1. YAZARLAR

  2. Abdulbasit Bildirici

  3. Şemdinli Olayı Derin Devletin Kürt Sorununu Çözme Yöntemidir!

Abdulbasit Bildirici

Yazarın Tüm Yazıları >

Şemdinli Olayı Derin Devletin Kürt Sorununu Çözme Yöntemidir!

Ocak 2008A+A-

Soruşturma: Militarizmin Hukuksuzluğunun Yeni Bir Belgesi Olarak Şemdinli Davası

I-Şemdinli olayını, iki yıllık süreç de göz önünde bulundurulduğunda, nasıl yorumluyorsunuz?

II-Başbakan iki yıl önce Şemdinli olayına ilişkin olarak konunun takipçisi olacaklarını ve sonuna kadar gidileceği vaadinde bulunmuştu. Bugünden bakıldığında hükümetin bu konu özelinde ve genelde Kürt sorununa ilişkin olarak ne yaptığını görüyorsunuz?

III-Şemdinli'nin ortaya koyduğu açmaz görüntüsünden çıkış nasıl sağlanabilir? Bu konuda inisiyatif alması, sorumluluk yüklenmesi gerekenler kimlerdir?

I

Derin devlet dediğimiz yapılanmanın bu ülkenin geçmişinde derin bir yeri bulunmaktadır. Bunun tarihine girecek değiliz. Ancak bizler Kürt bölgesinde derin devlet denen şeyle faili meçhul cinayetler sayesinde tanıştık. Her gün insanların sokak ortasında infaz edildiği, gece evlerinden polis kimliğiyle alınıp ertesi gün başlarına kurşun sıkılmış vaziyette sağda solda cesetleri bulunan muhalif kimlikli kişilerin derin güçler tarafından infaz edildiğini hepimiz biliyoruz. Susurluk'ta kaza sonrası bazı şeyler açığa çıktı ve üstü örtüldü. Şemdinli ise acemice yapılmış bir derin devlet cinayetiydi.

İlgilenenler bilirler. 9 Kasım'da olay oldu ve biz bir heyet oluşturarak 10 Kasım'da ilçeye gittik. Olayı raporlaştırdık. Burada kamuoyuna yansımayan nispeten özel bazı şeylerden de söz etmek istiyorum. 11 Kasım'da Güneydoğulu bir bakanın danışmanı olan bir insan hakları savunucusu arkadaşımız bizden raporu istedi. Henüz raporumuzu tam bitirmeden ve basına açıklamadan önce mail üzerinden gönderdik. Bizlere söylenen şey şuydu: "Acele gönderin raporu çünkü bu gece Başbakan'a sunacağız. Başbakan güvenilir ve farklı kaynaklardan bilgilenmek istiyor." Birkaç gün sonra raporumuz Meclis Başkanı Sayın Bülent Arınç'a da ulaştı. Sonrasında raporda sorduğumuz soruların aynısının Başbakan tarafından Genelkurmay başkanına sorulduğuna şahit olduk Olay açık ve netti. Genelkurmay Başkanı ise orduda bulunan binlerce astsubaydan birini tanıyordu ve bunu açıklamaktan da geri durmadı: "Ali Kaya'yı tanırım iyi çocuktur. O böyle şey yapmaz!" Sonrasında da Başbakan o ünlü sözünü söyledi: "Nereye kadar gidilecekse gidilecek!" Nereye kadar gidildiğini de gördük. Olayı soruşturan savcıyı görevden aldılar. Sanıkları da tahliye ettirdiler. Başbakan da lafını yemek zorunda kaldı.

Şemdinli, derin devletin kendi bildiği yöntemlerle Kürt sorununu çözmeye çalışmasının adıdır. Devletin de gayri kanuni bir şekilde adam öldürebileceğini ve bunu da en üst düzeydekilerin emri ile yapacağını göstermesi açısından önemlidir. Şemdinli, derin güçlerin ahlak ve hukuk tanımadıklarını göstermesi açısından önemlidir. Şemdinli yeri geldiği zaman bebek katili olmakla eleştirdikleri örgütten çok daha zalim ve acımasız olmanın adıdır. Şemdinli yargı sistemini istediği gibi etkilemenin adıdır. Şemdinli, acımasızca ortalığa dehşet saçıp, insanları ürkütmenin korkutmanın yöntemidir. Derin devlet bunu bazen önemli gördüğü kişileri yok etme adına, bazen de eylemi yapıp düşmanının üstüne yıkma adına yapmaktadır.

II

Bu ülkenin Türkiye Cumhuriyeti tarihi ile eşit yaşta olan bir Kürt sorunu bulunmaktadır. Osmanlı zamanında ırkçı bir yapılanma mevcut olmadığından bu ülkenin bir Kürt sorunu da yoktu. Ne zaman ki ulus-devlet anlayışını benimseyen ve milliyetçiliği esas alan bir yapılanma oluşunca o zaman Kürt sorunu baş gösterdi. Açıkçası Kürtler inkar edilmeyi haklı olarak hazmedemediler. 1980 öncesi sosyalist ideoloji çerçevesinde ve kültür dernekleri vasıtasıyla yürütülen mücadele 12 Eylül ihtilali sonrası Kürtçenin de yasaklanması, özellikle Diyarbakır Cezaevi'ndeki işkencenin korkunç boyutlara ulaşması ve demokrasinin askıya alınması üzerine pes etme yerine silahlı direnişe dönüştü. Eskiden Kürtler isyan ettiğinde eşkıya olurlardı. Bu sefer de terörist olmakla suçlandılar. Bugünkü PKK'yi o zamanki şartlar çerçevesinde değerlendirmek gerekir. Ancak şunu da görmek lazım. PKK neden değil, sonuçtur. En az mücadele ettiği güç kadar acımasızca saldıran PKK'nin yürüttüğü bu silahlı muhalefet 1990'lı yıllara gelindiğinde sorunu inkar edenlere, bu inkarlarından vazgeçmeleri gerektiğini öğretmiştir. Bana göre artık 93 yılından itibaren bir kör dövüşü izlemekteyiz. İki taraf da birbirini bitirmeye güç yetirmekten acizdir. Bu olayın askeri boyutudur.

AK Parti hükümetinin hukuki metinler itibariyle sorunu çözeceği yönünde beklentiler bulunmaktaydı. Ancak geldiğimiz nokta itibariyle sorun halen çözülebilmiş değildir. Şemdinli olayı sonrası hükümet Kürt sorununda da inisiyatifi elden kaçırmıştır. 367 kararını Şemdinli'den bağımsız ele almak yanıltıcı olacaktır. Eğer Başbakan o ünlü sözünün arkasında durabilseydi Kürt sorununda da inisiyatifi elinde tutabilirdi. Ancak bu noktada geri adım attığı için inisiyatif neredeyse tamamen hükümetin elinden kaçmıştır. Hükümet bu şekilde sorunu şiddeti, imhayı ve inkarı önceleyenlerin eline bırakmıştır. Diyarbakır ve Şemdinli sonrası yaptığı çıkışların ardının gelmemesi bu bağlamda anlaşılırdır.

Son zamanlarda bir genel aftan ya da TCK'daki bazı hükümlerin değiştirilmesinden söz edilmektedir. Bunun adı da pişmanlık yasası olarak geçmektedir. Daha önce çıkarılan onlarca pişmanlık yasalarına rağmen kimseler buna itibar etmemiştir. Pişmanlık yasaları onursuzluğu dayatmanın başka bir adıdır. Kürtlerin; "Biz hata ettik, yanlış yaptık ve herkesten özür diliyoruz." denmesi bekleniyor. PKK'nin mücadelesinin yöntemi tartışılabilir. Yani şiddet kullanarak bir hak talebinde bulunmak ne kadar doğru bir şeydir bu tartışılabilir. Ancak bu kadar ölüye, maddi kayba rağmen devlet hala Kürtlerin varlığını dahi kabul etmeye yanaşmıyorsa burada şöyle durup düşünmek gerekir. Hala Kürtlere siz Türksünüz diyorlar. 50 bin insan öldü, 400 milyar dolar para gitti buna rağmen devlet halen Kürtlerin var olduğunu kabule yanaşmamaktadır. Hem Kürdü temelli inkar edeceksin hem de pişman olmasını bekleyeceksin. Bu kadar bedelden sonra pişmanlığın dayatılması hakikaten trajikomik bir olaydır. Oysa burada devletin yapması gereken şey Kürtlerle aynı topraklar üzerinde yaşamak istediğini güçlü bir irade ile ortaya koymasıdır. Siz istediğiniz kadar PKK Kürtleri temsil etmiyor diyebilirsiniz. PKK'nin yani DTP'nin aldığı oy sayısı 2 milyon civarındadır. Bunu çoluk çocukla birlikte sayarsanız 8 milyon insana denk gelir. Bunu görmezden gelemezsiniz.

Geldiğimiz nokta itibariyle tek çözüm yolu var gibi görünmektedir. Tutuklu tutuksuz, ülkede ya da dışarıda yaşayan herkesi, tüm Kürtleri kapsayacak bir genel af çıkartılmalıdır. Bana göre bu olmazsa olmaz şarttır. Bunun sonrasında da sivil anayasa çalışmaları kapsamında anayasal vatandaşlık türünden değişikliklere gidilebilir. Özerklik ciddi ciddi tartışılmalıdır. Yeni anayasa bunun için önemli bir fırsattır. Böylece mücadele alanı yasal zemine çekilebilir. Bu durum kansız ve silahsız konuşmayı ön plana çıkartacaktır. Aksi takdirde ben Kürt sorununu dağlardan kopup gelen çığa benzetiyorum. Etrafına taşları, ağaçları alarak büyüyüp gelmektedir. 1984 yılından bu yana yön verilmeye çalışıldıkça, önü kesilmeye çalışıldıkça sadece büyümüştür. Bırakın önünü kesmeyi yön vermek dahi neredeyse imkânsız hale gelmiştir. Hükümetin buna yönelik tedbirler alması gerekir. Bunun tek yolu onurlu bir antlaşmadır. Eğer hükümet aksi yönde davranır da yön vermeye ya da önünü almaya çalışırsa kopup gelen bu çığın önüne çıkan her şeyi yıkıp geçmesinden ciddi anlamda endişe duyuyorum artık. Son zamanlarda yaşanan Türk-Kürt kavgasının bir iç savaşa dönmesi çığdan daha etkili bir yıkım yöntemi olacaktır. Bunun altından hiç kimse kalkamaz.

III

Bu olayın biri hukuki diğeri siyasi olmak üzere iki yönü bulunmaktadır. Ben olayın hukuki boyutu üzerine değerlendirme yapmak istiyorum. Yani mahkeme aşamasına gelmiş bir Şemdinli, nasıl oldu da tahliye ile sonuçlandı? Ben bunun üzerinde durmak istiyorum. Mahkeme aşamasına gelinceye kadarki durumu da ayrı bir değerlendirme konusudur.

Şemdinli'nin ortaya koyduğu açmaz görüntüsünden çıkışın sağlanabilmesi için yükün büyük bir ağırlığı tabiî ki yine siyasi iradenin üzerindedir. Başbakan'ın "Nereye kadar gidilebiliyorsa gidilecektir!" şeklinde bir laf edip sonra da bundan geri adım atması giderek soruşturmayı yürüten savcının görevden alınması ve en nihayet sanıkların tahliye olması sürecinde çok önemli iki kurumun etkili olduğuna şahit olduk. Bunlardan ilki HSYK diğeri ise Yargıtay'dır. HSYK iddianameyi hazırlayan savcıyı görevden almış Yargıtay ise sanıkların tahliyesini sağlamıştır. Hadiseye baktığımız zaman iki kurumun da yargıçlık mesleğiyle ilişkili olduğunu görürüz. Maalesef ülkemizde hukuk siyasallaşmıştır. Hem de gırtlağına kadar siyasetin içine batmıştır.

Bu ülkenin hukuk sistemi kendisine özel görev tanımlaması yapmaktadır. Oysa hukuk sisteminin görev tanımlamasından söz etmesi yanlış olur. Adalet mekanizmasının bir tek görevi vardır. O da adalet dağıtmaktır. Hak, eşitlik ve adalet kavramları her şeyin üzerinde tutulmalıdır. Oysa şimdiki yüksek yargı organlarına göre Türk yargısının birincil görevi laik ve demokratik sistemi ayakta tutmaktır. Yani rejim bekçiliği. Her yıl ki adli yıl açılış törenlerinde bu sözleri çok rahat bir şekilde dillendirirler. Düşünün ki bir ülkenin hukuk sisteminde hak ve adalet kavramlarından yüksek değerler olsun. Böyle bir hukuk sisteminin adil olduğunu söyleyebilir misiniz?

Hukukun siyasallaştığının örnekleri sadece Şemdinli olayı değil ki. Kronolojik olmasına özen göstererek örneklendirmeye çalışayım. Adnan Menderes'in idamı, DEP, HEP, DEHAP çizgisindeki partilerin kapatılması, RP'nin kapatılması (bunlar AİHM'den dönen davalardır), Tayyip Erdoğan'ın yargılanması esnasında Yargıtay'ın jet hızıyla dosyayı onayıp aynı hızla geri göndermesi hala hafızalarımızdadır. Bu konularda mahkemeler adil ya da hukuki değil siyasi davranmıştır. 28 Şubat sonrası verilen vakıf kapatma davaları tamamen siyasidir. Askerlerin yine aynı süreçte Ağır Ceza Başkanları ile Başsavcıları toplayıp onlara brifing vermesi dahi başlı başına asker güdümlü yargı sistemi demektir. Danıştay Başkanı açıkça çıkıp mahkemelere "Siz başörtüsü konusunda olumsuz kararlar verin, eğer temyiz ederlerse biz kararlarınızı onarız." şeklinde demeçler vermiştir. Anayasa Mahkemesi'nin görevi dahilinde olmamasına rağmen yorumla karar ihdas etmeye çalışması ve başörtüsünü bu şekilde yasaklaması hukukun siyasallaşmasına başka bir örnektir. Bir de Hizb-ut-Tahrir meselesi var. Kuruluşundan bugüne kadar şiddete bulaşmamış bir örgüt 'terör örgütü' olarak kabul edilmiştir. Adına da silahsız terör denmiştir. En son da işte bu meşhur 367 kararı. Öyle ki artık hukuktan hiç anlamayan birinin bile beyaz dediğine mahkemeler rejimi korumak adına kara demeye başlayarak ortaya trajikomik bir manzaranın çıkmasına sebep olmuşlardır. Yani rejimi koruma adına, bile bile hak ve adaletten ayrılmaktadırlar. Görüleceği gibi şu an itibariyle sistemi tıkayan şey yargı mekanizmasıdır.

Şimdi böyle bir süreçten gelen yargı sisteminin Şemdinli sanıklarını tahliye etmesi kadar doğal bir şey olabilir mi? Zaten böyle bir yargı sisteminden aksini beklemek mantıksız olurdu. Düşünebiliyor musunuz? Bir mahkeme sanıklara 39 sene hapis cezası verirken dosya temyize gidiyor ve görev nedeniyle bozuluyor. Dönüşte dosya askeri mahkemeye intikal ediyor ve sanıklar ilk duruşmada tahliye ediliyorlar. Meseleye bu açıdan baktığınız zaman problemin yargının siyasallaşması sorunu olduğunu görürüz.

Peki bu yargı sistemini siyasi olmaktan çıkarıp adil bir yargı haline getirmenin yolu var mıdır? Bana göre sivil anayasa çalışmaları bu açıdan ciddi anlamda bir fırsattır. Öncelikle Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay ve HSYK'nın oluşumunda halkın temsilcisi konumunda olan parlamentonun etkin kılınması şarttır. Yani bu yüksek yargı organlarının üyelerinin büyük bir kısmını Meclis atamalıdır. Çünkü zamanın Adalet Bakanı Mehmet Moğoltay ve önceki bakanlıkların özellikle kadrolaşması sonucu belli ideolojiye mensup, bağnaz kişiler yargı sisteminde hakim konuma gelmiş bulunmaktadırlar. Bunlar asıl görevlerini adalet dağıtmak değil rejimi korumak olarak lanse etmektedirler. Bunun için sivil anayasa ile birlikte özellikle yüksek yargı organlarının atamalarını ağırlıklı olarak parlamentoya vermek en iyi çözüm yolu olarak gözükmektedir. Hiç olmazsa küçük bir azınlık değil halkın temsilcileri belirleyici olacaktır. Avrupa'da ve Amerika'da da bu sistem etkin olarak kullanılmaktadır. Mesela Amerika'da jüri sistemi bulunmaktadır. Bırakın hukuk eğitimi almış hâkimleri, sıradan bakkal, kasap mahkemede jüri üyesi olarak görev yapabilmektedir. Buna karşılık geri kalmış ve demokrasiyi sindirememiş ülkelere baktığınız zaman yargı sisteminin özellikle belli bir azınlığın tekeline verilmiş olduğunu görürsünüz. Tunus'taki durum da ülkemize benzerdir.

Yeni Şemdinlilerin olmaması için yegâne çıkar yol olarak gözüken şey budur. Yargı sistemimizi belli bir azınlığın elinden kurtarıp çoğunluğu bu sisteme ortak etmemiz gerekmektedir.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR