi, sadık veya robot insanlardan oluşturulan bir toplumun sahibi olmak istiyor.

Biz Müslümanlar, Türkiye’de zaman olarak, çocuklarımızı zorunlu hayat bilgi ve becerileri konusunda, yaş gruplarına göre hayatın amacını doğru öğrenme bağlamında temel eğitime tabi tutma imkanı ve özgürlüğü elimizden alınmış veya kısıtlanmış bir kuşatılmayı yaşıyoruz. Ulus devlet, seküler kutsallara bir ayin havası içinde yer verdiği zorunlu ilköğrenim süreci yanında, şimdi okul öncesi dönemde de zorunlu ana okulu projesiyle çocuklarımızı daha 5 yaşındayken elimizden almayı tasarlıyor. Şubat 1997 Askeri Darbesi ile zorunlu ilköğretim 5 yıldan 8 yıla çıkarılmıştı. Şimdi aynı mantığın devamı AK Parti iktidarı eliyle okul öncesi çocuklarımızın 2 yılını daha gaspetmeye hazırlanıyorlar. Zorunlu olarak laik-seküler Kemalist eğitim sistemi içinde eğitim ve öğrenimlerini görmek durumunda bulunan çocuklarımızı lüzumsuz bilgiler hamallığı yapmadan, seküler kutsallarla, ayinlere dönüştürülen tören ve telkinlerle kişilikleri ezilmeden, hayatı ve sistemi sorgulayabilen, yeri geldiğinde hesap sorabilen bireyler olarak nasıl yetiştirebileceğimiz sorusunu kendimize sıkça sormamız ve bu tür soruları sürekli gündemde tutmamız gerekmektedir.

Bugün yaşadığımız toplumda devlet neredeyse çocuklarımız üzerinde resmi velayet hakkını iddia edecek bir konuma gelmeyi amaçlamakta , ebeveynlerin görevlerini ise sadece çocuklarının doğal ihtiyaçlarını karşılayan bir bakıcı konumuna sokmaya çalışmaktadır. Oysa devlet, çocuklarımız üzerinde inisiyatif hakkını kurumsallaştırmak gibi bir hakka sahip değildir ve çocuklarımız da devletin değil bizatihi bizim çocuklarımızdır. Devletin aile birliğine müdahale eden bir diktatör olamayacağını, çocuklarımızın temel kavramlarını kazanmaları ve dini eğitim açısından yönlendirilmelerinin devletten önce ailenin tabii hakkı olduğunu sürekli olarak gündemde tutabilmeli, devletin çocuk mafyası ceberutluğu ile aile birliğimiz ve aile kararlarımız üzerinde tayin edici olamayacağının mücadelesini vermeliyiz. Yoksa sürekli genişletilmeye ve geliştirilmeye çalışılan öğretmen, zorunlu yuva ve okul korkuları ve dayatılan inisiyatiflerle, gittikçe çocuklarımız üzerindeki doğal haklarımızı elimizden almaya çalışmaktadırlar.

Bu bağlamda Özgür-Der’in 10 Kasım günü resmi törenleri boykot çağrısı, resmi ritüellerle ilgili tartışmalarımızı güncellemek açısından güzel bir vesile oldu. Bu vesileyle bazı Müslüman aile üyeleriyle resmi ideoloji kıskacındaki çocuklarımızın kimliği ve yetişme süreçleriyle ilgili konuşma ve seçeneklerimizi muhasebe etme fırsatını bulduk.

İstişarelerimizde en fazla iki tablo belirginleşiyor: Anne çocuğunu resmi törenlere göndermek istemiyor, fakat çocuk ciddi anlamda öğretmeninden korkuyor, törene gitmediği takdirde azarlanıp notlarının düşürüleceğini; çünkü bu şekilde tehdit edildiklerini söylüyor. Veya öğrenci törenlere gitmek istemiyor, fakat bu sefer de annesi öğretmeninin ona kızacağı ve düşük not vereceği endişesiyle çocuğunun mutlaka okula gitmesi gerektiğini söylüyor. Her iki halde de, törene gitmek isteyen çocuk ve çocuğunu törene göndermek isteyen annenin çıkış noktası sinsice üretilmiş olan korku edebiyatıdır.

Bir ilkokul dördüncü sınıf öğrencisinin yaşadıkları tartışılması gereken örnek bir olaydır: Öğretmen, öğrencilerden üç önemli kahramanın ismini yazmasını istediği ödevinde öğrenci Allah, Hz. Muhammed ve Hz. Atatürk üçlemesi yapıyor. Bu örnek, Müslüman aileler olarak çocuklarımız ezilmesin, notu kırılmasın ya da çelişki yaşamasın gibi kaygı ve söylemlerle sürekli görmezlikten geldiğimiz veya geçiştirmeye çalıştığımız yanlışlıkların bir ürünüdür.

Bizler tabii ki çocuklarımıza doğruyu, yanlışı, iyiyi veya kötüyü anlatırken onların yaş düzeylerini, algılama kabiliyetlerini ve psikolojilerini göz önünde bulundurarak onlara yaklaşmamız gerekmektedir. Ancak bu yaklaşım tarzımız çocuğumuzun fıtratına ters düşecek, vahiyden kopuk ve vahye yabancı bir şekilde olmamalıdır.

Biliyoruz ki çocuklarımız okula ilk başladıkları günden itibaren küçücük zihinlerine yarı ilah konumuna getirilmiş bir Atatürk algısı yerleştirilmektedir. Ve bu tür törenlerle, her and ritüeli ile veya İstiklal Marşı’yla, Atatürk’ün bitmez kahramanlık hikayeleriyle de bu ilahlık düşüncesinin çocuklarımızın zihinlerine nasıl yerleştirilmesi gerektiğinin sürekli provası yapılmaktadır. Sonuç olarak hem bahçe, hem bahçıvan hem de çiçeklere zehir aşılanarak etkisiz bir nesil inşa edilmeye çalışılmaktadır. 

Müslüman aileler olarak öncelikli görevimiz bizlere dayatılan bu korku edebiyatından sıyrılmak ve çocuklarımızın aldıkları eğitimi yakından takip ederek yeri geldiğinde bu eğitim sürecine müdahil olup çocuklarımız üzerinde ilk inisiyatif hakkının bizlere ait olduğu hissini karşı tarafa verebilmek ve çocuklarımıza İslami kimliğimizle ilgili güven aşılayabilmektir.

En azından aynı kaygıları taşıyan ailelerin birbirlerine olan desteği ve dayanışmasıyla bu tür sıkıntıların üstesinden daha kolay gelinecektir. Çocuklarımızı da bu bilinç çerçevesinde yetiştirdiğimizde, onların da okullarda veya sınıflarda kendileri gibi sorgulayan, düşünen, etkin karakterli arkadaşlarının var olduğunu ve yalnız olmadıklarını uygun diyalog ve ilişki ortamlarıyla fiili olarak kavramalarına yardımcı olmalıyız. Aynı sıralarda ve yaş kuşağında benzer sorunları yaşayan ve cevap vermeye çalışan arkadaşlarının var olduğunu ve kendilerine destek veren ailelerin var olduğunu fiili olarak görüp kavradıkları oranda kendilerine olan güvenlerinin artması, azimlerinin güçlenmesi ve bilinçlerinin diri kalmasına imkanlı olacaktır.

Nasıl ki özellikle son dönemlerde Alevi vatandaşların Zorunlu Din Dersinin kaldırılması noktasındaki tepkileri toplumun diğer kesimleri tarafından doğal, insani bir talep olarak algılanıyorsa; sorunlarımız doğru ve güzel bir şekilde tanımlanarak istikrarlı bir şekilde gündeme getirilir ve taleplerimizin arkasında durulursa, konuyla ilgili taleplerimiz de kamuoyunda doğal ve insani talep olarak karşılanmaya başlanacaktır. Taleplerimiz kamuoyunda doğru ve güzel bir form ve örneklikte anlatılmaya başlandığı ve isteklerimiz halk tarafından haklı bulunmaya başlandığı oranda da bize ve çocuklarımıza eğitimde özgür alanlar açılmaya başlanacaktır.

Çocuklarımızı bilinçlendirerek onları İslam’a göre eğitmek, Allah dışında dayatılan kutsallardan arındırmak, evrensel bilgiyi, düşünme ve eleştiri yetisini ve imkanlarını kazanacağı ortamları talep etmek ve taleplerimiz noktasında ısrarcı olmak bizlerin en doğal hakkıdır. Zira Rabbimiz bizleri Tahrim Suresi’nde kendimizi ve ailemizi cehennem ateşinden korumamız gerektiği noktasında uyarmaktadır.

Not korkusuyla, öğretmenin kızacağı gerekçesiyle veya seküler pedagoji kalıplarıyla “Çocuğumuz çelişki yaşamasın!” gibi düşüncelerden sıyrılıp çocuklarımızın da, bizlerin de Rabbimize kulluk vazifesi için yaratıldığımızı bir kez daha hatırlamamız ve birbirimize sıkça hatırlatmamız gerekmektedir. Varsın çocuklarımız çelişki yaşasın, çelişki aynı zamanda içinde sorgulamayı da barındırır. Zaten hangimiz bu çelişkileri yaşamadık ki…

Yaşanılan toplumsal sorunlar karşısında etkisiz ve pasif kalmak aynı zamanda sonuçsuz kalmak anlamına gelmektedir.  Yeter ki insanlığımız, onurumuz, kimliğimiz ve geleceğimiz için tavrımızı netleştirelim; o zaman Rabbimiz ellerimizi birleştirecek, yol haritamızı çizecek ve önümüzdeki engelleri açacaktır.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR