1. YAZARLAR

  2. Asım Öz

  3. Tarihsel Roman Türünün İşlevlerine Tarık Ali Romanları Üzerinden Bir Bakış

Tarihsel Roman Türünün İşlevlerine Tarık Ali Romanları Üzerinden Bir Bakış

Aralık 2008A+A-

 Tarihin, Sümer’deki Gılgamış destanından eski Yunan’daki İlyada ve Odessa epizotlarına, Heredot Tarihi’nden eski Roma’daki Virgilius’a değin (Türkeş; 2002, 169-171), 19. yüzyıla kadar, edebiyatla iç içe geçmiş durumda olduğunu göz önünde bulundurarak şunu söylemek mümkün: Uzun tahkiyeli tarihsel eserler olarak tanımlanabilecek tarihsel romanlar genel anlamda edebiyatın işlevleri sorununu tür kavramı üzerinden tartışma sürecinde ayrıcalıklı bir yere sahiptirler.

Tarihsel romanın ne’liği sorununa odaklanan pek çok düşünce ortaya atılmış; ancak bunlardan hiçbirinin tarihsel romanın, ne tanımı, ne de ne olması gerektiği üzerinde anlaşamadıkları görülmüştür. Tarih ve edebiyatın sınırında ortaya çıkan bu romanlar “tarihî roman”, “tarihten söz açan roman”, “tarihe dayanmış roman”, “tarih romanı”, “tarihsel roman” gibi terimlerle anılmıştır. Tarihî roman ilk planda salt roman olarak görülse de derine inildiğinde tarihle belli bir biçimde hesaplaşmanın ve bugüne ilişkin tezler ileri sürmenin önemli bir enstrümanı olarak karşımıza çıkar. Tarihsel roman yazarı tarihsel olay ve kişilerden kendi düşüncesine, mizacına, temayüllerine göre seçmeler yapar ve seçtiklerini yorumlar. Burada üzerinde durulması gereken çok temel bir nokta var: Roman yazarı sadece tarihsel olgu ve olayları olduğu gibi aktarmaz. Edebî ve ideolojik bir yönelimle, tarihsel roman yazarının, tarihçinin belgeler, tarihselci tutum ve yordam ile tarih bilincinin ışığında tarihin derinliklerine doğru çıktığı yolculuk sırasında tarihi olgu ve olaylara, kişiliklere farklı bir biçimde bakmayı denediğini (Gümüş; 2003) söylemek mümkündür. Bu ise tarihi, tarihsel olanı yürütülen mücadelenin bir alanı olarak tanımlamaktan, bugüne ilişkin izlenecek olan kimi stratejilerin temellerinin tarihte aranmasından kaynaklanır. Öte yandan geçmişin ve geçmiş bilgisi olarak tarihin, yalnızca yaşanmış ve bitmiş olaylar dizgesi olmadığını; geçmişin her şeyden önce bugünle bağıntılı ve bu yüzden de her gün yeniden yaratılan bir mücadele alanı olduğunu, bu sebeple de ideolojik bir enstrüman olduğunu da ortaya koyar bu durum. Tarihsel roman ise roman ile tarihin sınırlarında her iki alanın sınırlarını ihlal ederek ideolojik bir hakikat metni kurma süreci olarak karşımıza çıkmıştır çoğu zaman.

Tarihsel Perspektif Metinleri

Tarık Ali, 68 hareketinin öğrenci liderlerinden ve İngiltere’deki sol geleneğin en güçlü ve tanınmış isimlerinden birisidir. Sanat ve edebiyat ortamının yanı sıra televizyon programlarından siyasi polemiklere kadar bir yığın konuda kamuoyuna görüşleri yansıtılan isimler arasında ilk akla gelenlerden. Bunların yanı sıra dünyanın en prestijli sol dergilerinden New Left Review1 dergisinin editörlüğünü yürüten Tarık Ali, hem İslam dünyasını ele aldığı romanlarında hem de reel sosyalizmin çöküşü akabinde sol içinde yaşanan değişmeleri ele aldığı romanlarında tarihi ve yaşananları farklı bir biçimde okumayı denemektedir. Bu çerçevede hem İslam tarihine ilişkin hem de reel sosyalizmin çöküşü sonrasında aydınlar içinde yaşanan değişmeleri yorumlayarak farklı bir tarihsel perspektif ortaya koymayı hedeflemektedir. Örneğin, 20. yüzyıldaki sosyalizmi ele aldığı bir roman üçlüsünün ilk kitabı Kefaret (2002a); ikinci kitabıAyna Korkusu (2000a)’dur. Kefaret, Troçkizm üzerine bir yergi oluşu nedeniyle dünyanın her tarafında Tarık Ali’nin birçok candan dostunu kaybettiren bir roman olarak dikkat çekerken Ayna Korkusu, bu bakışın daha ciddi yönü, ‘sol’daki insanların son yıllarda nasıl bir ruh hali içinde olduklarının daha soğukkanlı bir değerlendirmesidir. Komünizm fikrinin sahne gerisini yansıtma isteğinden doğan bir Avrupa romanı yazma girişimidir bu. Komünizm fikri uğruna savaşmaya ve bu uğurda canlarını vermeye hazır insanların idealizmini, aynı zamanda komünizm fikrine nasıl ihanet edildiğini anlatan bir roman... İhanet hem politik hem de kişisel düzeyde olup, sonunda sistemin çöküşüne neden oluyor. Dünya solunun politik tarihi niteliğindeki Ayna Korkusu adlı romanında 1920’lerden 2000’li yıllara kadar geçen süreç içerisinde Avrupa solunun “yükselişinin ve alçalışının” hikâyesini içeriden bir bakışla ele alır Tarık Ali: “Umut dediğimiz şey, korkunun aksine, hiçbir zaman edilgen bir duygu olamaz. Umut hareket ister. Aktif insanlar ister. İnsanlar şimdiye kadar hep daha iyi bir hayat yaşama ihtimalinin hayalini kurmuşken birdenbire bundan vazgeçiyorlar. (…) Eski düzenin, başka hiçbir şey olmasa da, en azından bir erdemi vardı. Onun varlığı bile bizi düşünmeye, isyan etmeye duvarı yıkmaya kışkırtıyordu. (…) Son yıllarda benim inançlarımla alay etmeye başladın ve bir keresinde milletin içinde benden dinozor olarak söz ettiğini duydum. (...) Dinozorlar bir milyon yıl önce ölüp gittiler, bizse kafayı hâlâ onlara takmışız; neden peki? Çünkü soylarının nasıl ve neden tükendiğinin öyküsü gezegenimizin yaşamı hakkında çok şey öğretebiliyor bize. Hatta bir dinozoru genetik olarak yeniden yapmaktan bile söz edilebiliyor. Kısacası oğlum, ben dinozor olmaktan gurur duyarım.” (Ali; 2000a)

Romancı olarak belirli bir perspektifi olan Tarık Ali’nin tarihsel romanları ağırlıklı olarak doksanlı yıllara rastlar. Bu yıllar ise tarih yazımı bakımından Ranke’nin kanıta dayalı çalışmalarıyla sınırları çizilen modern tarih anlayışının, objektif bir bilim alanı oluşturulması kaygılarından hareketle, zamanla edebiyat alanından tamamen kopma sürecinin sorgulandığı yıllarda olmuştur. Tarih ve edebiyat alanları arasında var olan modernizolasyon ve kompartımanlaşmayıgidermeye dönük olarak daha sonraki süreçte artarak devam edecek olan bu yeni anlayışla birlikte, yazarların, tarih alanı ve ürünlerine karşı doğrudan ya da dolaylı ilişkilerini pekiştirerek sürdürmekte olduğu da söylenebilir. İşte bu yüzden hikâyeci anlayış, günümüz tarihçiliği içinde belli başlı bir tür haline gelmiş; kurgusallık ve hakikilik geriliminde tarihin yeniden üretim şeklinin en popüler metinlerinin üretim zemini olmuştur.

Tarihsel romanın roman oluşu ile kendini kurgusallıktan tam olarak kurtaramadığı, yazarın tarihe bakış açısının yazdığı tüm eserlere yansıdığı, dolayısıyla tarihsel romanın kendini yorumsal olma durumundan kurtaramayacağı, bu anlamda tarihsel romanda dile gelen nesnelliğin ciddi bir şekilde sorgulanması gerektiği gibi eleştiriler, tarih ile edebiyat arasındaki ilişkiyi iki düzlemde kuran Tarık Ali romanları üzerinden yapılabilir. Tarık Ali’nin edebi ürünlerden -özellikle de Müslümanları anlatma iddiasında olduğu romanlarından- yararlanarak birtakım bulgulara ulaşmak mümkün olabilir. Örneğin, bir dönemin edebiyat ürünlerinin, o devrin insanının değerler sistemine bakışını ve gelecek zamanlarının müstakbel eşkâlini içerdiği için bu durumun zihniyet tarihi araştırmalarında temel bir değer taşıdığı söylenebilir.

Bu yazıda tarihsel romanın yukarıda betimlemeye çalıştığımız niteliklerini Tarık Ali’nin İslam Dörtlemesi romanları üzerinden örneklemeyi amaçladık. Bu noktada önce şu soruyu sormalıyız: Kendini bildiğinden bu yana dinsel milliyetçiliğe ve dinsel çok kültürcülüğe karşı alerji duyduğunu ifade eden Tarık Ali, İslam tarihine neden ilgi duymuştur ve bu tarihten seçtiği örneklere nasıl yaklaşmaktadır? Bunun yanıtını alabilmek için Fundamentalizmler Çatışması adını taşıyan kitabının girişinde yer alan şu ifadelere bakmak gerekiyor: “‘İslam Beşlisi’ni oluşturacak romanlarım üzerinde çalıştığım son on beş yıl boyunca, mollalar ve zındıklar üzerine çok düşündüm ve hep İslam tarihinde bir muhalefet ve erotisizm damarı aradım.” (Ali; 2002b, IX)

Tarık Ali’yi iki yaklaşım arasında çift yönlü hareket eden bir düşünür, bir aktivist olarak tanımlayabiliriz: Bir yanda araçlarla donanmış haksızlık yani modernlik, sömürgecilik, emperyalizm ve onu şimdilik temsil eder görünen imparatorluk, öte yanda ise köktendincilik tarafından temsil edildiğini ortaya koyduğu “aciz ve körleşmiş hak” yani mağdurluk. Tarık Ali’nin yaptığı, yapmak istediği: Hakkı yenilmişin, ezilenlerin (İslam dünyasının) yanında olmak ama ona mutlak haklılık tanımaktan kaçınmak; haksızın yani emperyalistlerin (imparatorluk olarak ABD, bazen de Batı) karşısında olmak ama gasp ettiği Aydınlanma mirasına da sahip çıkmak. Tarihçiler, İslam tarihçileri, onun düşünsel amatörlüğünü hemen fark edeceklerdir. İslam beşlemesini yazmasına yol açan bir etkenin tam da böyle bir amatörlüğün sebepleriyle hesaplaşma isteği olduğunu kendisi belirtiyor: “1990’daki Üçüncü Petrol Savaşı’na (Körfez Savaşı) kadar İslam’a en ufak bir ilgim uyanmadı. 1967’deki İkinci Petrol Savaşı, Batı’nın desteklediği İsrail’in Arap milliyetçiliğinin birleşik güçlerine karşı, bir daha bellerini asla doğrultamayacakları, ağır bir yenilgi tattırmasıyla sonuçlandı. 1990 Savaşı kaba bir anti-Arap propagandası eşliğinde yürütülüyordu. Çoğu düşünürün ve politikacının sergilediği cehaletin düzeyi içler acısıydı. İşte o zaman o güne kadar bana pek anlamlı gelmeyen sorular sormaya başladım. İslam neden bir reformasyon hareketi yaşamadı? Osmanlı İmparatorluğu’na Aydınlanma neden uğramadı? Bu tür sorulara cevap bulmak kütüphanelerde uzun zamanlar geçirmeyi gerektiriyordu. Ama yılmadan, takıntılı bir halde İslam tarihi okumaya başladım ve sonra, İslam’ın Batı Hıristiyanlığı ile kavgalarına yoğunlaşarak bu çatışmaların yaşandığı yerleri ziyaret ettim. Henüz sonunu getiremediğim, bir beşli olarak planlanmış romanlarımın ilk üçünü yazmakta, bu okumalarım ve seyahatlerimin büyük faydasını gördüm.” (Ali; 2002b, 30-31) Bu okumalar sonucunda İslam tarihinin simge kişiliklerini, olaylarını zamanın ruhuyla birleştirerek seküler sol duyuş tarzını cinsellikle örülü bir kanaldan akıtmaya çalışır Tarık Ali. Böylece Müslümanların tarihindeki kırılma anlarını sanatın diliyle ‘cazibe’ merkezi haline getirerek yağmalar.

Müslümanların Tarihini ‘Yorumlamak’

Tarih kurulmuş dünya; romansa, kurgulanan dünyadır. Modernist, oryantalist ve mustağrip bir özne olarak Tarık Ali, kendini farklı bir düzenin içinde inşa eder. İslam’a ilişkin bütünlüklü kavrayışı parçalamayı dener. Tarihte var olan ve belli bir süreklilik kazanan anlatıyı kırmayı dener. Onlarla savaşıp onları kendi ideolojik zemini doğrultusunda fethetmeye girişir. Bunu başardığında bütünlüğü de yok edeceğini düşünür. Bu da aslında tam olarak modern bir edebi tür olarak romanın bölünmüş birey anlatısı olarak ortaya çıkışına tekabül eder. Romanlarının kahramanları tarihselin ötesinde, başka sorunsal kimliklerin merkezinde konumlanırlar.

Tarık Ali’nin ‘İslam beşlemesi’nin parçaları olarak ortaya çıkanSelâhaddin’in Kitabı, Nar Ağacının Gölgesi ve Taş Kadın adlı üç kitabı, sadece Batı’nın, İslamiyet ve Müslüman toplumlar hakkındaki yanlış düşüncelerinin düzeltilmesinde etkili bir rol oynama niyetiyle değil aynı zamanda okuyucunun bildik oryantalist tasavvuruna seküler ve cinsiyetçi bir anlatımla katkıda bulunuyor. Üç kitap, birer tarihsel roman olmanın yanı sıra, aynı zamanda uzun bir araştırma sürecinin ürünü. Yazar, İslam toplumunun her dönemindeki açıklık, hoşgörü ve kozmopolitlik durumunu çeşitli vurgularla okura aktarmaya çalışıyor. Bunu yaparken İslam tarihini homojen bir bütün olarak görme eğiliminden uzak kalıyor. Tarık Ali, İslam toplumunda var olan bölünmeleri ve anlaşmazlıkları gözler önüne seriyor. Bu anlaşmazlıkların kimileri, Nar Ağacının Gölgesi (2001)ve Taş Kadın (2000b) romanlarında olduğu gibi, çok önemli şeyler değil, fakat kimileri de karakterlerin İslami kimliğinin özüne iniyor veSelâhaddin’in Kitabı (2002c)’nda neredeyse topluma zarar verecek bir hal alıyor. Tarık Ali, Batı tarihine de aynı ‘titizlikle’ yaklaşıyor. Nar Ağacının Gölgesi romanında, Hıristiyan Batı’nın galibiyet düşkünlüğünün ve kana susamışlığının altı çiziliyor, ama Selâhaddin’in Kitabı ve Taş Kadın romanlarında da İslam toplumunun içine sürüklendiği ‘tehlike’ yani modernleşememe açıkça belirtiliyor.

Hıristiyan ve İslam kültürleri arasındaki çatışmalarda odaklanan bir beşlinin parçaları olarak ortaya çıkan bu romanlara Tarık Ali, Körfez Savaşı sırasında, Bağdat’ın toz duman edildiği ve hepimize çok az “yan” zararı olduğunun anlatıldığı zaman girişmiş. Bu savaşta Britanya televizyonunda Arapların kültürsüz bir halk olduğunu söyleyen bir yorumcuya rastlamış Tarık Ali. Bundan büyük bir öfke duymuş ve kendine, “Niçin dünyanın büyük dinlerinden, üç büyük dininden birisi, yani İslamiyet kendisini modernleştiremedi?” diye sormaya başlamış. İslamiyet’in kendini modernleştirmeyişinin nedeni olarak diğer dinler -Hıristiyanlık ve Yahudilik- Avrupa’da modernleşirken İslamiyet’in Avrupa’da askeri bakımdan yenilgiye uğraması ve bu yaşlı kıtada izlerinin yok edilmesini görüyor Tarık Ali. Ona göre Ortaçağ İspanyası’nda Yahudilere ve Müslümanlara yönelik olarak uygulanan etnik temizlik İslamiyet’in Avrupa’daki varlığını sona erdirdi. Sanayileşme ve modernleşme gerçekleştiği zaman İslamiyet ancak kenarlarda barınabilen bir durumdaydı. Bu konuyu roman olarak işlemeye karar verir ve ilk olarak İspanya’da İslamiyet’in ortadan kaldırılmasını anlatan Nar Ağacının Gölgesinde romanını kaleme alır. Büyük bir ilgi ile karşılanan bu romandan sonra dokusu ve yapısı bu romandan çok farklı olan Selâhaddin’inKitabı’nı yazar. Bu, Arap tarihinde Kudüs’ü Haçlılar’ın elinden geri alarak en önemli hükümdar durumuna gelen bir yabancının, Kürt kökenli bir savaşçının hikâyesidir. Kudüs 1099’da düşünce Haçlılar’ın uyguladığı vahşetin bütün Arap dünyasını nasıl sarstığının çok az kişi farkındadır. Haçlılar; Yahudileri diri diri yakmış, Müslümanları kılıçtan geçirmiş ve Kudüs birdenbire, bütün dinlere açık çok kültürlü bir şehirken, Haçlıların kalesi durumuna gelmişti. Böyle bir şehrin geri alınması Müslümanların tarihinde son derece büyük bir olaydı. İşin bu tarafı Selâhaddin’inKitabı’nın sadece bir parçası tabii. Diğer yanı ise, romantik aşkla sapkınlık aşkını içeren birçok hikâyeden oluşuyor. Dolayısıyla, bu bazı açılardan tartışmalı bir roman.

Ayrıca, Müslümanların, müminlerin Hıristiyanlara karşı birbirleriyle birleşememelerini anlatan bölümler de kitabın ciddiyle bakılması gereken bir yönü. Bu parçalanmışlık durumu İslam dünyasında bugün de pek bir şeyin değişmemesiyle çakışıyor. Zaten tarihsel romanı ilginç kılan özellik, genellikle, geçmişteki olaylar üzerinde aynı zamanda şimdi oluyormuş gibi yorum yapmayı sağlamasıdır. Tarık Ali “Günümüzün Arap dünyasında çok çarpıcı bir şekilde gözlenen özelliklerden birisi, Yahudilerle Müslümanların şimdi düşman olmalarıdır. Birbirlerinin gırtlağına çökmeye can atıyorlar. Ben her iki romanımda da (Selâhaddin’inKitabıve Nar Ağacının Gölgesi) geçmişteki uzun dönemler boyunca Yahudilerle Müslümanların, belli ki bazen kavga etmelerine rağmen, görece uyumlu bir hayat sürdürerek bir arada yaşadıklarını vurgulamaya çalıştım. Haçlı Seferleri’nden önce Hıristiyanlar da aynı konumdaydı. Yahudiler İslam İspanya’yla (yani Endülüs’le) tamamen bütünleşmişti. Selâhaddin’in danışmanlarının yüzde sekseni Yahudiydi. Bence bugünün her eğilimdeki fundamentalistine karşı gösterilecek çok önemli bir gerçektir bu. Günümüz fundamentalistlerinin yaptıkları tarihe tamamen ters düşüyor.” derken Siyonizm’le Yahudiliği karıştırmaktadır. Başka bir noktada ise haklılıkları söz konusu Tarık Ali’nin:“O zamanlar bir sürü Arap, Haçlılar’la işbirliği yapmıştı. Bugün de bir sürü Arap devleti, Arapların çıkarlarına düşman olduğu düşünülen ABD gibi ülkelerle işbirliği içinde. Demek ki, fazla abartmamak ve o zamanki dünya ile şimdiki dünyanın çok farklı olduğunu unutmamak gerekmekle birlikte, birtakım gevşek paralellikler ve benzerlikler hâlâ kurulabilir.”

Üç Eser Ekseninde Çatışan Kimlikler

Nar Ağacının Gölgesi, Tarık Ali’nin İslam toplumlarını ele aldığı serinin ilk romanı. Romanda Gırnata’nın kaybedilmesinden sonraki dönemde, İspanya’daki Müslümanların Yeniden Fetih sonrasında vermeleri gereken hayati kararları gözler önüne seriliyor. Nar Ağacının Gölgesi, Endülüs Müslümanlarının, Kraliçe İsabel’in günahlarını çıkartan papaz Ximenes de Cisneros tarafından kitaplarının yakılmasının şokunu yaşamalarıyla başlıyor. Dini konuları tartışmak üzere Gırnata’ya gönderilen Cisneros, Müslüman âlimler tarafından sözlü tartışmada yenilir. Cisneros, yenilmenin verdiği kızgınlıkla, tüm Müslüman kitaplarının yok edilmesini buyurur; iki milyon el yazması eser yakılır. Hudeyl ailesinin reisi olan Ömer yas tutmaya başlar: “Kültürümüzü ateşe verdiler... Sekiz yüzyılın birikimi tek bir günde imha edildi.” Bu acımasız katliamdan kurtulan yegâne kitaplar, Müslümanların bu konuda kendilerinden daha üstün olduğunu fark eden Hıristiyan bilginlerin ricasıyla ayrılan, sayıları yaklaşık üç yüzü bulan tıp ve astronomi kitaplarıdır ve kitapların değerini ‘ağırlıklarıyla’ ölçen askerler tarafından başka bir yere taşınırlar.

Kilise üyesi olan Cisneros, Gırnata’daki Müslümanları ve onların kültürünü en ufak parçasına varıncaya dek yok etmeye kararlıdır. Teolojik tartışmada alt edildikten sonra, baş kadıyı öldürünceye kadar işkence yapar. Papazlarına Arapça öğrenmelerini ve Hıristiyan eserleri Arapçaya çevirmelerini buyuran selefinin aksine o, Müslümanlara şiddet uygulamasını tek çıkar yol olarak görür. Aslında tüm tavırlarının altında kişisel bir şeyler yatmaktadır; hem çocukluk arkadaşları hem de papazlar, onun Yahudi ataları olduğu söylentilerinden bahsetmektedirler. Bu yüzden Cisneros’un tüm emirleri onun katıksız bir Hıristiyan olduğunu kanıtlama amacı taşır. Cisneros’un zalimliğiyle, Gırnata bölgesinin sivil yöneticisi ve Ömer’in can dostu Don İnigo’nun görünümünde ilginç bir zıtlık vardır. Don İnigo’nun maiyeti Yahudiler ve Mağribîlerden oluşmaktadır ve bir gün Ömer’e, “Benim için onların olmadığı bir Granada vahasız bir çölden farksızdır. Ama ben tek başınayım.” der. Ömer, eğer zamanında Hıristiyanların kullandıkları taktikleri kullanmış olsalardı şu anda içinde bulundukları durumun asla ortaya çıkmayacağını söylediğinde Don İnigo şöyle cevap verir: “Onun yerine siz, din ve inanç ayrımı gözetmeksizin yarımadanın tümüne uygarlık getirmeye çalıştınız. Bu sizin soyluluğunuzda, şimdi de bunun bedelini ödemelisiniz.” Don İnigo, İsabel ve Cisneros’un politikasını benimsememesine rağmen, buna karşı koyamayacak kadar güçsüzdür. Cisneros’un bir kısmı kendi kararı, bir kısmı da Ferdinand ve İsabel’in emirleri olan eylemleri İspanyol hükümdarlığı ve Müslümanlar arasındaki barış anlaşmasını ihlal eder. Kendilerini aldatılmış hisseden Müslümanlar dört ayrı seçenekle karşı karşıya kalmışlardır: Oldukları yerde kalıp iyi şeylerin olmasını dilemek, oldukları yerde kalıp savaşmak, Kuzey Afrika’ya kaçmak ya da din değiştirmek. Ömer, ailesini koruyabilmek için din değiştirme yoluna gitmeyi düşünür ama sonra -asla öyle olmayacağını bilmesine rağmen- durumun iyiye gideceğini umarak bu fikri kafasından atar. En küçük kızı Hind bir âlimle evlenir ve onunla birlikte Fez’e gider. Büyük oğlu Züheyr, Müslüman direnişinin önde gelen liderlerinden biri olur. Ailenin yıllar önce din değiştiren tek ferdi Ömer’in amcası Mikail ya da yeni adıyla Miguel’dir. Miguel’in din değiştirmesi sadece inancına karşı değil aynı zamanda ailesine karşı da işlediği bir günahtır. Miguel artık Kurtuba’nın piskoposu olmasına rağmen, din değiştirme süreci henüz tamamlanmamıştır. Kız kardeşin ölümü nedeniyle Hudeyllerin evini ziyaret ettiğinde, iki elini de yukarı doğru açar ve ölü için Müslüman duaları okur. Birkaç dakika mezarın başında bu şekilde durduktan sonra, onlarla çatışmak için bekleyen altmış beş askerle karşılaşacakları Hudeyllerin konağına doğru yola koyulurlar. Müslümanlar, kadınların da yer aldığı kahramanca karşı koyuşlarına rağmen, en sonunda yenilirler ve hepsi öldürülür. On altı yaşındaki İspanyol yüzbaşı, Ömer’in on yaşındaki oğlu Yezid’in kalbine kılıç saplayarak bu vahşete son noktayı koyar.

Selâhaddin Eyyubi’yi anlatmak bu son dönemlerde alabildiğine yaygın bir trend. Biyografik kitaplar, anlatılar, piyesler, romanlar, teorik denemeler, filmler… Herkes bu ünlü İslam hükümdarını anlatmak çabasında, elbette bilinen nedenlerden dolayı. Selâhaddin, tahammülün, birlikte yaşayabilmenin ve nihayetinde erdemli bir geleceğin simgesi. Kürt kökenli bu İslam hükümdarı kibirli Batı’nın, Doğu’ya ilişkin nadir olumlu imajlarından biri. Ancak bu olumlu imajı bile yeniden anlatırken, Batı, çoğu zaman yine kendi hayallerini ve bilinçaltı arzularını dile getiriyor. Selâhaddin Eyyubi, Batı’nın kendisini anlatırken ve yeniden kurarken, alışılageldik oryantalizmiyle kullandığı egzotik bir figür olmaktan öteye gidemiyor çoğu zaman. Tarik Ali de Kürt politikası için iyi bir model olmasının yanında Haçlı Seferlerine karşı bölgedeki herkesi bir araya getirmeyi de başarmış bir isim olduğu için Eyyubi’yi sevdiğini belirtiyor. “Haçlılarla ortak olup kendi insanları ile savaşmamış” oluşundan ötürü onda emperyalizm karşıtı birleştirici bir damar da buluyor. Selâhaddin’in Kitabı, Tarık Ali anlatısının biçimlendirdiği, 12. yüzyılda Kahire ve Şam Sultanı Selâhaddin’in kurgusal bir biyografisidir. Nar Ağacının Gölgesinde ve Taş Kadın romanlarına göre tarihle en çok iç içe olanıdır. Romanın kahramanlarının kimileri gerçek, kimileri de hayali karakterler; tıpkı İbn Meymun gibi, Selâhaddin ve ailesi gerçek karakterler. Selâhaddin’in karıları, uşağı Şadi ve bize hikâyeyi anlatan İbn Yakub ise Tarık Ali’nin yarattığı karakterler. Bu metnin dünyasında cinsiyetçi bakış önemli bir yer tutmaktadır. Müslümanlarla Haçlılar arasındaki savaşın kahramanı olarak Müslüman bilinç Selâhaddin Eyyubi’ye genelde Haçlılara karşı kazandığı zaferin ardından bakar. Onu Haçlı zihniyetine karşı tarihsel bir figür olmanın ötesinde sembolik bir isim olarak görme eğilimindedir. Tarık Ali ise onu bugünün sorunları ışığında farklı bir yere oturtur. Roman boyunca bildik, alışıldık imgeden farklı bir tiple karşılaşırız. Tarık Ali’nin anlatısı ile bildiğimiz Selâhaddin Eyyubi arasındaki ayrımı belirginleştirebileceğimiz bir noktadır bu. 

Tarık Ali’nin Selâhaddin Eyyubi’yi ele aldığı tarihsel romanı Selâhaddin’inKitabı’nı yukarıdaki genel tespitler ışığında okuyabiliriz. Tarık Ali, romanının giriş bölümünde şöyle diyor: “Tarihi bir kişiliğin hayatının romanda canlandırılması yazar açısından her zaman ciddi bir sorun oluşturur. İyi bir hikâye çıkarabilmek için gerçek tarihsel kanıtlar göz ardı edilmeli midir? Ben öyle düşünmüyorum. Yazar karakterlerinin kendi tasarladığı iç hayatlarını ne kadar çok araştırırsa, tarihsel gerçeklere ve olaylara sadık kalmak o kadar önem kazanır.” (Ali; 2002) Bunu başarmak, özellikle de Haçlı Seferleri kadar üzerinde tartışılan ve oldukça geride kalmış tarihsel olaylar incelenirken epey zor bir iş tabii. Tarık Ali için bu edebi sorun, hakkında çoktan karara varılmış ideolojik bir hedeften çok daha karmaşık. Selâhaddin’in Kitabı, Müslüman ve Hıristiyan inançları arasındaki çeşitli tarihsel olayları İslami, yani “öteki” perspektiften yeniden inceleyen dizinin ikinci kitabı. Kitap, üç bölüme ayrılmış ve her bölüme, o bölümde neler olacağını tanımlayan bir başlık verilmiş. Tarık Ali romana, Selâhaddin’in, Fatımilerin toprağı olan Mısır’ı fethederek gücünü artırmasıyla başlıyor. Müslüman topluluğun evrensel liderliğini ilan etmesine rağmen, Bağdat’taki halifelik üç Müslüman hanedanından sadece birine geçecektir. Diğer iki aday da İspanya’daki Umayyad hanedanı ve Mısır’daki Fatımilerdir. Kahire’de kurulu ve Bağdat’taki Abbasi halifesine karşı olan Fatımiler, Halife için en önemli sorunu oluşturuyorlardı. Selâhaddin, Fatımileri yenerek sadece Abbasi halifesinin gücünü artırmakla kalmadı aynı zamanda Müslümanlara Filistin yolunu da açtı; buradan Kudüs’teki Haçlılara kolaylıkla savaş açabilecekti. Selâhaddin, Halife’yi telaşlandırmamak için, Kahire’deki gücünü sessiz sedasız sağlamlaştırdı. Nihayetinde Şam ve Mısır sultanı oldu ve böylelikle askeri birliklerini Kudüs’e yönlendirip, 1187’de Kudüs’ü geri aldı. Müslüman dünyasının dört bir yanından gelen birlikleri toparlayarak uzman bir planlamacı ve iyi bir komutan olduğunu kanıtladı. Öldüğünde Müslüman dünyasındaki en önemli yöneticiydi; Halife bile onun kadar güçlü değildi. (Jackson-Lyons; 2006) Veliahtları, Bağdat’taki Moğol yağmasının ardından 1258’de Mısır’da, Osmanlıların yükselişine kadar İslam âleminin en önemli hanedanı olacak olan Eyyübi halifeliğini kurdular.

Selâhaddin’in Kitabı,hikâyeyi anlatan İbn Yakub’un, arkadaşı İbn Meymun’la yemek yerken yaptığı konuşmayla başlıyor. Selâhaddin İbn Yakub’tan kendisinin kâtibi olmasını ister. Selâhaddin kendi sarayındaki tarihçilerinin onun söylediklerini ve yaptıklarını olduğu gibi yazacağına inanmamaktadır; onların yazdıkları şeylere Sultan’ın hoşuna gideceğini düşündükleri abartılar katmalarıyla ünlendiklerini anlatır. Böylece İbn Yakub’un Sultan’la uzun sürecek, yakın dostluğu başlar. Selâhaddin, İbn Yakub’un savaş divanına katılmasını istemez; bunun tek sebebi İbn Yakub’un ve ailesinin güvenliğini sağlamaktır. Aile toplantılarına katılır, Selâhaddin’in hayatını yazarken, ikisinin arasında yakın bir dostluk doğar. İbn Yakub, Selâhaddin’in gençliğine ait bölümlerini babaannesinin, onun âlemlere adım atışıyla birlikte bu konudaki gücünü ortaya çıkarışı, gençliğin verdiği heyecanla içkiye olan merakı, otoriteye karşı itaatsizliği ve amcasının ordusunda verdiği hizmetlerle askeri dehasını kanıtlamasına dair kehanetlerinden yola çıkarak hazırlıyor. Sultan’ın özenle seçerek anlattığı anılar onun geçmişiyle ilgili müstehcen bölümleri gizliyor tabii, fakat Selâhaddin’i, yardımsever ve zeki bir hükümdar; askerlerine karşı anlayışlı, hükümlerinde adaletli, yalın zevkleri olan, kişisel, politik ve askeri kararlarında makul ve hatta, belki tuhaf gelecek ama, biraz da feminist bir karakter olarak tanınıyor. Dışarıdan bakıldığında, İbn Yakub’un hikâyesi güçlü ve otoriter bir hükümdarın basit bir portresi gibi görünebilirken, Tarık Ali’nin Ortaçağ İslamı’ndaki güç dengeleri ve politikaya yaklaşımı, bir kâtibin anlattığı hikâyelerden çok daha karmaşık. Şadi, İbn Yakub’un sırdaşı oluyor fakat Sultan onun anlattığı, açığa vurduğu tüm sırları biliyor. Selâhaddin, kâtibine, ülkenin kimi özel sorunlarını asla bilmemesi gerektiğini söylüyor, fakat birçoğunu dinleyip öğrenebileceği konusunda da teminat veriyor. Bu durumda okur, Sultan’ın verdiği söze rağmen, İbn Yakub’un Sultan’ın gerçek biyografisinin sadece bir bölümünü yansıtabildiğini fark ediyor. Kudüs’ün düşüşünde oradadır; Yahudiler de en az Müslümanlar kadar şehirdeki Hıristiyan egemenliği sona erdiği için mutludur.

Selâhaddin, bilge ve temkinli bir lider olarak karşımıza çıkıyor; savaşta gerektiğinde acımasızdır ama ülkesini yönetirken adaletli ve hoşgörülü bir yönetici portresi çizer. Romanda, Kahire ve Damascus’un kozmopolit yapısı da önümüze sunuluyor; Yahudiler sadece Müslüman komşularıyla huzur içerisinde yaşamakla kalmıyorlar, aynı zamanda Selâhaddin’in hakkaniyetinden de istifade ediyorlar. Meymun, Sultan’ın kişisel doktorudur ve Selâhaddin, Yahudilere, kendine Yahudi bir kâtip seçecek kadar yakındır. Bu iki din arasında neredeyse hiç düşmanlık yoktur. Aslında en temel ayrılıklar Müslümanların kendi içinde yaşanmaktadır. Dini ve politik adaletin yöneticisi olan Kadı el-Fadıl ve Sultan arasındaki denge sağlamaya yönelik politik tavırlara; politik hiciv yazarının infazında görüldüğü gibi, halktan gelen eleştirilerin ustalıkla ama yine de bir ölçüde acımasızca kontrol altında tutulmasına; Ortadoğu’daki her an değişen güç hiyerarşisine ve İslam’ı tarihsel anlamda bölen karmaşık politik görüş ayrılıklarına tanık oluyoruz. Selâhaddin’in de gözlemlediği gibi, bu faktörler İslam dünyasının Batı istilasına karşı birlik olabilmelerini de engelliyor. “Süregelen bu belirsizlik, şeytanın müminlere laneti. Bir daha asla düşman karşısında birlik olamayacağız.” Kudüs’ü geri almak Müslümanlar için en önemli konudur ama bir yandan da bu işi başaran kişinin Müslüman dünyasındaki en saygın kişi olacağının farkındadırlar. Bu yüzden, Selâhaddin’in yükselişi tehlikeli görülür, ince ve özenli planlarla engellenmeye çalışılır. Nübyelilerin çıkarttığı ayaklanma başarıyla bastırılır, başkaldıranların hepsi öldürülür ve Kahire’de yaşadıkları bölge diğerlerine ders olması için yakılıp yıkılır. Selâhaddin, Kürt olmasına rağmen, Kudüs’e saldırmak üzere kurduğu orduya Kürtleri aldığı takdirde yaratacakları sorunları fark eder. İyi birer süvari olmalarıyla ün salmış Kürtler aynı zamanda inatçı ve otorite tanımayan yapılarıyla da göze çarpmaktadırlar. Selâhaddin, ancak birçok tatbikattan sonra onlara güvenebileceğini anlar.

Kudüs’te egemenlik süren Hıristiyanlar, şehri fethettikten sonra tüm Yahudi ve Müslümanları kadın ya da çocuk olmalarına bakılmaksızın katlederler. Şehir kuşatıldığında yeniden şehrin insanlarına yönelirler. Liderleri kibirli ve acımasızdır; Müslümanları, aşağılık birer insandan başka bir şey olarak görmeye isteksiz ve yeteneksizdirler. Tarık Ali, Haçlıların askeri güçlerinin fazla büyütüldüğünü, Lionheart Richard’ın günümüz Hıristiyanlarınca küçümsendiğini ve askeri yeteneğinin sorgulandığını hatırlatıyor.

Kolonyal kültür atmosferinde yetişen entelektüeller derin bir kimlik çatışması yaşarlar. İçinden çıktıkları toplumla, kültürüyle ilişkileri sorunludur. Entegre olmaya çalıştığı kolonyalist toplumun dışlayıcılığı ile benimsediği Batılı değerler arasında entelektüel kişilik/kimlik sorunlarıyla yüz yüzedir bu aydınlar. Bunun somut örneğini Tarık Ali’nin, Sultan’ın sarayındaki ‘seks politikası’ çerçevesinde yazdıklarında görmek mümkün. Selâhaddin’in Kitabı’nda, hem kadın hem erkek fahişeliğine yaklaşım, Sultan’ın eşleri arasındaki gözde olabilme yarışı, harem ağalarının rolü, sırdaşlar, sadece zengin erkeklerle birlikte olan fahişelerin sevgilileri ve Sultan’ın eşleri arasındaki cinsel ilişkiler gibi hastalıklı ve sapkın durumlara rastlanıyor. Kitabın ilk bölümlerinde Sultan, zina suçuyla cezalandırılmayı bekleyen Halime’yi haremine alıyor. Halime, Selâhaddin’in eşlerinden biri olan Cemile’yle hem zihinsel hem de ‘cinsel özgürlüğe’ dayalı bir ilişki kuruyor. Ve bu iki kadın İbn Yakub’u kendilerine sırdaş seçip, onun aracılığıyla, İslam dininde cennette kadının rolünü ya da eksikliğini gözler önüne seriyorlar. “Kur’an da hadisler de biz kadınlara ne olacağı konusunda sessiz. Bizler bâkirelere dönüşemeyiz. Cennette bizim için delikanlılar olacak mı, yoksa bizler birbirimize mi kalacağız?” (Ali; 2002c) Tarık Ali, bu romanında her şeyden önce tarihsel bir kişilik olarak Selâhaddin Eyyubi döneminin kimi durumlarını tahrife varacak biçimde ‘aşırı yorum’a tabi tutmaktadır. Hatta bu özellik yani sapkınlık Taş Kadın’da o kadar baskın hale geliyor ki, bu yazarların sanatsal ve entelektüel birikimlerini bile gölgede bırakan bir oryantalist bakışın bütün örtücülüğünü ve sapkınlığını içeriyor. Öte yandan İslam tarihinde ‘erotisizm’ arayacağım diye tarihsel gerçekliği tahrif etmekte ve kelimenin tam anlamıyla saçmalamaktadır. Tarihsel roman tartışmalarında karşımıza çıkan hakikilik ve kurgusallık ekseni bu romanda ikili bir yapı ile karşımıza çıkmaktadır. Kurmaca kahramanlar da vardır gerçek kahramanlar da. Kurmacanın dolayımıyla şimdinin hakikatini etkilemek için geçmişin hakikatini dönüştürme girişimi bakımından ilginç örnekler olarak da okunabilir bu kurgular. Şimdinin tarihsel koşulları tarihsel roman yazarı olarak Tarık Ali’nin tarih algısını biçimlendirmekte; yazar şimdinin tarihsel koşullarını etkilemek için ele aldığı geçmişin koşullarını yeniden biçimlendirmektedir. Bu biçimlendirme sürecinde şimdinin ve geçmişin tarihsel ve toplumsal ideolojisi ile roman örülmektedir. Yazar hem kendi ideolojik güzergâhına hem de kültürel olarak aidiyet duyduğunu ifade ettiği İslam coğrafyasına ilişkin muktedir bir hakikat kurarak, okurların bağlanabileceği bir hikâye kurmak için bir yandan dünyayı edebileştirmekte diğer yandan edebiliği dünyasallaştırma gayreti içine girmektedir. Kendi dünya görüşünün kayıtlığı içinde geçmişin kişi ve olaylarını, sorunlarını şimdi de çarpıtarak ele aldığı için geçmişi dönüştürme ameliyesi içindedir.

Romandaki ana konu, devlet işlerinde dinin rolü ile Müslüman ve Hıristiyan dünyası arasındaki çözümlenemez anlaşmazlıklardır. Bu durumu irdeleyen önemli pasajlardan birinde Selâhaddin, Hıristiyanlığın İslam inancını kirleten etkisinden bahsediyor: “Yüz yıl önce bir kuşatma sırasında tutsaklarını açık bir ateşte kızartıp yiyenler Franklardı. Bu haber bütün şehirlere ulaşmış, dünyamızı bir dehşet ve utanç duygusuna boğmuştu. Böyle bir şeyi daha önce duymuş değildik. Sadece otuz yıl önce büyüdük. Şirkuh, kendi emirlerini, üç Frank tutsağını kebap yapıp etlerini tattığı için cezalandırmış. Ulemadan da, bu işin Hazreti Peygamber’e ve hadislere karşı işlenmiş bir günah olduğu hakkında bir fetva istenmiş.”

Tarık Ali’ye göre, Haçlı Seferleri’yle birlikte Ortadoğu’ya gelip geçici, kâfir bir aktör giriyor. Burada yamyamlık, Haçlıların kültürel sömürüsüne ve tiksindirici vahşetlerine bir metafor oluşturuyor. Onların davranışları bir yandan İslam dünyasını hem şaşırtıyor hem de kirletiyor, bir yandan da ince bir ustalıkla önceden olmayan kurallar koymaya ve yeni tanımlamalar bulmaya zorlayarak onu değiştiriyor. Bu yamyamlık ve vahşet, hem Selâhaddin’in cihadının, hem de Tarık Ali’nin Batı’nın din emperyalizmini eleştirisinin temel taşını oluşturuyor. Bu eleştirinin özü, elbette Batı’nın sömürgeci tavrına bir karşı çıkıştan çok daha karmaşık. Tarık Ali hem geleneğin içinde kalarak, hem de tam bir gözü karalıkla ona karşı çıkarak seküler bir din yorumu yazmaya çalışıyor. Selâhaddin’in Kitabı’nda Ortadoğu, kendi benliklerinden çok daha öte şeyleri, neredeyse tüm bir halkı sembolize eden karakterlerin yer aldığı bir sahne olarak kabul ediliyor. Ama bu sahne, bir yandan romandaki olayları içine alırken, bir yandan da başka diyarlardan gelen karşıt öğeler hem İslam’ın hem de diğer dinlerin sabit inançlarıyla mücadele etmek için arada bir sahneye girip çıkıyorlar. Selâhaddin’in Kitabı Ortadoğu’yu zengin motifleri olan bir din ve fikir iklimi olarak tasarlıyor. Tarık Ali, Hıristiyanlığın, Yahudiliğin ve İslamiyet’in birbiriyle böylesine iç içe olduğu bir metinde zaman zaman Ortadoğu’daki tüm dinler arasındaki politik ilişkiler üzerine tartışma açan bir diyalog yaratıyor. Tanrı tanımaz Templar Şövalyesi’nin metinde ortaya çıkışı, dini öğretiler üzerine karşılıklı bir tartışma ortamının yaratılması için fırsat doğuruyor:

“Elbette Kur’an’ı okudum ve onda kabul edebileceğim çok şey var, ama açık konuşmama izin verirseniz, bence sizin dininiz dünyevi zevklere çok yakın. Sadece Kur’an’la yaşayamayacağınızı anladığınız için de, ele geçirdiğiniz imparatorlukları yönetmek üzere hadisleri icat ettiniz. Ama bu hadislerin çoğu birbirleriyle çelişkiye düşmüyor mu? Neye inanacağınıza kim karar veriyor?”

Sultan, “Bizim sadece hadisler üzerine çalışan âlimlerimiz vardır.” dedi. Bu konuşmaya Kadı’nın hâkim olmasını istemiyordu. “Ben gençliğimde hadisleri büyük bir dikkat ve sevinçle inceledim. Seninle aynı fikirdeyim. Hadisler yoruma açıktır. O yüzden ulema bunların doğruluk derecelerini belirlemeye çalışır. Onlara ihtiyacımız vardır, Toulouse’lu Bertrand. Bu hadisler olmasaydı, dinimiz var oluşa ait yasalar bütünü olmazdı.”

“Müminler arasında böyle yorum farklılıkları varken nasıl olur da bir din hayata dair yasalar bütünü olabilir? En son örneği ele alacak olursak, Fatımi halifelerinin taraftarları sizin ya da Bağdat’taki halifenin inançlarını paylaşmıyorlar. Aynı şey bizim dinimiz ya da Yahudilerin dini için de geçerli. Kim hükmediyorsa kuralları o koyar.”(Ali; 2002c)

Doğu’nun modernizmden nasibini almadığını düşünen Tarık Ali’ye göre modernliğin en önemli özelliği din ve devlet işlerinin ayrı olması: “Modernizmi kapitalizm doğurdu. Dünyanın her yeri modern olmak adına birbirine benzedi. Bu global dünyadan uzaklaşmak isteyen insanlar bir kimlikleri daha olduğunu keşfedip dine dönmeye başladı.” Bu ve benzer yaklaşımlarını romanlarında yer yer işler Tarık Ali. Sonuç olarak Selâhaddin’in Kitabı, Selâhaddin’in gençliği, politik müzakereleri, cinsel iştahı ve aşırıya kaçmayan gösterişi tüm detaylarıyla Kudüs’ün yeniden ele geçirilmeye çalışılmasına bağlanıyor. Tarık Ali’nin, onları kullanarak Sultan’ın gizli hayatını yansıttığı tarihî olaylar, I. Haçlı Seferi’nin sonunda başlıyor ve Kudüs’ün Franklar tarafından istilasına kadar gidiyor.

Son yıllarda yerel yazarların yanı sıra özellikle Batılı yazarlar Osmanlı tarihini konu alan romanlara büyük ilgi gösteriyor. Osmanlı tarihinin birden popülerleşmesini“Osmanlı İmparatorluğu’nun son büyük İslam imparatorluğu olması; modernizmin ve kapitalizmin doğuşunu kendi bünyesinde yaşaması, benim ilgimi çekti. Osmanlı’nın niçin ve nasıl bu yönelişlere karşı koyduğu ise herkesin ilgi alanına giriyor.” şeklinde açıklayan Tarık Ali’nin 1899’da, Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş döneminde geçen Taş Kadın adlı romanı bu serinin en yavaş tempolu kitabıdır. Bu kitapta Selâhaddin’in Kitabı ve Nar Ağacının Gölgesi kitaplarındaki hareketlilik yok. Müslüman-Hıristiyan etkileşiminin bir diğer kritik dönemini inceliyor veTaş Kadın kitabındaki savaşlar askeri olmaktan çok zihinsel savaşlar. Marmara Denizi’ndeki evlerinde yazı geçirmekte olan İskender Paşa ve ailesi Osmanlı olmanın ne anlama geldiği ve Fransa, Britanya ve Almanya’daki kültürel saldırılarına en etkili şekilde nasıl karşı koyabilecekleri konularında mücadele ediyorlar. Tartışmalar, Osmanlı’nın çöküşünün nedenleri üzerinde yoğunlaşıyor. Ailenin aşağı yukarı tüm fertleri, suçu Batı’daki yeniliklere tepki gösteren ulemaya ve sultana yükleme konusunda birleşiyor. Yine de aile, yurttaşlarını ve kendilerini değişimi başlatmak için yeterince girişimde bulunmadıkları için suçluyorlar.

Ağır temposuna karşın, Taş Kadın,2 Osmanlı toplumunu allak bullak eden ani ve büyük değişiklikleri gözler önüne seriyor. İskender Paşa’nın yetişkin oğullarından ve Osmanlı ordusunun generallerinden biri olan Halil, değişim planlarını hazırlamakta olan Jön Türkler’in üyesidir. Devrim kaçınılmaz gibi durmaktadır, fakat Sultan’ın verdiği sözler bu harekete engel olur. Kitap boyunca hayatı irdeleyen Nilüfer, Konya’daki Yunanistan karşıtı ayaklanmalarda öğretmen olan Rum kocasını kaybeder. İskender Paşa, yıllardır ilk defa tüm çocukların etrafında toplanmışken, büyükelçi olarak yurtdışında geçirdiği yıllarını hatırlar. Bu konuşmalar İskender’in erkek kardeşi Mehmet’in sevgilisi ve ailenin fertlerine ders veren Alman baronun aralarına katılmasıyla daha da renklenir.

Sonuç Yerine

Tarık Ali, görünüşte birbirinden farklı alanlarda bir sürü eser ortaya koysa da bunların hepsini bir arada düşündüğümüzde bu çalışmaların büyük bölümündeki amacının modernlikle biçimlenen özgür düşünceyi, eleştirel düşünme biçimini ve muhalif olmayı cesaretlendiren, ayrıca çok farklı düzeylerde statükoya meydan okumak olduğunu söyleyebiliriz.

Körfez Savaşı sırasında Batılı bir gazetecinin Arap kültürünü küçümsemesi üzerine ‘İslam beşlemesi’ni kaleme almaya karar veren Tarık Ali ‘İslam beşlemesi’ içinde yer alan eserlerinin İslam dünyasında ve başka ülkelerde basıldığını ve ilgi gördüğünden söz ediyordu bir konuşmasında. Bunlar şüphesiz, Nar Ağacının Gölgesi’nde İslamiyet’in İspanya’dan çıkarılışı ve Selâhaddin’in Kitabı’nda ilk Haçlı Seferi’nden sonra Kudüs’ün tekrar geri alınmaya çalışılması, Taş Kadın’da ise Osmanlı modernleşme süreci gibi tarihsel olayları inceleyen post-kolonyal romanlar. Tarık Ali bilinçli olarak Batı emperyalizmini yeniden gözden geçiriyor. Romanları bu anlaşmazlıkları, dindar Hıristiyanların fethi olarak değil, İslam imparatorluğuna yapılan saldırılar ve İslamiyet’in kendini savunması olarak inceliyor. Bu yüzden baş karakterlerin “hayali içsel yaşamlar”ı, onlar tarihe ışık tutmaya başladıkça kinayeli bir önem kazanıyor. Karakterlerin hayatlarında önemli olan tek şey tarihsel olaylar değil, onlar aynı zamanda bu hayali içsel/sapkın yaşamların anlaşılması açısından birer vasıta oluyorlar.

Tarık Ali’nin tamamlanmamış ‘İslam beşlemesi’, Batı’yı asil ve prensip sahibi gösteren standart tarihi düzeltme amacı taşıyor. Kitaplar, Batı’nın tarihi boyunca ne denli acımasız ve hoşgörüsüz olduğunu ve kendine kurban olarak genellikle Müslümanları seçtiğini gösteriyor. Öte yandan sapkınlıkları kurgusallık içinde ortaya koyuyor ve seküler, ilerici bir yorum geliştirmeye çalışıyor. Bu serideki her kitap tek başına da okunabilir, ama hepsi bir arada, bir yandan Hıristiyanlık, Yahudilik ve İslamiyet arasındaki etkileşime birbiri ardına ve içten bir bakış sunmayı deniyor diğer yandan da yazarın sahip çıkmak istediği aydınlanma mirasına arkeolojik bir katkı sunuyor. Tarihsel roman yazarı olarak Tarık Ali, kendi ifadesi ve yorumuyla tarihsel kişi, olay ya da olgulara ilişkin bir resim çiziyor. Çizilen resimde sanatçının üslubu ve yorumu çok belirgin olarak kendini hissettirir. Kimi noktalarda ne kadar gerçeğe yakın bir görüntü sağlanmış gibi görünse de netice itibariyle yazarın seçiminin, felsefesinin, dünyaya bakışının ve olayları algılayışının eserlere yansıması söz konusudur. Dolayısıyla, tarih yazımı ve kurmaca sınırında ortaya çıkan bu eserlerin yorumsal yapısı, epistemolojik konumları ve geçmişi kendilerine özgü biçimde nasıl kavramsallaştırdıkları oldukça sorunludur. Tarık Ali’nin yazış tarzı ise oldukça açıktır. Kuşkusuz bunda televizyon için yazdığı metinlerden kazandığı tecrübenin de katkısı var.

Dipnot

1 New Left Review (NLR)’in oluşum öyküsü genel hatlarıyla şöyledir: “1956’da Sovyetler Birliği’nin Macaristan’ı işgali üzerine İngiliz Komünist Partisi’nden ayrılan E. P. Thompson ve John Saville, partiden ayrılan diğer arkadaşlarıyla birlikte 1957’de The New Reasoner adlı dergiyi kurarlar. Derginin amacı Stalinist politikalara karşı sosyalist hümanizmi savunan aydınlara kendilerini ifade etme olanağı sağlamaktır. “Balinanın Dışında” adlı makalesinde Thompson, o döneme özgü politik konjonktürü şöyle tanımlar: “Doğu’da ve Batı’da, yeni bir kuşak, eski dünyanın karamsarlığından ve yeni dünyanın otoriterliğinden eşzamanlı olarak kopup, insan bilincini tek bir sosyalist hümanizm içinde kaynaştırabilecek midir?” The New Reasoner dergisinin çıkışı, bu soruyu yanıtlama çabasının bir parçasıdır. The New Reasoner (NR) dergisi, 1959 yılında aralarında Stuart Hall, Charles Taylor ve Raphael Samuel’in bulunduğu bir grup “Oxbridge” radikalinin çıkardığı Universities and Left Review (ULR) ile birleşir ve Ralph Miliband’ın da katılımıyla birlikte New Left Review (NLR) adını alır. İki grup arasında başlangıçtan itibaren ciddi farklar vardır. NR grubunun kökenleri, komünist geleneğin egemen olduğu faşizm karşıtı hareket ile İngiltere’nin kuzeyindeki sanayi bölgelerinde gelişen işçi sınıfı hareketine dayanırken, ULR grubu Oxbridge orta sınıf radikalizminin Londra’nın metropolitan kültürü ile kaynaşmasıyla oluşan bir bileşime dayanır. Bu farklılıklar, 1963 yılında Hall ve Taylor’un New Left Review’dan ayrılması, derginin kontrolünün Perry Anderson, Tom Nairn ve Robin Blackburn önderliğinde yeni bir gruba geçmesi, Miliband ile Saville’in ise Socialist Register adlı ayrı bir dergi çıkarmalarıyla sonuçlanır. Söz konusu süreç “birinci yeni sol”dan “ikinci yeni sol”a geçiş dönemi olarak da adlandırılır. Savaş sonrası dönemde kültürel mücadele sosyalistlerin gündeminde daha öncelikli bir yer kazanır. Socialist Register çevresinde toplanan birinci sol, bu durumu işçi sınıfının kültürel dönüşümü yolunda daha fazla çaba gösterilmesi gerektiği şeklinde yorumlarken, New Left Review çevresince temsil edilen ikinci sol ise işçi sınıfının tüketim kültürüyle tümüyle hipnotize edildiğini, bu nedenle devrimci özne olarak aydınlara yönelmek gerektiğini savunur. Böylece ikinci yeni sol, İngiliz kökenli siyasi hareketlerden tümüyle koparak “politika ve ideolojinin özerkliği” sloganına dayanan kıta Avrupası Marksizmini İngiltere’ye ithal etme çabasına girişir. Bu gelişmede en dramatik kopuş noktası ise, ikinci yeni solun kendisini sosyalist hareketin bir bileşeni olarak değil de hareketin kendisi olarak görmeye başlamasıdır.” (Oğuz; 2007,33-56)

2 Nuray Mert kitap-eleştiri dergisi Virgül’de Tarık Ali’nin Taş Kadın (The Stone Woman) adıyla Türkçe’ye de çevrilen romanını eleştirdiği bir yazısında özetle şöyle diyor: “Adam Osmanlı’yla ilgili roman yazmış ama Osmanlı’dan haberi yok, olay New York’ta da geçebilirdi...” (Mert, Nuray, “Tarık Ali’nin Pulp Fiction’ı”, Virgül, Sayı: 38, sf. 46)

 

 

KAYNAKÇA

ALİ, Tarık (2002a) Kefaret, Çev: Mehmet Harmancı, Everest Yay., İstanbul

ALİ, Tarık (2002b) Fundamentalizmler Çatışması, Çev: Abdullah Yılmaz, Everest Yay., İst.

ALİ, Tarık (2000a) Ayna Korkusu, Çev: Mehmet Harmancı, Everest Yay., İst.

ALİ, Tarık (2002c) Selâhaddin’in Kitabı, Çev: Mehmet Harmancı, Everest Yay., İst.

ALİ, Tarık (2000b) Taş Kadın, Çev: Mehmet Harmancı, Everest Yay., İst.

ALİ, Tarık (2001) Nar Ağacının Gölgesi, Çev: Mehmet Harmancı, Everest Yay., İst.

JACKSON-LYONS, D.E.P -Malcolm Cameron (2006) Selâhaddin: Kutsal Savaşın Politikaları, Çev: Zehra Savan, Pınar Yay., İst.

OĞUZ, Şebnem (2007) “Maddeci Tarih Yazımında Temel Tartışmalar”, Praksis, S: 17.

TÜRKEŞ, A. Ömer (2002) “Romana Yazılan Tarih”, Toplum ve Bilim, S. 91, 166-213.

GÜMÜŞ, Semih (2003) Yazının Sarkacı Roman,T ürkiye İş Bankası Yay., İst.

 

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR