1. YAZARLAR

  2. Rıdvan Kaya

  3. Ortadoğu’da İntifada Toplu Bir Muhasebe Denemesi

Ortadoğu’da İntifada Toplu Bir Muhasebe Denemesi

Ocak 2012A+A-

Ortadoğu’yu sarsan isyan dalgası bir yılını doldurdu. 17 Aralık 2010 tarihinde Tunus’un Sidi Buzeyd kentinde alev alan ateş kısa sürede tüm bölgeye yayıldı. Önce Tunus, ardından Mısır ve Libya’da iktidarların çökmesine yol açan devrim çapında hareketlilik halen despotik iktidarların korkulu rüyası olmayı sürdürüyor. Şüphesiz devam eden hareketliliğin önümüzdeki süreçte ne tür sonuçlara yol açacağı hususunda net tahminlerde bulunmak kolay değil. Bununla birlikte yaşanan süreç karşı karşıya olduğumuz alt üst oluşun genel bir muhasebesini yapmak için yeterli bir zaman dilimi sayılabilir.

Kim Planladı?

Öncelikle tüm bu hareketliliğin öngörülmeyen, beklenmeyen bir gelişme olarak ortaya çıktığını tespit ederek başlayalım. Tunus’ta başlayıp diğer bölge ülkelerine yayılan ve Mısır’da Mübarek diktasının çöküşüyle ivme kazanan protesto dalgasının tahmin edilen bir durum olmayıp, spontane bir hareketlilik olduğu açık.

Bu tespit, bilhassa birilerinin olayların meydana gelmesinden sonra oturup tüm bu hareketliliğin arkasındaki güçleri, planlayıcıları hatta tarih vererek çok ayrıntılı biçimde ortaya koyma gayretkeşliklerinin saçmalığını görmek açısından önemli. “Biz demiştik!”, “Zaten belliydi!”, “ABD’li şu yetkili, şu tarihte ipuçlarını vermişti!” türünden sözler olguların gerçekçi bir analizine değil, daha çok kof böbürlenme ya da komploculuk illetine tekabül etmektedir.

Şüphesiz tüm bu olup bitenin önceden planlanmamış oluşu bizi her şeyiyle kendiliğinden gelişen olaylar zinciriyle karşı karşıya olduğumuz sonucuna vardırmamalı. Aynı şekilde yaşananların bütünüyle belli güç merkezlerinin kontrolünde seyrettiği şeklindeki evhamlı tezlerin temelsizliği de emperyalistlerin gelişmeleri kontrol altına almaya, yönlendirmeye çalıştıkları gerçeğini reddetmeyi gerektirmez.

Bununla birlikte kısa bir süre içinde tüm bölgeyi sarsan devasa çapta hareketliliğin bölgenin ve bu bölgede yaşayan halkların kendi dinamiklerinden kaynaklandığı, zaten on yıllardır süregelen diktatörlük rejimlerinin ciddi bir nefret birikimine yol açtığı ve benzeri şartlar ile ortak kültüre sahip halkların birbirlerinden etkilenmelerinin anlaşılabilir bir şey olduğu da gözden kaçırılmamalıdır.

Siyasal-sosyal bir olayı açıklarken “Neden şimdi?” sorusu anlamlı bir soru olmakla birlikte, bu sorgulama statüko sahiplerini mutlak belirleyici, halk kitlelerini ise iradesiz yığınlar şeklinde değerlendirme yanlışına zemin teşkil etmemelidir. Ve ayrıca da öfke patlaması şeklinde seyreden toplumsal hareketlerin çoğu zaman “uygun an”ı kollayan dalgalar şeklinde geliştiği gerçeği de görmezden gelinmemelidir.   

Domino Etkisi

Tunus’ta 23 yıllık Zeynel Abidin Bin Ali rejiminin kısa sürede yıkılması çok uzun yıllardır baskı ve şiddet politikalarıyla susturulmuş Mısırlıları cesaretlendirmiş ve “Tahrir süreci” ile birlikte tüm bölge fokurdamaya başlamıştır. Tahrir pratiği birkaç nedenden ötürü sonraki gelişmeler üzerinde çok etkili olmuştur.

Öncelikle, gerek tarihsel derinliği gerekse de nüfusu itibariyle Mısır’ın Arap dünyası üzerinde belirleyici bir yeri vardır. İlaveten, buradaki görece serbestlik ortamı sayesinde uluslararası medya Tahrir Meydanı’nı günlerce tüm dünyaya an be an aktarmış, bu durum bir diktatörlük düzeninin çözülüşüne canlı yayınlarda şahitlik eden Ortadoğu halklarını derinlemesine motive etmiştir. 31 yıllık Mübarek rejiminin birkaç hafta içinde çökmesi, bölge halkları arasında “tekrarlanabilirlik”  algısını öne çıkartmış; on yıllardır sindirilmiş, susturulmuş kitlelerde muhatap oldukları dikta rejimlerinin de yıkılabileceği inancını güçlendirmiştir.

Yani 2011 yılında Ortadoğu’da yaşanan hareketliliğin en önemli özelliklerinden birinin sirayet edici niteliği olduğunu söyleyebiliriz. Gerçekten de hareketliliğin çapının büyüklüğü dikkat çekicidir. Ortadoğu’da tek tek ülkeler bazında zaman zaman kitlesel protesto eylemleri, kalkışmalar, isyan benzeri hareketlilikler yaşanmıştır elbette. 1978-79’da İran Devrimi, 1987-88’de Filistin İntifadası ve 2003 Irak işgali süreçlerinde görüldüğü üzere, bölgenin genel bir hareketlilik içine girdiği dönemlere de şahit olunmuştur. Ne var ki, bunların hiçbirinde yaşadığımız sürece benzer çapta bir yaygınlık ve kitlesellik yakalanamamıştır.

Tanımlarken Yönlendirmek

Bu noktada söz konusu devasa hareketliliğin tanımlanması, adlandırılması sorununa değinmekte fayda var. Başından itibaren süreç bilhassa uluslararası medya tarafından “Arap Baharı” kavramıyla ifade edilmiş ve bu tanımlama yer yer sürecin aktörleri de dâhil olmak üzere genel bir kabulle karşılanmıştır. Oysa bu tanımlama başından itibaren karşı çıkılmayı hak etmektedir.

Bu iki açıdan gereklidir. Evvela, devasa halk hareketliliğini etnisite ya da milliyet çağrıştıran bir kavrama sıkıştırmak anlamında “Arap” sıfatı gereksiz ve yetersizdir. Hareketliliğin yaşandığı coğrafyanın genel olarak Arap halklarının yaşadığı bir bölge olduğu doğrudur ama bu süreç Berberilerden Kıptilere, Kürtlere kadar farklı halkları da içermektedir. Ayrıca da “bahar” kavramı göründüğü kadar masum olmayıp, Batılıların “Prag Baharı” tanımlamasından mülhemdir ve yaşanan alt üst oluşu Batılı ideolojik çerçeve içinde konumlandırma çabasına hizmet etmektedir.

İşte bu kaygılarla başından itibaren süreci “Ortadoğu İntifadası” şeklinde tanımlama gayreti serdedilmiştir. Bununla hem bölgenin en önemli dinamiği olan Filistin direnişine gönderme yaparken, aynı zamanda halk hareketliliğinin özgün niteliğine ve İslami karakterine dikkat çekmeye çalışılmıştır.

Bir yıldır yaşanan bu geniş çaplı halk hareketlerinin İslami bir niteliğe sahip olup olmadığı konusu yoğun bir tartışma konusudur. Ortadoğu’yu sarsan halk hareketlerine ne ölçüde İslami bir kimlik ve nitelik atfedilebileceği sorusunun cevabı ise hareket içinde yer alan kitlelerin hedefleri, yığınları harekete geçiren organizasyonların kimliği, devrilen ya da devrilmeye çalışılan rejimlerin yerel ve küresel düzeyde yüklendikleri işlevlerle bağlantılıdır.

İntifadanın İslami Niteliği

Açıkçası “Ortadoğu’da yaşanan hareketliliği genel manada ‘İslami hareket’ olarak tanımlayabilir miyiz?” sorusuna olumlu bir cevap veremeyiz. Çünkü en temelde diktatörlük rejimlerine başkaldırı şeklinde gelişen bu hareketlerin tek ve kuşatıcı bir ideolojik kimlikle temsil edilmediği açıktır. Farklı taleplere sahip, farklı ideolojik kesimler “dikta düzenine karşıtlık” ortak paydasında buluşmuşlardır.

Bununla birlikte “Bu halk hareketlerinde İslami kimlik ve taleplerin yeri nedir?” diye sorulduğunda ise gerek örgütlenme ve kadro düzeyinde İslami hareketin ağırlığının gerekse de kitlesel düzeyde İslami taleplerin yaygın ve belirleyici bir konuma sahip olduğunu ise rahatlıkla söyleyebiliriz.

Tunus’tan Mısır’a, Libya’dan Yemen’e, Bahreyn’den Suriye’ye kadar her yerde, tek başına olmamakla birlikte, İslami hareket ve yapılar aktif biçimde protestoları yönlendirmiş, örgütlülükleriyle ve kitlesellikleriyle sürece ağırlıklarını koymuşlardır. Bu durum beklenmedik bir şey de değildir. Adı geçen ülkelerde ve tüm bölgede mevcut dikta düzenlerine karşı en örgütlü güç İslami muhalefettir. Kimi yerlerde yaşanan sistematik baskı, zulüm ve katliamlarla ezilmiş, geriletilmiş olmalarına rağmen İslami yapılar en örgütlü ve kitlesel muhalif kanal olma özelliklerini korumuşlardır. Zaten on yıllar boyunca sarf edilen onca çaba ve ödenen büyük bedeller göz önüne alındığında bu sonuç hiç de garipsenecek bir şey olarak görülemez!

Bu yönüyle intifadanın Ortadoğu’da gelişen hareketleri tanımlamak için en uygun kavram olduğu söylenebilir. Nasıl Filistin İntifadasında zulme karşı kıyam eden halk kitleleri içinde farklı ideolojik yönelimlerden insanlar bulunmakla birlikte, İslami hareket mensupları belirleyici bir rol üstlenmişlerse, bugün Ortadoğu genelinde yaşanan süreç de benzeri bir karaktere sahiptir.

Yaşanan şey bir İslam devrimi değil elbette ama İslami bir devrim için mıntıka temizliği olarak görülebilir. İslam devrimini “an” değil, bir “süreç” olarak algılayacak olursak en zorlu dönemecin aşıldığı rahatlıkla söylenebilir. Şüphesiz bugün Ortadoğu’da ayağa kalkan halk kitlelerinin pozisyonu, 1978-79’da İran’da gerçekleşen İslam Devriminde görüldüğü üzere talebini sadece diktatörlük düzeninin yıkılmasıyla sınırlamayıp, açık ve net biçimde İslami devletle taçlandıran halk hareketinden farklılık arz etmekte. İran’da “bağımsızlık”, “özgürlük”, “İslami cumhuriyet” şiarlarıyla harekete geçen halk hareketi karizmatik bir önderlik imkânına sahip bulunuyordu. Ortadoğu’da bugün gerçekleşen halk hareketleri ise bundan yoksundur.

Konjonktürel Farklılık

Ne var ki, bugün Ortadoğu ve dünya koşulları da 70’li yılların sonunda olduğundan pek çok farklılık arz etmekte. İran’da gerçekleşen İslam Devrimi sonrasında gerek uluslararası emperyalizm gerekse de yerel diktatörlük düzenleri İslami hareketlere karşı çok cepheli bir savaş yürüttüler. İran’da düştükleri hataya bir daha düşmemek için çok yönlü tedbirlere yöneldiler.

80’li yılların ilk yarısında Irak, Suriye, Mısır gibi ülkelerde; 80’li yılların sonuna doğru Tunus ve Cezayir’de; 90’larda Libya, Tacikistan ve Özbekistan’da ve yaklaşık otuz yıllık zaman zarfında daha pek çok ülkede baskıcı, zalim diktatörlüklerce kapsamlı tasfiye operasyonlarına girişildi. Gerek Batılı gerekse de Doğulu emperyalistlerin onayı ve desteğiyle İslami hareketler ezilmeye, sindirilmeye, vahşice yöntemlerle yok edilmeye çalışıldılar. 11 Eylül sonrasında ise adeta kural tanımaksızın İslami hareketlerin tasfiyesine yönelik çabalar hızlandırıldı, dizginsizleşti.

Bu tasfiye sürecinde İslami hareketler yok olmadılar ama bir hayli geri çekildiler, kadro kayıplarına uğradılar, en genelde de iktidar alternatifi olma konumundan epeyce uzaklaştılar. Kimlik düzeyinde yaşanan tartışma ve aşınmalar sürecin en olumsuz sonuçlarından biri olarak karşımıza çıktı. İnandırıcılık sorunu sadece hareketlerin muhatap olduğu kitleler düzeyinde değil, bizzat hareketin mensupları,  kadroları arasında dahi fikrî ve yapısal düzeylerde büyüyen bir sorun olmaya başladı. Sonuçta ise yalnızca örgütlülük noktasında değil, kimlik ve talepler açısından da geri çekilmeler yaşandı.

İşte 2010 yılının sonunda ortaya çıkan durumu değerlendirirken İslami hareketlerin, yapıların, çevrelerin geliştirdikleri politikaların en temelde böyle bir arka plana yaslandığını görmezden gelemeyiz. Burada tasvir etmeye çalıştığımız konjonktürün, büyük bir hareketliliğe sahne olan bölgede İslami oluşumları ister istemez sınırladığını, farklı muhalif kesimlerle ittifak arayışlarına yönelttiğini, kimliklerini baskın biçimde öne çıkartmaktan kaçındırdığını görmek zorundayız. Sürekli biçimde ezilmek, yok edilmek istenen oluşumların ayakta kalabilme refleksiyle zaman zaman sergiledikleri birtakım tavırların nedenini, arka planını, mahiyetini hoşumuza gitmese de eleştirsek de anlamak çok zor olmamalı!

İdeolojik kimliğimiz gereği ilkelerimizi, taleplerimizi sürekli biçimde önde tutmamız, aynı kimliği paylaştığımız kardeşlerimiz üzerinde de aynı duyarlılıkları görmek isteyişimiz doğaldır. Bu yönde gördüğümüz eksiklikleri gündemleştirmeye, kardeşlerimizi uyarmaya çalışmamız da gayet haklı bir tutum, hatta daha da ötesi sorumluluğumuzdur. Ne var ki, bu sorumluluğu ifa ederken fildişi kulelerden âleme nizam verme tavrı takınmamak ve kardeşlerimizin neler yaşadıkları hususunda en azından bir anlama çabası sergilemememiz de asgari bir ahlaki ilke olarak görülmelidir. Ayrıca hatalara dikkat çekmek ile hata yapanı silmek arasındaki farkın da fark edilmesi elzemdir.

Maalesef çoğu zaman bu mesafenin pek korunamadığı müşahede edilebiliyor. Bazı çevreler samimi niyetlerle de olsa Müslümanları ve ortaya koydukları çabaları çok kestirme bir yolla olumsuzlama, reddetme şeklinde tavırlar içerisine girebiliyorlar. Anlama, değerlendirme çabası yerini rahatlıkla mahkûm etme tavrına terk edebiliyor. Sonuç ise ümitsizlik, moral bozukluğu, Müslümanlara karşı güvensizlik, son kertede “bizden bir şey olmaz” duygularının yeşermesi oluyor. Oysa yaşadığımız çok yönlü kuşatmaya karşı dik durabilmesi, teslim olmaması gerekenler, hayata topyekûn bir mücadele perspektifinden bakması gerekenler için ümitsizlik ne kadar öldürücü bir duygu!    

Ataletten Kurtulmak Bizatihi Berekettir!

Sindirilmiş, susturulmuş bir coğrafyanın unsurlarıyız. Müslüman halklara musallat olmuş, atalet diye köklü bir sorunumuz, derin bir yaramız var. Ve işte böylesi bir vasatta Rabbimizin yardımıyla ardı ardına coğrafyamızda büyük alt üst oluşların, devasa bir hareketliliğin geliştiğine şahit oluyoruz. Gelişmeleri dikkatle izlemek ve elimizden geldiğince sürece aktif biçimde katkı sağlamak yerine kuşkucu, evhamlı bir ruh haliyle karamsarlık rüzgârları estirmek midir devrimcilik?

İlkeli olmak demek tüm dünyada Müslümanları sevindiren, heyecanlandıran gelişmelere “üzümün çöpü, armudun sapı” mantığıyla burun kıvırmak mıdır? Sahiplenerek geliştirmeye çalışmak, eksiklerine, zaaflarına dikkat çekerek daha olumlu, daha hayırlı bir yöne evriltmeye gayret etmek daha yakışan değil midir? Yoksa farklı coğrafyalardaki kardeşlerimizin kazanımlarının içinde bulunduğumuz etkisizliğe, kısırlığa, zayıflığa ayna tutmasından mı korkuyoruz?

İslam ümmetinin içine yuvarlandığı atalet halinden sürekli biçimde şikâyet ediyor, bu durağanlık ve suskunluğun ümmetin hayat damarlarını kuruttuğunu söylüyorduk. İşte şimdi karşımızda müthiş bir hareketlilik var, devingen bir ümmet gerçeği var! Ne gariptir ki, bu sefer de bazılarımız sanki kuşku sağanağına tutulmuş bir hal içindeler.

Diktatörlerin devrildiği Tunus ve Mısır’da ve gelişmelerden ders çıkarıp Kral’ın erken bir manevrayla anayasa değişikliğine gittiği Fas’ta ardı ardına yapılan seçimlerde İslamcı partilerin yakaladığı başarı ortada. Benzeri bir tablonun Libya’da tekrarlanacağı kesin. Suriye ve Yemen’de despotik iktidarların devrilmesi durumunda da İslami hareketlerin tek iktidar adayı olduğu biliniyor. Kısacası İslami hareketlerin sahip oldukları kitlesellik ve örgütlülükle bu coğrafyada iktidara en yakın güçler olduğu olgusal bir gerçek.  

Bu gerçeğe rağmen İslami hareketleri ve mensuplarını “demokrasi istiyorlar” diye eleştirmenin anlamı ne? Ne istediklerini anlamak gerçekten bu kadar zor mu? Kimsenin İslami taleplerden vazgeçtiği falan yok ama farklı toplumsal kesimleri de dışlamayan, korkuya sevk etmeyen bir pratik sergileme zorunluluğu da açık. Kuşatıcı bir dil ve siyaset üretme çabasının ideolojik kimlikten taviz şeklinde algılanması haklı bir tutum değil.

Tunus, Arap dünyasında Batılı tarzda en yoğun dönüşüme uğramış toplum yapısına sahip bir ülke olarak bilinmesine rağmen Nahda’nın seçim galibiyeti ortada. Mısır’da bu durum çok daha belirgin biçimde ortaya çıktı. Bu konuda hepimizin yakinen şahitlik ettiği çarpıcı bir gelişme de yaşandı. Tayyip Erdoğan’ın laiklik tavsiyesi üzerine sergilenen tepkiler ortaya net bir tablo çıkardı. Hatırlanacak olursa bu tavsiyelere ne Mısırlı, ne Tunuslu ne de Libyalı Müslümanlar arasından bir alıcı çıkmadı. Bilakis her üç ülkede de laikliğin İslam dışı olduğu net biçimde ifade edildi.

İktidar Mücadelesi Risk Demektir!

Peki, adı geçen ülkelerde ve benzeri siyasal gelişmelerin gerçekleşeceği diğer Ortadoğu ülkelerinde İslami hareketler çizgilerini koruyamama riski ile karşı karşıya değil mi? İçine girdikleri bu süreç, kimliklerinde büyük bir kırılma, temel tezlerini ve taleplerini terk etme sonucuna yol açmaz mı?

Şüphesiz böyle bir risk mevcut! Ama zaten ortaya bir pratik koymak, kuvveden fiile çıkmak risk almak değil midir? Hatta çift yönlü bir riskten söz etmek daha doğru olur. Siyasal iktidar zemininde yer alan İslami oluşumlar pratiğin dönüştürücü etkisiyle savrulmalar yaşayabilecekleri gibi, çok yönlü taleplere sahip halk kitlelerinin beklentilerini karşılayamamaktan ötürü zayıflama, küçülme, temsil ettikleri çizginin itibarsızlaşması riski ile de yüz yüzedirler. Şurası çok açıktır ki, iktidar mücadelesine girişmek riski göze almaktır. Kaybedebilirsiniz elbette ama kazanabilirsiniz de!

Ortadoğu’da yaşanan intifada olgusunu sürekli endişeli gözlerle izleyen, adeta İslami hareketlerin zaaflarına, hatalarına, uzun vadede yapabilecekleri yanlışlara odaklanan bakış açısının mevcut durumu pek de gerçekçi bir gözle algılayamadığı ortadadır. Müslümanlar zaten baskı altında, şiddet politikalarıyla eziliyorlar. Kısacası risk değil, zulüm altındalar. Yeni durumda ise en azından kazanma ihtimali var. Ne yani, kaybetme riski de var diye despotizme razı mı olunsun? Mevcut halden daha kötüsü ne olabilir ki?

Emperyalizme Karşıtlık Kriteri

Bu soruya bilhassa bazı Müslümanların Suriye’deki gelişmeler üzerine takındıkları ikircikli, çelişik ve adaletsiz tutum üzerinden cevap aramaya çalışmakta yarar var. Tunus ve Mısır’da meydana gelen halk hareketlerini coşkuyla karşılayan bazı kesimlerin Suriye’deki gelişmeler karşısında paniğe kapılmaları çok ilginç olmuştur. Bu çevreler halk hareketlerine seçici yaklaşılması gerektiğini ileri sürmekte ve emperyalist güçlerin tutum alışlarını temel kriter olarak değerlendirmektedirler. Yani İsrail’i ve Batılı güçlerin menfaatlerini hedef alan ayaklanmalar olumlu, İsrail’in ve Batılı güçlerin rahatsız olmadığı ayaklanmalar ise olumsuz kategoride değerlendirilmektedir.

Hiç tartışmasız emperyalizm ve Siyonizm’e karşıtlık İslami hareketlerin temel vasıflarından biri olmalıdır. Zaten en az bir asırlık bir süreç içinde değerlendirdiğimizde sömürgeciliğin kendisine ve onun doğrudan ya da dolaylı etkilerine karşı mücadelenin İslami hareketlerin varlık nedenleri arasında en temel belirleyici olduğunu görürüz. Ama zaten Ortadoğu’nun bütününde talep edilen “rejim değişikliği” aynı zamanda sömürgeci statükonun topyekûn değişimine yönelik bir çağrı da değil midir?

Bu noktada iki ayrı itiraz öne çıkmaktadır: Birincisi tüm bu hareketlerin, değişimlerin emperyalistler tarafından planlanan, yeni Ortadoğu düzeninin adımları olduğu tezidir. Büyük Ortadoğu Projesi adı verilen kurgu çerçevesinde tüm olan biteni büyük bir komplo şeklinde algılayan bu yaklaşımın tartışılmasına bile gerek yoktur. Bu tezin temelsizliğini görmek için sadece “Emperyalizmin bölgede mevcut statükodan ne zararı vardı ki, değişimini arzu etsin ve üstelik de bunun için devasa projelere girişsin?” diye sormak yeterli olur kanaatindeyiz. Ayrıca emperyalistlere bu çapta bir güç, kudret atfetmenin sadece siyaseten yanlış bir tutum olmakla kalmayıp, itikadi açıdan da büyük bir tehlike kaynağı olduğunu hatırlatmakta yarar var.  

İkinci itiraz ise emperyalistlerin halk hareketlerini yönlendirdiği, biçimlendirdiği ve Suriye örneğinde olduğu üzere kendi çıkarlarına karşı bir rejimin bu yolla yıkılmasını hedefledikleri tezini dillendirenlerden gelmektedir. Çerçeve bu biçimde çizilince Suriye’de rejime muhalif kitlelere karşı Esed yönetiminin yanında saf tutmak anti-emperyalist tutum olarak savunulmaktadır.

Diktatörlük Zulmüne Anti-Emperyalist Söylem Kılıfı

Burada şunu net biçimde görmek gerekir: İntifada olgusunun hedef aldığı rejimlerin tümü diktatörlük düzenleridir. Halk Tunus’ta 20, Mısır ve Yemen’de 30, Libya ve Suriye’de 40 yılı aşan hanedanlık benzeri despotlara karşı özgürlüğünü, hukukunu ve onurunu elde etmek için ayağa kalkmıştır. Bu rejimlerin birbirlerine benzeyen yanları olduğu gibi ayrıştıkları hususlar da mevcuttur. Örneğin Tunus ve Mısır, Arap dünyasında İsrail’e çok yakın ülkelerdir. Yemen ve Bahreyn ABD’nin askerî operasyonlarına her türlü imkânı sağlamaktadırlar. Libya ve Suriye ise İsrail ile diplomatik ilişkileri bulunmayan ve Batılı güçlerce de pek makbul sayılmayan rejimlerdir. Mamafih vahşi birer diktatörlük rejimleri olmaları tümünün ortak paydasını teşkil etmektedir.

Bu noktada İsrail’e dost olmaları nedeniyle Tunus ve Mısır rejimlerinin yıkılmayı hak ettiğini ama İsrail karşıtı tutumu yüzünden Suriye’deki Baas rejiminin ayakta kalması gerektiğini savunmanın ne siyasi ne ahlaki hiçbir ilkesel izahı olamaz. Esed diktatörlüğünün Filistin direnişine destek verdiği, İran’ın bölgede yalnızlaştırılması çabalarına direndiği ve benzeri tezlerin tutarlılığı ya da tutarsızlığını tartışmak da aslında gerekli değildir. İran’ın ya da Filistin halkının çıkarları ve geleceğinin Suriye halkının baskı, işkence ve katliam altında yaşamasını gerektirdiğini düşünmek hem saçma hem de çirkin bir yaklaşımdır. Şu hususu açık ve net olarak vurgulamakta yarar var: Tunus, Mısır ya da Bahreyn halkına tanınan kendi kaderini belirleme hakkının Suriye halkından esirgenmesinin hiçbir mantıki, vicdani, hukuki izahı olamaz!

Suriye halkı tüm halklar gibi, nasıl yaşamak, neyle yönetilmek, kimle dost, kimle düşman olmak istiyorsa buna sadece kendisi karar vermelidir. Birtakım “ulvi hedefler” gerekçesinin ardına sığınarak baskı ve diktatörlük altında ezilmesine fetva aranmamalıdır. Kaldı ki, ümmetin bir parçası olarak Suriye halkının özgür tercihinin ümmetin maslahatlarına uygun olacağı, özelde Filistin, genelde İslami hareketlere yaklaşımının da en azından Arap milliyetçisi, kokuşmuş Baas hanedanının çok ilerisinde, fevkinde olacağı bellidir. Esed rejiminin devrilmesi durumunda en güçlü iktidar alternatifi İhvan hareketidir. İhvan hareketinin belirleyici olacağı bir Suriye’nin ise Filistin davasına Esed’in göstermelik sahiplenişinden çok daha fazla katkı sağlayacağı tartışmasızdır.

Batılı sömürgecilerin planlarının, gücünün görmezden gelinmemesi ile bunların her gelişmenin odağına konulması ve tüm olan bitenin bu çerçevede açıklanmaya çalışılması arasındaki farka da değinmek gerekir. Birincisi bizi dikkatli olmaya sevk ederken, ikincisi bir yandan evhamlı, septik bir ruh haline yol açarken, bir yandan da Müslümanlara ve tüm muhaliflere güvensizliği besler ve statüko yanında saf tutmayı meşrulaştırır.

Oysa bizatihi Suriye’deki intifadayı bir komplo, bir fitne olarak gören İran’ın gelişmelere ne kadar sığ yaklaştığı çok açıktır! Eğer emperyalistlerin zannedildiği gibi bir gücü, kabiliyeti olmuş olsaydı, iki yıl önce İran’da meydana gelen büyük karışıklıkların bir iktidar değişikliğiyle sonuçlanması gerekirdi. Hiç şüphesiz Batılı güçler Ortadoğu’da öncelikle İran’da bir rejim değişikliği gerçekleştirmek için çabalamış, seçimler sonrasında muhaliflerce başlatılan protestoların gelişip topyekûn bir ayaklanmaya dönüşmesi için tüm hünerlerini sergilemiş fakat sonuçta başarısızlığa uğramışlardır. Ortadoğu’da rejim değişikliğini “düşman” İran için arzulayan Batılıların kısa bir süre sonra “dostları”nda bu tür sonuçlarla karşılaşmalarından memnun oldukları elbette hiç söylenemez.

Suriye’de Esed rejiminin NATO tarafından hedef alındığı ve dışarıdan bir müdahaleyle devrilmesi sonrasında işbirlikçi bir iktidarın tesis edileceği, bu yüzden burada ortaya çıkan kitlesel kalkışmanın desteklenmemesi gerektiğini ileri sürenler Suriye halkına iftira etmektedirler. Bu tezler Türkiye’de Kemalistlerin ulusal ve anti-emperyalist söylemleri öne çıkartarak darbeciliği meşrulaştırma, zulme kılıf üretme çabalarına benzemektedir. Korku senaryoları çizerek zalim, vahşi bir statükonun tahkim edilmesine girişenler sürekli biçimde ihtimallerden söz etmeyi sever ama yaşanan gerçekliğe ise gözlerini yumarlar.

Evet, emperyalist yayılma, halk hareketlerinin devirdiği iktidarların yerine bütünüyle Batılı çıkarların muhafızlığına soyunan kadroların getirilmesi, direniş olgusunun aşama aşama zayıflatılıp sonlandırılması hep ihtimal dâhilinde olan hesaplardır. Bunlar elbette asla söz konusu olamaz denilecek şeyler değildir. Ama bu çizilen kara tablolar ne kadar muhtemeldir? Bir şeyin mümkün olması muhtemel olduğu anlamına gelmez!

İkincisi de İslami hareketler neden bu senaryolarda hep etkisiz eleman konumunda algılanırlar? Emperyalistlerin hesapları vardır da İslami hareketlerin yok mudur? Bunca yıllık mücadele birikimleri çöpe atılmayı gerektiren değersiz tecrübeler midir?

Libyalı Müslümanlara Bu Güvensizlik Neden?

Kuşkusuz intifada dalgası içinde emperyalist güçlerin pozisyonuna ilişkin en ciddi kafa karışıklığı Libya’da yaşanmıştır. Libya’da NATO desteğiyle Kaddafi rejiminin devrilmiş olması bazı çevrelerde özelde bu ülkenin, genelde tüm Ortadoğu İntifadasının kirli, şaibeli ve tehlikeli sonuçlara açık bir konumda algılanmasına zemin oluşturmaktadır.

Oysa Libya’da dâhil olmak üzere sürece daha genel bakmakta yarar vardır. Batılı güçler Tunus ve Mısır’da hazırlıksız yakalanmış ve çelişkili politikalara sürüklenmişlerdir. Hatırlanacağı üzere Fransa, Tunus rejiminin ardında durmaya çalışmış, hatta asker sevk etmeyi düşünmüş ama Bin Ali rejimi hızlı bir biçimde çökünce ofsayta düşmüştür. Aynı şekilde ABD yönetimi de Mısır’da Mübarek rejiminin birtakım adımlar atarak iktidarını sürdürmesinden yana olmuş ama bunun halkı iknaya yetmediğini kısa süre içinde görmüştür. Ardından Ömer Süleyman formülünü desteklemiş ama halkın ısrarlı muhalefetiyle bu da kof çıkınca ani bir manevrayla devrimcilerden yana olduğunu ilan etmiştir.

İşte Libya’da aynı hataya düşmek istemeyen Fransa ve ABD, Kaddafi yönetiminin uzun süreli olamayacağını da gördüklerinden muhalefetin yanında yer almışlardır. Bununla aynı anda birçok şeyi hedeflemiş oldukları düşünülebilir. Öncelikle ayağa kalkan Ortadoğu halklarına “düşman değiliz” mesajı verilmeye çalışılmıştır. Zaten Irak işgali ve İsrail’e sınırsız destek yüzünden bir hayli yıpranmış imajlarının daha da aşağılara düşmesinin önüne geçmeyi arzulamış olmaları doğaldır. Bu şekilde intifadanın kendilerine yönelebilecek oklarını savuşturmayı, hatta devrimi çalmayı planlamış olabilirler. Ayrıca katliam hazırlığı yapan bir diktatörü engellemek suretiyle hem uluslararası kamuoyuna “insancıl” görünme şansını kullanmayı, aynı zamanda da yeni Libya üzerinde söz sahibi olmayı hedeflemiş olmaları kuvvetle muhtemeldir.

Peki, amaçlarına ulaşmışlar mıdır? Hiç sanmıyoruz! Bir kere Irak’ta yaşananlar, Afganistan’da süregelen işgal gerçeği, Siyonist çeteye verilen sınırsız destek emperyalist güçlerin imaj parlatma çabalarının başarılı olmasını imkânsız kılmayı sürdürecektir. İslam dünyasının Batılı sömürgecilerle yaklaşık 200 yıllık ihtilafının, çatışmasının bir iki rötuşla üzeri kapatılabilecek bir şey olmadığı açıktır.

İlaveten Libya’da Kaddafi’nin devrilmesinden sonra iktidar mücadelesine giren güçlerin niteliğine, kimliğine baktığımızda bu ülkede NATO çerçevesinde bir düzen teşkilinin hiç de kolay olmadığı gözükmektedir. Ortadoğu’nun tümünde olduğu gibi Libya’da da farklı renkleriyle İslamcı yapılar iktidar kavgasının en güçlü adaylarıdır. Dolayısıyla “Libya’da emperyalizm istediği statükoyu inşa ediyor!”, “Libya paylaşıldı, petrolü çalındı!” vb. tezler somut verilere dayanmayan, karamsarlık ve de kötümserliği karakter bellemiş ve komploculuğu muhalefet zanneden yaklaşımların dayanaksız ürünlerinden başka bir şey değildir.  

Tabi ki Risk Var Ama Umut Çok Daha Büyük ve Muhtemel!

Tekrar vurgulamak gerekirse, risk yok mudur, vardır elbette! Yeni dönemde Libya’da da başka yerlerde de sömürgeciliğin cilalı, ambalajlı bir biçimde sunulması ve içselleştirilmesi tehlikesi söz konusu olabilir. Mamafih, bu riske karşın İslami güçlerin, İslami tezlerin önceki döneme nazaran çok daha güçlü, yaygın bir şekilde siyaset zemininde ağırlığını hissettirmesi olgusu çok daha belirgin bir durumdur.

Bu noktada intifada olgusuna bir bütün olarak sorumluluk bilinci ve kardeşlik hukuku çerçevesinde yaklaşmamız gerektiğinin altını bir kere daha çizelim. Beklemediğimiz, ummadığımız bir zamanda Rabbimizin inayetiyle müthiş bir hareketlilik, devrim çapında gelişmeler ortaya çıkmış ve bu süreç halen de devam etmektedir. Bu, başından sonuna kadar tümüyle İslami hareketlerce planlanan, belirlenen bir süreç olmamakla birlikte, gerek bu coğrafyada yaşayan halkların kimliği gerekse de İslami yapıların en köklü ve yaygın muhalif yapılar olması nedeniyle İslami alternatif sürece her yerde damgasını vurmuştur.

Statüko sarsılmış, korku duvarları aşılmıştır. Bundan sonrasında sürecin, statükonun asıl sahibi sömürgeciler ve muhafızları konumundaki yerel despotların değil, Ortadoğu halklarının lehine gelişmesi ve dolayısıyla bu halkların gerçek temsilcileri olan İslami hareketleri güçlendirmesi muhtemeldir. Sonuçta bu bir mücadeledir. Kaybetme riski de olmakla birlikte, kazanma ihtimali ve umudu çok büyüktür. Bize düşense bu mücadelede kardeşlerimizin safında yer almak, değişim ve devrim umudunu daha da yeşertecek çabalar içinde olmaktır. 

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR