1. YAZARLAR

  2. Serdar Bülent Yılmaz

  3. Şemdinli, Devletin 85 Yıllık Yönetsel Tarzıdır!

Serdar Bülent Yılmaz

Yazarın Tüm Yazıları >

Şemdinli, Devletin 85 Yıllık Yönetsel Tarzıdır!

Ocak 2008A+A-

Soruşturma: Militarizmin Hukuksuzluğunun Yeni Bir Belgesi Olarak Şemdinli Davası

I-Şemdinli olayını, iki yıllık süreç de göz önünde bulundurulduğunda, nasıl yorumluyorsunuz?

II-Başbakan iki yıl önce Şemdinli olayına ilişkin olarak konunun takipçisi olacaklarını ve sonuna kadar gidileceği vaadinde bulunmuştu. Bugünden bakıldığında hükümetin bu konu özelinde ve genelde Kürt sorununa ilişkin olarak ne yaptığını görüyorsunuz?

III-Şemdinli'nin ortaya koyduğu açmaz görüntüsünden çıkış nasıl sağlanabilir? Bu konuda inisiyatif alması, sorumluluk yüklenmesi gerekenler kimlerdir?

9 Kasım 2005 tarihinde Şemdinli hadisesi gerçekleştiği zaman kamuoyu ve aydınlar arasında bu konunun da Susurluk gibi sümenaltı edileceği şeklinde karamsar bir görüşün yanında bir de AKP hükümeti döneminde ısrarlı adımlarla konunun üzerine gidileceği şeklinde iyimser iki farklı görüş oluştu. Karamsarlar Susurluk ve Yüksekova tecrübelerinin ışığında geçmişten beri bu tür derin yapılanmaların üzerine hiç kimsenin gidemediğinden hareket ederken, iyimserler Erdoğan'ın "Ucu nereye varırsa varsın üzerine gidilecek!" tonlamasına ve AB uyum süreci rüzgârına dayanıyorlardı. Karamsarlar haklı çıktı!

Süreç malum… Kamuoyu dehşet içinde yaşananları izlerken soğukkanlılığını koruyan bir kişi vardı; dönemim Kara Kuvvetleri Komutanı Yaşar Büyükanıt. Türkiye'deki bürokratik sistemin işleyişini iyi bilen Paşa, suçüstü yakalananlardan Mutkili Ali namlı Ali Kaya hakkında "Tanırım, iyi çocuktur!" diyerek ilgili yerlere gidişatı tümden değiştirecek mesajı verdi. Daha sonra Yaşar Büyükanıt'ın da adının karıştığı ve bölgedeki çeteleşmeye ışık tutabilecek 3 Mart 2006 tarihli Şemdinli iddianamesinin açıklanmasının ardından Genelkurmay Başkanlığı'ndan zehir zemberek bir açıklama yayınlandı.

20 Mart 2006 tarihli açıklama tam anlamıyla bir muhtıraydı. Neredeyse ilgili her kesimi tehdit eden açıklamada iddianame ve savcı hakkında, "İddianamede yer alan usul ve maddi hatalar ile noksanlar dikkate alındığında, bir Cumhuriyet Savcısının bu derece hukuk bilgisinden yoksun veya tecrübesiz olamayacağı, bu bariz hataları yapması için, belli bir görüşün temsilcilerinin kamuoyuna da yansımış etki ve telkinleri altında kalmış olabileceği değerlendirilmektedir. Muhteva olarak bu iddianamenin söz konusu bölümlerinin maksadını aşan, hukuki olmaktan çok siyasi içerikli, bazı mensuplarını hedef alarak Türk Silahlı Kuvvetleri'ni yıpratmaya ve terörle mücadeledeki azim ve iradesini zayıflatmaya yönelik olduğu kanaatine varılmıştır." denilerek bir yandan tekrar yargıya müdahale ediliyor diğer yandan savcı hedef gösteriliyor ve "anayasal sorumluluğu olan kurumlar" göreve çağırılıyordu: "Türk Silahlı Kuvvetleri'ne yapılan bu haksız ve maksatlı suçlamalar karşısında öncelikle anayasal sorumluluğu olanların tavır almaları, bu saldırıyı bütün yönleriyle ortaya çıkarmaları ve arkasındaki çarpık zihniyetin temsilcilerini makam, statü ve konumları ne olursa olsun kamuoyuna açıklamaları ve haklarında işlem yapmaları gerekmektedir." Böylece hükümete görev buyruluyor ve esas misyonunun oligarşiyi korumak olduğu anlatılıyordu. 27 Nisan muhtırasının öncülü olan bu muhtıra yeni bir dönemin başlangıcı olacaktı.

Bu süreçte Büyükanıt'ın taltifine mazhar olan "iyi çocuklar"a dokunan herkes yandı. Van Cumhuriyet Savcısı Ferhat Sarıkaya meslekten men edildi; Emniyet İstihbarat Daire Başkanı Sabri Uzun görevinden alındı; Sarıkaya'nın mesleğine mal olan iddianameyi kabul eden Van 3. Ağır Ceza Mahkemesi sanıklara yaklaşık kırk yıl ceza verdi. Yargıtay'ın eksik soruşturma kararına uyan ama dosyanın askeri mahkemeye gönderilmesi kararına direnen Van 3. Ağır Ceza Mahkemesi ile ara kararları için itiraz mercii olan 4. Ağır Ceza Mahkemesi heyetleri tayin döneminde dağıtıldı. Oluşan yeni mahkeme Yargıtay'ın kararına uyarak davayı askeri mahkemeye gönderdi ve askeri mahkeme de ilk duruşmada sanıkları tahliye etti.

Hükümet Dersini Aldı

Ama bunlardan daha önemlisi bu olay Kürt sorunu ve sivil-asker ilişkileri açısından AK Parti için bir milat, daha doğru bir ifadeyle bir kırılma noktası oldu. Şemdinli süreci öncesinde AB rüzgârını arkasına alarak başta Kürt sorunu olmak üzere köklü sorunlara neşter vuracağı görüntüsü çizen AK Parti, bu süreçten sonra tam anlamıyla frene bastı hatta geri geri gitmeye başladı. Özellikle Kürt sorunu konusunda Şemdinli'den birkaç ay önce Ağustos ayında aydınlar görüşmesi ve Diyarbakır konuşması sırasında yaptığı Kürt açılımı "Şemdinli darbesi" ile tamamen rafa kaldırıldı. Kürt sorununda inisiyatifin sadece askerde ve askeri yöntemlerde olduğu ilan edilerek AKP'nin Kürt sorunu açılımının ölü doğması sağlandı.

Kronolojik bir okuma yapıldığında bu geriye dönüş aşama aşama açıkça görülecektir. Bugün gelinen noktada AK Parti Kürt sorunu konusunda eski iddialarından vazgeçmiş görünüyor. Türkiyelilik söylemi konusunda tam bir nedamet söz konusu; Başbakan Tayyip Erdoğan, Genelkurmay açıklamasının üzerinden bir ay geçmeden 14 Nisan 2006'da Tunceli il kongresinde yaptığı konuşmada "Bu ülkede tek bir millet vardır, o da Türk milletidir!" diyerek nedametini ilan etmişti. AKP'nin yeni anayasaya yerleştirmeyi planladığı, 1924 Anayasası'nın Türklük merkezli vatandaşlık tanımı, gelinen son noktayı ortaya koyuyor: "Türkiye Cumhuriyeti'ne vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkese, din ve ırk farkı gözetilmeksizin Türk denir."

Şemdinli sonrası askerin terörle etkin mücadele için şart koştuğu Terörle Mücadele Yasa Tasarısı da toplumun neredeyse her kesiminden yükselen itirazlara rağmen yasalaştırıldı. Derken Polis Vazife ve Salahiyetleri Kanunu'nda değişiklik yapıldı. Diğer yandan Ömer Dinçer'in gündeme getirdiği, sonra da hükümetin yasalaştırdığı ama Sezer'in Meclis'e iade ettiği ve Kürt sorunu konusunda önemli bir açılım olarak görülen yerel yönetimler reformu da rafa kaldırıldı. Yeni anayasa taslağında da bu reformdan eser yok. Doğrusu Kürt sorununda AK Parti'nin tutarlı bir çizgi tutturabildiğini söylemek mümkün değil. Bunda Şemdinli olayının etkisi göz ardı edilemez.

Şemdinli olayı, askerin iktidar asasını tekrar eline aldığı bir ara milat oldu. Bu süreçte tüm kurumlara görevleri ve hadleri bildirildi. Yargı, sivil bürokrasi, hükümet vs böylece teslim alındı. Şemdinli olayının sembol ismi Yaşar Büyükanıt ile ilgili bir işlem yapılıp yapılmayacağı tartışılırken bu kişi hükümet tarafından iltifatla karşılandı; genelkurmay başkanı yapıldı.

Yargı Oligarşiye Biat Tazeledi

Sivil mahkemelerin oligarşinin hizmetinde olduğu bir ülkede askeri mahkemenin Şemdinli kararına şaşırmak abes olur. Aslına bakılırsa bu tür olaylar sistemin oligarşik karakterinin farkında olanlar için oligarşik düzenin yeniden ve yeniden altının çizilmesinin ötesinde özel bir anlam taşımıyor.

Aynı hikâye Yüksekova çetesi davasında da yaşanmıştı. Hatırlanacaktır; bir binbaşı ve yüzbaşının da suçlandığı Yüksekova çetesi ile ilgili davada, sanıklara 2 kez ceza verilmesinin Yargıtay'dan dönmesi sonrası Hakkâri Ağır Ceza Mahkemesi sanıkların beraatına karar vermişti. Yargıtay'ca da onaylanan Yüksekova çetesi davasında AİHM, Türkiye'yi savcının eksik soruşturma yürütmesi ve yargı mercilerinin "yaşama yönelik saldırıların cezasız kalmayacağını göstermekte" yetersiz kalması nedeniyle 103 bin Euro tazminat ödemeye mahkûm etti.

Gerek Yüksekova davası gerekse de Kızıltepe Uğur ve Ahmet Kaymaz infaz davası düşünüldüğünde yargının rejimi/devleti koruma refleksi içinde silahlı bürokrasinin hizmetinde olduğunu iddia etmek çok iddialı bir ifade olmasa gerek. Bağımsız yargı iddiası tam da bu noktada, hâkimin kendini bağımsız değil TESEV raporunda da vurgulandığı gibi rejimin memuru/devlet memuru görmesi nedeniyle iflas etmektedir. (TESEV Raporu, Yargıda Algı ve Zihniyet Kalıpları, Kasım 2007) Devletçi bir anlayışla donatılan hâkim ve savcıların idare/devlet ile ilgili davalarda vatandaşın hakkını teslim etmeleri elbette beklenemez. Bu konuda TESEV raporuna yansıyan ilginç bir istatistik olayın vahametini gözler önüne seriyor: "İnsan hakları devletin güvenliği açısından tehdit oluşturabilir mi? sorusunu 'evet' diye yanıtlayanların oranı %51." Yargının tarafsızlığını etkileyen bu unsurun yanında diğer bir unsur da Hâkim ve Savcılar Yüksek Kurulu. Demoklesin kılıcı gibi yargı mensuplarının başında sallanan bu kurum devlet–vatandaş denkleminde tarafsızlığını koruyan ve böylece "müesses nizamı" bozmaya kalkan Ferhat Sarıkaya gibi savcıları hizaya getirerek "devletin ülkesi ve ulusuyla tümlüğünü" ve "dirlik ve düzeni" sağlamakta.

Oligarşinin çeşitli zamanlarda yargıya, gerçek görevinin kurulu düzeni muhafaza etmek olduğunu hatırlatması adettendir. 28 Şubat döneminde tanıştığımız brifingler bu hatırlatmalardan hafızalara kolay yerleşenlerden. Hatırlanacaktır, dönemin adalet bakanının karşı çıkmasına rağmen hâkim ve savcılar brifinge iştiyakla katılmışlardı. Bu nevi hatırlatmalardan birini de lokal düzeyde Altay Tokat Paşa yapmıştı. Emekli paşa, Şemdinli olayı hakkında görüşlerini alan Yeni Aktüel dergisine şunları söylemişti: "Benim zamanımda ben de bomba attırdım. Bir iki kritik noktaya. Boş yerlerdi! Meselem mesaj vermek. Batı'dan gelen memurlar, hâkimler işin ciddiyetini anlamıyor. Çok koordineli ve iyi çalıştık. Baktım, sonradan işler sakinleşince işi basite almaya çalıştılar. Rast gele dolaşıyorlar, şunu bunu yapıyorlar. Onun üzerine şunlar bir hizaya gelsin diye evlerine yakın iki yere attırdım. Ondan sonra anladılar ki çok dikkatli olmalılar. Bir musibet bin nasihatten iyidir. Öylece onları eğittim ben. Bunu hemen bomba atmak yasak diye yorumlayamazsın. O kişilerin belki hayatını kurtardım. Onlara da söylemedim. Bunu siz şimdi onlara karşı suikast diye yorumlarsanız ben gülerim." (Yeni Aktüel dergisi, Sayı: 55)

Türkiye'de kendini laik Kemalist cumhuriyeti diğer bir deyişle oligarşik cumhuriyeti korumaya adayan bürokratik kurumlardan yargı, katı muhafazakâr karakteriyle değişimin önündeki en büyük engeldir. Bu açıdan yargı her dönem bir muhalefet partisi gibi çalışmıştır. Hükümetlerin önünü kesmeye, idari ve siyasi kararlarını yargısal mekanizma ile engellemeye çalışmakta, yargısal reformları yavaşlatmaktadır. Örneğin 80'li yıllarda yargı, Türk Ceza Kanunu'ndaki 141, 142 ve 163. maddelerin yürürlükten kaldırılmasından hoşnut olmayınca "boşluğu doldurmak ve devleti vatandaştan korumak" için 312. maddeyi keşfetmekte zaman kaybetmemişti. Tüm bu yönleri ile bakıldığında Şemdinli olayının oligarşiyi güçlendiren bir araca dönüşmesinde yargının rolüne şaşırmamak gerekir.

Bu kadar yargıdan bahsetmişken yargının sivil-asker şeklindeki çift başlılığından bahsetmeden geçmek olmaz. Sivil mahkemenin 39 buçuk yıl hapis verdiği sanıkları askeri mahkemenin serbest bırakması bu çift başlılığı tekrar gündeme getirdi. Askeri mahkemenin kararlarını dayandırdığı hukuk metinleri ile sivil mahkemelerinki aynı olmasına rağmen kararlardaki bu farklılık işin vahametini gözler önüne sermeye yetiyor. Madem hukuk aynı hukuk, bu kadar ters kararlar nasıl çıkar? Bununla birlikte sivil insanları öldüren, kitabevine bomba atan, savcının da içinde olduğu keşif heyetini tarayan ve suçüstü yakalanan bu kişileri amirleri tarafından yargılanacağı bir mahkemeye gönderenin ise yine sivil bir üst mahkeme (Yargıtay) olduğunu unutmamak gerekiyor. Dolayısıyla yargıdaki çift başlılık kalksa bile sivil (!) mahkemeler bu oligarşik karakteriyle askeri yargıyı aratmayacaklardır.

Şemdinli, Silahlı Bürokrasiyi Güçlendiren Bir Olguya Dönüştü

Türkiye'de 85 yıldır hüküm süren "Şemdinli düzeni", ustalıklı bir şekilde bu nevi hadiseleri kurumların zayıflayan belleğini yenilemek ve bu ülkenin gerçek efendisinin kim olduğunu hatırlatmak için bir vasıtaya dönüştürmektedir. Görünürde asker için son derece yıpratıcı bir olay olarak görülen Şemdinli, ister hükümetin korkaklığı nedeniyle deyin, ister askerin mahir hamleleri ile fark etmez, öngörülenin tam tersine askeri güçlendiren bir araç oldu. Süreç tam anlamıyla tersine döndü. "İyi çocuklar" tahliye edildi. Yargı, askere biat tazeledi ve cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde sadakatini daha da pekiştirdi. Suskun Hilmi Özkök'ün yerine o zamanlar da çok konuşan Şemdinli'nin sembol ismi Yaşar Büyükanıt genelkurmay başkanı oldu. Büyükanıt, Türkiye'nin en çok konuşan ve siyaseti en fazla belirleyen ismi olmaya da devam ediyor. Hiç kimse de çıkıp siyasete müdahale ettiğini ve suç işlediğini, susması gerektiğini söylemiyor; ne derse alkışlanıyor, destekleniyor. Sürekli aleyhine konuştuğu hükümet dahi alkışlayanlar arasında.

Şemdinli, Oligarşik Militarizmin Yönetim Tarzıdır!

Şu bir gerçek ki bu ülke kurulduğundan beri "Şemdinli düzeni" ile idare ediliyor. Bugünün "Şemdinli yargısı" da, "Şemdinli'nin iyi çocukları" da, "Şemdinli ordusu" da "Şemdinli medyası" da dünkünden farksız. Kısacası 85 yıldır değişen bir şey yok!

Kürt sorunu konusunda devletin geleneksel yöntemi genellikle Şemdinli tarzı bir "illegalite" olmuştur. JİTEM, Özel Harp Dairesi ile itirafçı-korucu kadroları "Şemdinli tarzı"nın çokça karşılaştığımız aktörleri, yargısız infaz ve faili meçhuller ise çokça bilinen yöntemleridir. Batman Valisi Salih Şarman'ın vaktiyle terörle mücadele adına "rutin dışı" illegal çalışmalar yaptığı belgelenmiş bir gerçek. Kurduğu illegal yapı için Çin ve Bulgaristan'dan 4 parti silahı askeri uçaklarla nasıl getirttiğini detaylarıyla anlatan Salih Şarman, devletin her seferinde varlığını reddettiği JİTEM'le ortak çalıştıklarını da gizlememekte.

Aynı şekilde JİTEM, devletin sürekli bir illegal yapısı olarak varlığını sürdürüyor. Özel Harp Dairesi ve uyguladığı "özel" yöntemler ilgililerin ıttılaından hali değil. Bölgede genellikle JİTEM'in partneri olarak kullanılan itirafçılar ve korucular da devletin "rutin dışı" geleneğini hâlâ sürdürüyorlar. Yine devletin bölgede oluşturduğu yandaş aşiretlerle de bu tarz ortaklıklar kurduğunu biliyoruz. En bilinen örnek olan Bucak aşiretinin devlet adına Siverek ve yöresinde yürüttüğü illegal faaliyetler Susurluk'taki meşhur kazayla ortaya çıkınca bu ortaklığın nasıl da çeteleştiği ve çetrefilleştiği Meclis araştırma dosyalarına sığmaz olmuştu.

İdari Sorumluluk Siyasetin, Toplumsal Sorumluluk Bizlerin!

Sonuçta ordu, Yargıtay, HSYK ve hükümetin ortak çabalarıyla adalet sistemi, çeteleşme, ordu ve Kürt sorunu bakımından hayati önemi haiz Şemdinli olayı bir "imkân" olmaktan çıktı, muhaliflere bir "ihtar"a dönüştü. Avukatlar hakkında soruşturmalar açıldı, mağdur Seferi Yılmaz mahkemelere düştü, konu hakkında konuşan birçok kişiye gözdağı verildi.

Gözdağına, tehditlere rağmen bir şeylerin değişmesi gerektiği açık ve bunu da askerden veya askerler karşısında selama duran siyasilerden, yargıdan, medyadan veya ordudan beklemiyoruz. Elbette dönüşüm şart ama bunun için halkın bunu istemesi, bedeline katlanmayı kabul etmesi ve içselleştirmesi ve siyasileri bu konuda koşullandırması gerekir. Şemdinli gibi hadiseleri, bırakın ordu siyaset ilişkisi ile Kürt sorunu konusu bakımından bir imkân olarak görüp değerlendirmeyi olayın birebir suçlularını bile cezalandırmayı başaramayan, bilakis bunun siyaset kurumunu daraltmasına ve oligarşiye alan açmasına yardımcı olan siyasilere halkın hesap sormayışı bu konuların ne toplumun ne de siyasilerin öncelikli sorunu olduğunu gösteriyor.

Bu açıdan baktığımızda Şemdinli sınavını sadece hükümet, medya ve yargının değil toplumun ve sivil örgütlenmelerin de kaybettiğini görüyoruz. Bu olayda Şemdinli halkının "öğretici direniş örnekliğine" rağmen sıcağı sıcağına verilmesi gereken tepkiler son derece cılız kalmıştı. Dava süreci ise bazı istisnalar hariç bu kesimin gündemine bile gelmedi.

Merkezinde askerin yer aldığı oligarşik nitelikli sistemin aşılması noktasında bağımsız kimlikli toplumsal bir muhalefet bilincinin örgütlenmesi giderek daha da belirginleşen bir zorunluluktur. Siyasetin "oligarşinin dümen suyundan gitme sanatı" olarak görüldüğü bir ülkede siyasetçiden bu nevi sembolik olayların üzerine gitmesini beklemek fazlasıyla iyimser bir beklenti olacaktır. Ancak bu, bu işin siyasilerin görevi olmadığı anlamına gelmez. Bu sorumluluk elbette siyasilerin sorumluluğudur ve bizler de siyasete bu sorumluluğunu hatırlatmak, sorumluluğunu yerine getirmediğinde hesap sormak durumundayız. Bunu bir vakıa olarak bir köşeye koyalım. Ama özellikle altı çizilmesi gereken halkın sorumluluğu ve köklü bir değişimin yol haritasının çıkarılması. Bu yol haritasının öncelikli ve etkili aktörü bilinçlendirilmiş bir toplum olmalıdır. Bu noktada İslami hareketin devreye girmesi gerekmektedir.

Çürümüş, kokuşmuş yapı yerine adalet sisteminin hakim kılınması buna bağlıdır. Müslümanların adil şahitler olarak çağa ve topluma tanıklık etme sorumlulukları, bu konularda inisiyatif almalarını gerekli kılmaktadır. Bu inisiyatif alış, İslami harekete toplumsal temsiliyet misyonunu kazandıracağı gibi tevhidin sosyalleştirilmesi için de önemli bir açılım olacaktır.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR