1. YAZARLAR

  2. Ali Değirmenci

  3. Sanat, Hayat ve Müslümanlar

Sanat, Hayat ve Müslümanlar

Ağustos 2004A+A-

"İnsanlar edebi eserleri değerlendirirken, dimağlarında hiçbir inanışla ilgisi olmayan ayrı bir bölmeyi mi kullanırlar?" diye sorar T. S. Eliot, "Din ve Edebiyat" başlıklı yazısında. Ona göre, gerçekten büyük diye nitelendirilebilecek bir yazar, belli bir din şuuru içinde olduğu halde, onu uluorta vaz etmeyendir.

İnsanlık tarihi kadar eski bir geçmişe sahip olan sanatın anlam ve estetik alanı, işlevi, görevi ve insani karşılığı konusundaki tartışmalar, antik çağlardan beri devam edegelmiştir. Eski Yunan'da sanatın eğlendirici mi yoksa eğitici mi olduğu yönündeki tartışmalar, daha sonra sanatın toplum için mi yoksa sanat için mi olduğu tartışmasına evrilmiştir. Gelinen süreçte, sanatın salt estetik bir olgu olarak mı kalması gerektiği yoksa toplumsal ve ideolojik mücadelede bir araç mı olacağı problemi üzerinde yoğunlaşılmıştır.

Kuşkusuz ister egemen söylemden etkilensin isterse ona muhalif bir yaklaşım eşliğinde biçimlensin, varlığı ve var oluşu açıklamaya, yorumlamaya, onun izdüşümlerini yansıtmaya çalışan bütün girişimler ya da onlara getirilen eleştiriler, önermeler, sonuçta bir dünya görüşünün uzantısı olarak açılım kazanmaktadır. Bu açıdan bakıldığında ifade edilsin ya da edilmesin sanata ve onun mahiyetine ilişkin tartışmaların kendisi de başlangıçtan beri en az sanat kadar felsefi/ideolojik bir zeminde ortaya çıkmakta; temelde belli bir felsefenin ve dünya görüşünün ürünü olarak belirginlik kazanmaktadır. Nitekim bir örnek olması hasebiyle "sanat sanat içindir" akımı ele alındığında bu anlayışın romantizmle ilgili olarak Fransız devrimi sonrası burjuva düzeninde, amacı toplumu incelemek ve eleştirmek olan "gerçekçilik"le birlikte doğduğu görülecektir. O dönemde "sanat için sanat" burjuva sınıfının yararcılığına, karanlık işlerle uğraşmasına bir karşı çıkışı ifade etmekteydi. Her şeyin satın alınabilir bir meta haline geldiği bir ortamda, sanatçının "meta" üretmeme kararından doğan bir tutumdu bu. Bununla birlikte yine de bu tutum, tıpkı "bilim için bilim"de olduğu gibi tek kolla kapitalist düzenden kopmanın aldatıcı çabasını yansıtmakta ve bir anlamda, o düzenin "üretim için üretim" ilkesinin doğrulanması olarak ortaya çıkmaktaydı.

Sanat her şeyden önce insani bir eylem biçimini ifade etmektedir. Nitekim Arapça bir sözcük olan sanat "yapmak, düzenlemek, düzene koymak, üretmek, çalıştırmak ve işletmek" gibi anlamlara gelmektedir. Aynı şekilde sanatın Batı dillerindeki karşılığı olan "art" sözcüğü de benzer anlamları içermektedir. Sanatın nasıl bir eylem biçimi olduğu sorulduğunda, buna onun, "belli bir form ve içeriğe sahip yaratıcı bir estetik eylem" olduğunu söyleyerek cevap vermek mümkündür. Öyleyse, ne türden olursa olsun sanatın sonuçta bir eylemi (ameli) ifade ettiği gerçeğinden hareketle, Müslümanların başka eylemlerinde olduğu gibi sanatsal eylemlerde de vahyi sınırlar içerisinde kalmak gibi bir yükümlülükleri olacaktır.

Şüphesiz sanatı diğer eylemlerden ayıran şey, onun belli bir form ve içeriğe sahip olması yanında, estetik bir eylem biçimi olmasıdır. Hatta denilebilir ki, bu "güzel olma" yönü sanatın mahiyetini belirleyen en önemli boyutudur. Zira güzel ve etkileyici olmayan, insanda bu bağlamda bir karşılık bulmayan ve belli bir estetiğe sahip bulunmayan bir sanat yapıtından söz etmek olası değildir. Herhangi bir çalışmanın sadece doğru olması bir sanat yapıtının ortaya çıkması için kesinlikle yeterli değildir. Onun aynı zamanda güzel olması gerekmektedir. Aksi halde sanattan ne bekleniyorsa o beklenen şeylerin gerçekleşmesi söz konusu olamayacaktır.

Her ne kadar resim, sinema, müzik, roman gibi sanat formlarının İslamiliği sorunu sanatın içeriğine kıyasla ikinci planda kalsa da, formu da oluşturan sonuçta belli bir felsefe olduğundan bu konu İslami perspektiften önem arz etmektedir.

Kendisine dinin propagandasını yapma, dini düşünce ve duyguları vazetme görevi yüklenmemesi gereken sanatın, form ve içerik olarak, dinin doğasına saygı duyma, onun ilke ve değerlerini, ondan kaynaklanan ahlak normlarını incitmemesi noktasında da duyarlı olması beklenir. Sözgelimi insanın fıtratına ters düşen, yabancılaşmayı getiren, cinselliği teşhire dayanan ve kapitalist yaşam biçimini daha başlangıçta öngören bir sanat formunun İslam'a uygun olduğunu düşünmek mümkün değildir. Bu nedenle Müslümanın herhangi bir sanat formunu seçişinde bu hususa dikkat etmesi gerekmektedir. Bununla birlikte bu konunun doğru bir temelde ele alınması da zorunludur. Aksi halde meşru bir sanat formunu kötülemek, uluorta reddetmek gündeme gelebilmektedir. Nitekim bazı geleneksel yaklaşımlar resim, heykeltıraşlık ve müzik gibi bazı sanat türlerini İslam dışı bulabilmektedir. Oysa bu sanat dallarıyla ilgili herhangi bir yasaklamaya Kur'an'da rastlanmamaktadır. Üstelik bunların salt form olarak Kur'an'ın ruhuna aykırı olduğu da görülmemektedir. Aksine Kur'an, cinlerin Hz. Süleyman'a heykeller yaptığını bildirerek bunu onun gücüne ve kendisine verilen nimete bir örnek olarak zikretmektedir.

Hangi formda olursa olsun sanat, bir içeriğe sahiptir ve belli bir konu ve gaye üzerine kuruludur. Müslüman, başka eylemlerinde olduğu gibi sanat eyleminde de vahyin ilkeleriyle kayıt altındadır. Bu nedenle ister estetik kaygılar adına isterse orijinallik adına olsun vahye karşıt bir sanat aktivitesini gerçekleştirmek bir Müslüman açısından makbul addedilemez.

Kur'an batıla dayalı sanat icracılarını şiddetli bir biçimde eleştirmektedir. Şuara suresinde bu konuyla ilgili olarak şöyle denilmektedir:

"Şeytanların kime ineceğini size haber vereyim mi? Onlar her günahkar yalancıya inerler. O yalancılar (şeytanlara) kulak verirler, çokları da yalan söylerler. Şairlere gelince onlara da azgınlar uyar. Baksana onlar, her vadide şaşkın şaşkın dolaşırlar. Ve onlar yapmayacakları şeyleri söylerler. Ancak inananlar, iyi işler yapanlar, Allah'ı çokça ananlar ve kendilerine zulmedildikten sonra üstün gelmeye çalışanlar böyle değildir. Zulmedenler, yakında nasıl bir devrime uğrayıp devrileceklerini bileceklerdir."

Burada bazılarının iddia ettiği gibi Kur'an, bir sanat formu olan şiiri yasaklamamakta ve şairi İslam toplumundan sürgün etmemektedir. Ayetler dikkatlice incelendiğinde görülecektir ki, Kur'an o günkü müşrik şairlerin kendi hevalarına ve batıla uymaları nedeniyle azgınlık içerisinde olduklarını ifade etmekte ve böylece onlara kendileri gibi olan azgınların uyduğunu belirtmektedir. Onlar aynı zamanda, güzelliğe, aydınlığa, hakka yönelmemekte; kirli vadilerde şaşkın şaşkın dolaşmaktadırlar.

Birçok kimsenin yerli yersiz gündeme getirdiği bu konuyla ilgili olarak şu hususu da belirtmekte yarar vardır: Kur'an'ın eleştirdiği bu şairler, nüzul ortamı ve zamanı da düşünüldüğünde, sanatçı özellikli insanlardan çok, İslam düşmanlığını şiir gücü eşliğinde yaygınlaştırmaya çalışan, vahye karşı "karşı-propaganda" faaliyetlerine öncülük eden kişilerdir. Egemen oligarşinin borazanlığını yapan ve kimi zaman da parayla tutulan bu etkin kişiler, günümüzdeki tabiriyle, "satın alınmış medya" görevini ifa etmekte, yapmayacakları şeyler ve yalan sözlerle gündem oluşturmaya ve insanları saptırmaya çalışmaktadırlar. Yani Kur'an'daki eleştirinin doğal bağlamı, bu açıdan, direkt olarak şairlerle ya da sanat olgusuyla ilgili değildir. Diğer taraftan İslam peygamberi şairlere bizzat kendisi değer vermiştir. "Kaside-i Bürde" adıyla meşhur olmuş şiiri dolayısıyla Ka'b bin Züheyr'e hırkasını hediye ettiği ve Hasan bin Sabit'in "peygamber şairi" olarak tanındığı; savaşlarda, düğünlerde ve diğer önemli günlerde bizzat kendisinin şiir söylenmesini teşvik ettiği bilinmektedir

Bir dünya görüşüne bağlanan, bir inanç sistemiyle kendini kayıtlı gören bir insanın sanat alanında da belli bir dikkat, incelik ve duyarlılık sahibi olması, kuşkusuz kimsenin yadırgayamayacağı bir durumdur. Kendini Müslüman olarak nitelendiren insanların da bu konuda daha titiz, daha bilinçli ve olgun olmaları beklenir. Zira sanatçıların da akıbeti ve ahireti vardır ve bunu önemsemek insana ancak onur ve değer katar.

Ancak günümüzde, sanatla uğraşan insanların adeta bütün düşünsel ve ideolojik yaklaşımlardan soyutlanmış, kimliksiz ve hatta kişiliksiz bireyler olması gerekiyormuş gibi bir kanı yaygınlaşmaktadır. Kişinin duygu ve düşüncelerini, hayattan devşirdiklerini, inanç atmosferinden süzülen bazı izdüşümlerini yapıtına yansıtması bir yana sanatçının bizatihi bir duruş sahibi olması, ürettiklerine yansıtmasa bile bir dünya görüşüne bağlanması bile eleştirilebilmektedir.

Bu noktada iki ucu da sakat yaklaşımlara açılan, biri sanatçıyı diğeri sanatı yıpratıp yozlaştıran ve İslami çevrelerde de genelgeçer bir hüviyet kazanmaya başlayan iki olumsuzluktan söz edilebilir: Birincisi, sanatı ve sanatsal enstrümanları salt ideolojik propaganda aracı olarak gören, sanatı estetik doğasından ve temel niteliklerinden koparan, ona sanat dışı işlevler yükleyen yaklaşımdır. Bu yaklaşım; sahip olduğu değerleri, dini/ideolojik argümanları, mücadelesini ve dünya görüşünü oluşturan ilkeleri sanatın etkisinden, olanaklarından, gücünden yararlanarak insanlara aktarmayı öne çıkarmaktadır. Slogancılıkla, pragmatizmle, parti edebiyatı yapmakla, sanatı nesneleştirmekle/güdükleştirmekle suçlanan bu yaklaşımı anlamak, çıkış noktasını kavramak belki mümkündür. Nitekim bu anlayışa tarih boyunca her kesimden, her ideolojiden insanın başvurduğu da rahatlıkla görülebilir. Ancak bu yaklaşımın kendini mutlak doğru olarak dayatıp kutsaması, sanatla ilgili başka yaklaşım ve etkinliklere saygı duymaması, sanatın ancak bu eksende gerçekleştirilebileceğini savunması, sanatı sığlığa, başkalaşmaya itmekte, okuyucuyu/izleyiciyi tereddüde boğmakta ve olumsuz sonuçlara yol açmaktadır. Tartışmaya açık olmakla birlikte sanatın olanaklarından, zenginliğinden, etkileme gücünden belli ölçülerde iyi niyetle yararlanmaya çalışmak başka bir şeydir, bu eksende ortaya konanları gerçek sanat yapıtı olarak sunmak ve başkalarına sırtını dönmek; hatta başka anlayış ve ürünleri uluorta kötüleyip karalamak, yok saymak başka bir şeydir.

Tüketim kültürünün, benmerkezcilik ve konformizmin, küresel kirlenme ve yozlaşmanın, kimliksizlik batağının öne çıkarıp yaygınlaştırdığı ikinci olumsuz yaklaşım biçimi ise sanatı inançtan, yaşamdan, siyasetten büsbütün yalıtan yaklaşımdır. Bu yaklaşım biçimi sanat yapıtını bir değer, anlam, tez ve istikametten uzak tutmasının ötesinde; sanatçının bir duruş, kimlik, ahlak ve iddia sahibi olmasını bile yadırgamakta, küçümsemektedir.

Sanatı bir başka amaçla kutsayan, her şeyin önüne koyan, onun doğasını başka bir izlekte zedeleyen bir yaklaşımdır bu. Sanatçının neyi, nasıl, ne ölçüde başardığını öncelemek yerine, niçin belli bir içerikte yoğunlaştığını sormakta, kendi öznelliğini başkalarına dayatmaktadır. Kimi zaman toplumsal bozulmaya, piyasa koşullarına, ahlaki değerleri iğdiş edilmiş, mıncıklanmış bireyleri kışkırtmaya, ayartmaya da teşne olan bu anlayış; yozlaşma ve baskı ortamlarında daha da yaygınlık kazanmaktadır. Bu eksende toplumu kompartımanlara bölmek sakıncalı olsa da son süreçte birçok Müslümanın da ideolojik olandan kaçmada, egemen kültürel kodlara entegrasyonda, başkalarının beğenisi kazanmak ve eski duruşunu terk etmek için edebiyata, sanata yöneldiğini/sığındığını; sanata böyle değer yitimiyle yaklaşıldığını gözlemlemek mümkündür. İlginçtir ki edebiyatla, sanatla ilgilenmek, bu bağlamda, başkalaşıp değişmenin, daha rahat ve keyfi davranmanın, dünyevileşmenin, ahlaki/dini/ideolojik yükümlülükleri sulandırmanın adresi olarak görülebilmektedir. Bu alan, bütün hafiflikleri, çılgınlıkları, bohem özentilerini ve savruluşları –kimi zaman avangartlık ve orijinallik adına da olsa- içselleştiren, doğrulayan hatta öneren bir melce gibi algılanmaktadır.

Hangi kesimde, hangi nedenle ve ne adına olursa olsun, bu yaklaşım hiç kuşkusuz bir "çözülme"dir. Bu bağlamda, adeta edebiyat çözülmeye katkıda bulunmakta, çözülenlerin edebiyata tutkusu ise daha bir görünürlük kazanmaktadır.

"Çözülme"yi politik bir kavram olarak kullandığımızda, bununla kastettiğimiz, her şeyden önce "varlığa ve var oluşa bakışını, amacını ve bunlarla birlikte bütünlüğünü yitirmişlik hali"dir. Genelde bireysel bir tavır farklılaşması, bireysel bir savrulma hali olarak politikleştirilen çözülme olgusu, gerçekte toplumsal bir vakıadır. Çözülmenin bir sonucu olarak ortaya çıkan bireyselleşme hali; toplumsal dokudan, organik ilişkiler ağından ayrışan "birey-tipler" ürettiği için, çözülmüşlük, bireysel bir olgu olarak öne çıkmıştır.

Bir benlik parçalanması, bir kimlik ve perspektif yitimi, bir kırılma olarak önce zihinlerde yer edinen çözülme hali, çoğu kez fiziksel koşulların ortaya çıkardığı ve bu koşulların baskısının ağırlaştığı oranda da mesafe kat eden bir süreçtir. Gardını düşüren bir boksörün ringde dönüp durarak zaman kazanmaya çalışması gibi, çözülen birey de zihinsel kopuşun sarsıntısını hafifletmek için zamana gereksinim duymaktadır. Sosyal vakıadan, toplumsal ilişkilerin yakıcı, kuşatıcı sıcaklığından uzaklaşmak, kendisiyle girişeceği hesaplaşmadan kaçmak için çabalamaktadır.

Çözülme, her şeyden önce bir anlam ve amaç bulanıklığını beraberinde getirmektedir. Politik tercihlerden estetik beğeniye, kültürel sahiplenmeden kişisel yaşantıya kadar her yönelimde kendi hissettiren bu olgu, son çözümlemede duruş sıkıntısına ve hedef yoksunluğuna yol açmaktadır. Gerçi, çözülen insanın da kendine göre bir hedef tayininde bulunduğu söylenebilir. Ancak bu türedi hedef de "çözülmüş bir hedef" ya da "çözülmenin hedefi"dir.

Çözülmüş bir zihinsel işleyiş, indirgemeci mekanizmalar geliştirerek toplumsal damarların akışkanlığından uzak durmaya özen gösterir. Bu yüzden sanat anlayışındaki yönelimi de sakatlıklarla dolu olacaktır. Duruş ve tez sahibi olmak, bilinç yüklemek, yozluk ve çirkinliklerden uzak durmaya çalışmak gibi duyarlılıklar, son tahlilde "bayağı" işler kabilindendir. Çözülmenin dinamiği, bireysel var oluşu her türlü kimliklilik ve toplumsallığın üzerine çıkartır.

Başta da söylediğimiz gibi sanatın ve daha özelde edebiyatın işlevini belirleyebilmek, üzerinde tek bir görüşe varabilmek, nesnel ölçütler çerçevesinde onu kolektif bir tanıma ulaştırabilmek neredeyse imkansız bir uğraştır. Çağlar boyunca edebi akımların, edebiyat kuramlarının ortaya çıkışı, bunca çeşitlilik arz etmesi de bir bakıma sanatın işlevi ve "ne için"liği konusunda genelgeçer kabullerin oluşamamasıyla bağlantılıdır. Bir edebi metnin değerlendirilişinde kullanacağımız ölçütler, değer yargılarımızı ve beğeni kıstaslarımızı oluşturan duygusal ve düşünsel serüvenimizden ne kadar bağımsız olacaktır? Zihinsel birikimlerimizi, duygusal salınımlarımızdan soyutlamamız olanak dahilinde midir? "Güzellik" yargısını kavrayış sürecimizi etkileyen faktörler arasında, toplumsal taleplerimizi nereye oturtmamız gerekecektir? Bu sorular çoğaltılabilir; ancak sonuçta bunlar da nesnellik kaygısından uzak bir bakışla sorulmuş sorulardır. Özneldirler ve verilecek yanıtlar da öznel olacaktır.

Ancak buradaki öznellik, bir olumsuzluk olarak ele alınamaz. Çünkü bizim bakış açımızdan, bir Müslümanın sahip olduğu kimlik, onun yapıp etmelerini olduğu gibi, hissedip düşündüklerini de belirleyici, etkileyici bir rol oynamak durumundadır. Dolayısıyla, Müslümanca bir bakışın aydınlattığı alanda, edebi eserin işlevi de bu eksende tartışılacaktır. Buradan, Müslüman bir edebiyatçının yapıtında estetik öğeleri içselleştirmesinin ikinci palanda kalması gerektiği yargısına varılmamalıdır. Çünkü estetik olanı öne çıkarmayan bir yapıtın edebilik iddiası, kof bir iddiadır. O yapıt bilimsel, felsefi veya sosyolojik bir yapıt olabilir; ama edebi yapıt olamaz. Edebiyatın kendine özgü dinamikleri yok sayılarak üretilen yapıtlar, salt aktardığı tez ve yüklediği bilincin yoğunluğu göz önünde tutularak değerlendirildiğinde, bambaşka kategoriler ortaya çıkar.

Üzerinde durulması gereken bir nokta da, edebiyatın çözülmeye kaynaklık edip etmediği sorunudur. Aslında bu nokta, yukarıda ifade edilenlerden bağımsız bir şey değildir ve edebiyata yüklenen işlevin ne olduğuyla bağlantılı bir konudur. Günümüzde sayıları her geçen gün artmakta olan edebiyat ve sanat dergilerinin hangi boşluğu doldurmak için birbirleriyle yarıştıklarına dair anlamlı bir cevap bulabilirsek, edebiyata yüklenen işlevin ne olduğunu daha rahat kavrayabiliriz.

Türkiye'de yaşanan darbe dönemlerinin ardından depolitizasyon sürecine koşut olarak kültürel, sanatsal etkinliklerin, edebiyat çalışmalarının sayısal anlamda gelişmiş olduğu bir gerçektir. Çözülmenin çoğu kez, fiziksel koşulların ortaya çıkardığı ve bu koşulların baskısının arttığı oranda mesafe kat eden bir süreç olduğunu göz önünde bulundurursak, darbe dönemi depolitizasyon kıskacının çözülmeyi beslediğini tespit ederiz. Bu ortamda, sakin ve güvenli bir liman işlevi gören edebiyatın kıyılarına demir atmak, ilk etapta bir zorunluluktan kaynaklansa da demir alma vaktinin bir türlü gelmediği ve bu kıyılarda yaşam sürmenin meşruiyetine teorik zemin hazırlandığı bir vakıadır. Bu teorik zemin; baskı politikalarına, egemen güç odaklarıyla hesaplaşmaya ve sağlıklı bir duruş sergilemeye evrilemediği için, edebiyata yüklenen işlev depolitik, bireyci, kendini inkarcı, bunalımcı ve çözülmüş bir misyon olarak içselleştirilmektedir. Böyle bir vasatı oluşturmada, edebiyatın bizatihi bir rolü yoktur. Edebiyatı korkaklık ve kirlenmenin kalkanı kılarak, onun arkasında, kırılan ruhunun parçalarından dökülen kırıntılarla yaşamayı seçenlerin acıklı hikayesidir bu vasatı oluşturan.

Sanatla uğraşmak da son çözümlemede bir eylemlilik halidir. Ve sanatsal anlayış ve ürünler vahiy gibi "iletilen" bir şey değil "üretilen" bir şeydir. Kimi zaman en çirkininden tavırlar ortaya koyanlar, "edebiyat mızrakçılığı" yapanlar, sonuçta, sadece kendilerini değil ne yazık ki iyi kötü bize ait olan "mahalle"mizin de kötülenmesine, kirlenmesine neden olmaktadırlar.

Kimlik ve kişilik sahibi olmak, çalışkanlık, dürüstlük, disiplin ve üretim, bütün alanlarda olduğu gibi sanatçılar için de bir meziyettir. Hiç değilse bunlar somut ölçülerdir ve başkaları gibi sanatçıları da en azından bu hususlarda saygıya değer kılabilir. Sanat ne sadece"marş türünden heyecanlar havalar çalmak"tır ne de çözülüp kendini inkar etmek, bunalımlı olmayı süblime etmektir. Ne hemşehricilik yaklaşımlarıyla yürür ne de lobicilik faaliyetleriyle. Babadan oğula miras da kalmaz. Bir duruş ve anlayış billurluğuna ulaşmadan bir öbek, bir birliktelik oluşturmayı "çetecilik" zannedenler de genelde birbirlerine düşmektedirler. Oysa sanatçılar olumsuzlukları ve önyargıları anlamada ve aşabilmede daha duyarlı, metanetli ve kişilikli davranabilmelidirler. Bir insan kişiliksiz olduktan sonra dünyanın en güzel şeylerini de üretse bu fazla bir değer ifade etmez. Necip Fazıl, Sezai Karakoç, Cahid Zarifoğlu, Nuri Pakdil gibi şahsiyetlerin -her insanda bulunabilecek kimi olumsuzluklarına karşın- bugün dost düşman herkes tarafından önemsenmeleri, değerli bulunmaları her şeyden önce bir duruş ve kişilik sahibi olmalarındandır.

Müşterisi az, müştekisi çok olsa da, yaşadığımız ülkede, yıllardır iyi sanatçıların çıktığı, iyi yapıtların ortaya konduğu yerli yabancı herkes tarafından kabul edilmektedir. Ürünlerinin içeriği, niteliği tartışılabilir olsa da kendini ve yapıtını metalaştırmayan, işini seven, önemseyen ve güzel şeyler ortaya koyan insanlar da var bu ülkede. Kirli vadiler, şaşkın şaşkın dolaşanlar, vadisizler, müteşairler, goygoyculuk yapanlar her ülkede olur. Aynı zamanda, azaltmak mümkün olsa bile önyargıları, sakat yaklaşımları yok etmek de mümkün değildir. Başta da belirttiğimiz gibi bir eylemdir, bir ameldir sanat. Kötü de güzel de olabilir. Önemli olan, gerçekten hak edilmiş bir mükafata ulaşmak için çaba sarf etmek, çıtayı yükseltmektir.

Yoksa "işin sadece edebiyatını yapmak" herkes için kolaydır.

Kaynakça

T. S. Eliot, Edebiyat Üzerine Düşünceler, Ankara 1983

Nejat Bozkurt, Sanat ve Estetik Kuramları, İstanbul 1995

Sanat Nedir, Tolstoy, İstanbul l995

Murat Belge, Edebiyat Üstüne Yazılar, İstanbul 1994

Engin Akyürek, Ortaçağdan Yeniçağa Felsefe ve Sanat, İstanbul 1994

Ernest Fischer, Sanatın Gerekliliği, İstanbul 1980

Nedim Gürsel, Başkaldıran Edebiyat, İstanbul 1997

Beşir Ayvazoğlu, İslam Estetiği, İstanbul 1992

Ali Bulaç, İnsanın Özgürlük Arayışı, İstanbul 1990

Georgi V. Plehanov, Sosyalist Açıdan Toplum, Sanat, Eleştiri, İstanbul 1999

Enis Batur, Şiir ve İdeoloji: Çağdaş Batı Yazını Üzerine Denemeler, İstanbul 1979

İsmet Özel, Tahrir Vazifeleri-III, İstanbul 1992

Bir Uygarlık Tasarımı Olarak Diriliş, Özel Sayı, Hece 73, Ankara 2003

Düşünsel, Entelektüel, Muhalif Bir Tasarım Olarak Edebiyat Dergisi ve Nuri Pakdil, Özel Sayı, Hece 85, Ankara 2004

Ahmet Mayalı, Edebiyat ve Çözülme, Haksöz 74, İstanbul 1997

Ömer Mahir Alper, Sanat ve İslami Mücadeledeki Yeri, Haksöz 88, İstanbul 1998

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR