1. YAZARLAR

  2. Ferid Aydın

  3. Nakşibendiliğin Kuruluşu, İlkeleri ve Gelişimi

Nakşibendiliğin Kuruluşu, İlkeleri ve Gelişimi

Nisan 1999A+A-

- Nakşibendilik'le ilgili, yayınlanmak üzere Arapça bir kitap çalışmanızı tamamladınız. Daha önceden yayınlanmış aynı konuyla ilgili "Tarikatta Rabıta ve Nakşibendîlik" adlı Türkçe bir eseriniz var. Bu kitabın farklı boyutları ve amacı nedir?

- Evet sözünü ettiğiniz, 1996 yılında yayınlanan çalışmamızda yalnızca Râbıta'yi ele almıştık.

Bilindiği üzere Rabıta, Nakşibendi Tarikatı'nda bir âyin şeklidir ve belli şartlarla icra edilir. Meselenin iç yüzünü çok iyi bilen biri olarak, bu konuyu o çalışmamızda geniş boyutlarda işledik. Rabıta âyini ile ilgili en ufak ayrıntılara varıncaya kadar geniş bilgiler verdik. Tabiatıyla bu arada Nakşibendî Tarikatı hakkında da özet açıklamalarla, konunun bütünlüğü içinde okuyucuyu aydınlatmaya çalıştık. Yayınlandıktan kısa bir süre sonra bu çalışmamızın tüm nüshalarının tükenmiş bulunması, kitabın geniş bir çevrede kabul gördüğünü gösteriyor ve bizi sevindiriyor.

İşaret ettiğiniz gibi, şimdi de Arapça olarak kaleme aldığım epeyce hacimli bir diğer çalışmayı yeni sonuçlandırmış bulunuyorum. Bu uğraşı uzun zamanımı aldı. Çünkü bu konudaki araştırmalarımın başlangıcı ta 1976'lara dayanır.

Bu kitabın farklı boyutlarını soruyorsunuz. Şöyle açıklayabilirim:

Her şeyden önce ifade etmeliyim ki kitap, Nakşibendîliği, oluşmaya başladığı tarihten günümüze kadar her yönüyle bir bütün olarak ele almaktadır. Dolayısıyla daha önceki Rabıta adlı çalışmayı da aynı zamanda kapsamaktadır.

Kitap beş ana bölümden oluşuyor.

Birinci bölümde, Nakşibendî Tarikatı'nın nasıl ortaya çıktığını, nasıl geliştiğini, yayıldığı coğrafyayı ve yayılış nedenlerini açıkladık. Aynı bölümde Nakşiliğin geçirdiği evreleri de işledik.

İkinci Bölümde, bu tarikatın âdâb ve erkânını anlattık. Tabiatıyla Rabıta konusu, araştırmanın bir parçası olarak bu bölümde yer almaktadır.

Üçüncü bolümde, tarikata ait çeşitli kavram, terim ve inanış biçimlerini izah ettik.

Dördüncü bölümde, bu tarikatı eskiden günü müze kadar taşıdığı ileri sürülen kişilerin, yani hiyerarşik zincirini oluşturan kimselerin biyografilerini, kişiliklerini, sosyal ve kültürel düzeylerini ele aldık.

Beşinci ve son bölümde ise, Nakşibendî Tarikati'nın öteden beri toplum üzerinde meydana getirdiği sosyal ve kültürel etkileri, özellikle son 150 yıl boyunca siyasi yönetimlerle olan ilişkilerinin  bilinmeyen yanlarını aydınlatmaya çalıştık.

Kitabın yazılış amacına gelince, onu da kısaca şöyle açıklayayım. Ama önce sorunuzu tamamlayıcı bir başka soru ile başlamak istiyorum.

 - Neden Arapça yazdım?

 Biliyorsunuz, Türkiye'de Arapça okuyucu hemen hemen yoktur. Dolayısıyla Kitabı, halihazırda Arap Dünyasındaki okuyucular ancak izlemek ve anlamak imkanına sahiptir Daha önce Türk okuyucusunu bu konuda bir nebze aydınlatmış idim. Ayrıca Türkiye de hemen herkes târikatlar hakkında birşeyler biliyor. Fakat Arapların tarikatlara ilişkin bilgileri çok sığdır. Tabiatıyla Türkiye'de olduğu gibi Arap ülkelerinde de müslüman olduğunu sanan "ortodoks Sünni" bir çoğunluk içinde, gerçekten müslüman bir azınlık vardır. Aslında hitap etmek istediğim kitle işte bu azınlıktır. Elbette ki genel de Arap aydınları da bu araştırmadan yararlanacaklardır. Ancak inanıyorum ki Arapça konuşan müslümanlar bundan daha çok yararlanacaklardır. Çünkü İslami değerlerin yozlaşmasından rol oynamış ve etkili olmuş akımlar ve odaklar hakkında bilgilenmek, müslümanların görevidir. Aynı zamanda müslümanları, bulundukları ülkelere göre konuştukları dille aydınlatmak, yine -ilimle haşır neşir olan- müslümanların görevidir.

Bu ilgiyle söylemek istediğim bir şey daha var: Kitap, sistematik ve belgeseldir. 23 yılda ancak tamamlanabilmiş bir emeğin ürünü ve tarihi bir vesika olarak onu ilim dünyasına sunmakla önemli bir görev yaptığıma inanıyorum. En büyük arzum, ehil bir kalem tarafından onun yakın gelecekte Türkçe'ye kazandırılmasıdır. Eğer karanlık geçmişte yapılan hataların düzeltilmesinde birazcık payı olursa, elbette ki buna çok sevineceğim.

- Biz, yazdığınız kitabın içeriğinden kalkarak sormak istiyoruz; Nakşibendiliğin ortaya çıkış amilleri nedir, hangi coğrafi bölgelere yayılmıştır ve hangi evrelerden geçmiştir?

Nakşibendîliğin ortaya çıkış sebepleri, gencide diğer tarikatlarınkinden pek farklı değildir. Bu amiller arasında, bilhassa ilk başlarda İslam'ı özüyle anlayamamış, ruhunu kavrayamamış ve onu bir bütün olarak sindirememiş olmak gibi çok önemli bir neden vardır.

Esasen tarikatların oluşmasındaki gerçek sebeplerin şimdiye kadar net bir şekilde ortaya konmamış olması, büyük ihtimalle araştırmacıların bu önemli noktayı yakalayamamış olmasından kaynaklandığını tahmin ediyorum. Özellikle Nakşibendî Tarikatı'nın ortaya çıkmasında birinci derecedeki nedenin bu olduğuna inanıyorum.

Aslında bu problemin başlangıç noktası, Türklerin İslam'ı kabul ettiği günlere kadar dayanmaktadır. Bilindiği üzere Türkler, İslam'ı benimseyen diğer ulusların tümünden farklı olarak bu dini kolayca kabul etmişlerdir. Kur'an'ın dili ile konuşan Araplar bile İslam'a ilk başlarda amansız bir savaş açmış olmasına rağmen Türkler, kendi istekleriyle ve büyük kalabalıklar halinde müslüman olmuşlardır. Dindar Türkler, günümüzde bile bu olaydan gurur duymakta ve kendilerine bir pay bile çıkarmaya çalışmaktadırlar. Ama olayın iç yüzü düşündürücüdür.

Acaba burada şu sorulara inandırıcı bir cevap aramak gerekmez mi?

- Örneğin Türkler, İslam'ı ve hele hiç dilini bilmedikleri Kur'ân'ı nasıl oldu da o günün şartlarında her yönüyle hemen öğreniverdiler ve yüzyıllar boyu yaşayıp korudukları eski inanışlarından kaşla göz arasında soyutlandılar da, hep birlikte toplu olarak İslam'ı kabul ettiler?! Hem sonra Türklere İslam'ın mesajını kim ya da kimler verdi, nasıl verdiler; İslam'ı onlara nasıl tanıttılar?

İşte bu soruların gerçek cevabını bulduğumuz zaman, başta Nakşibendîlik olmak üzere tarikatların nasıl ortaya çıktığını büyük bir açıklıkla öğrenme imkanını da buluruz.

Bu konuda size ayrıntılı bilgiler vermek için ne yazık ki zamanımız el vermiyor, Fakat şunu söyleyelim ki özellikle Nakşibendi Tarikatı'nın oluşmasında çok önemli iki neden vardır:

Bunlardan birincisi, İslam'ın, bin yıl önceki göçebe ve savaşçı Türkler tarafından bir bütün olarak anlaşılmamış olmasıdır.

İkincisi ise, o günden bu yana Türk insanının, genellikle Kur'an'daki gerçek İslam'a daima bir (Arap İslam'ı) gözüyle bakmış olmasıdır ki bu düşünce onu, Türk'e özgü bir İslam modeli bulma arayışı içine sürekli olarak itmiştir, Nihayet çok geçmeden Nakşibendiliğin temellerini atmak suretiyle o, bu hedefini gerçekleştirmiştir.

Nakşibendî Tarikatı, genelde Arap olmayan müslümansı topluluklar arasında yayılmıştır. Osmanlı yönetimi tarafından Vahhabîlere karşı kullanılan Süleymaniye'li Halid Bağdâdî'nin ve propagandistlerinin çabaları sonucu, 1800'lerin ortalarında bu kez de (Hâlidîlik adı altında) Irak ve Suriye'de biraz tutunur gibi olmuş. Ama kısa zamanda sönmeye yüz tutmuş ve unutulmuştur. Şam'ın Kasiyun Tepesinde yatan Bağdâdi'nin türbesini günümüzde yalnızca Nakşibendî Türkler ve Kürtler ziyaret eder.

Nakşibendiliğin coğrafyasını ise Türkiye ve Afganistan oluşturur. Bununla birlikte serpilmiş olarak Nakşibendîler Pakistan, Hindistan ve Özbekistan'da da bulunurlar. Ancak Nakşibendilerin cenneti yine de Türkiye'dir.

Bu tarikatın geçirdiği evrelere gelince Nakşibendîlerin bu konuda ileri sürdükleri şeyler hayli ilginçtir. Onlara göre bu tarikat, Hz. Ebubekir'den başlamak üzere günümüze kadar sırayla: Sıddiykıyye, Tayfûriyye, Khuwâcegâniyye, Nakşibendiyye, Ahrariyye, Müceddidiyye, Mazhariyye ve Hâlidiyye olmak üzere sekiz kez isim değiştirmiştir.

Nakşibendilikteki bu değerlendirmeye göre, hayatında bir kez bile değil tasavvuf sözcüğünü, Nakşibendi adını bile duymuş olmasına imkan bulunmayan Hz. Ebubekir düpedüz bir Nakşibendîdir! Onun için Nakşibendiliğin geçirdiği evreleri eğer merak ediyorsanız, bu konuda söylenebilecek şeyleri böyle mütevazi bir sohbete sığdırmak mümkün değildir.

Biraz önce değindiğim, tarikattaki bu enteresan yargıyı bile düşündüğünüz zaman, bu akımın hangi tünellerden geçerek günümüze geldiğini tahmin etmek güç değildir.

- Araplar arasında şekillenen ilk Nakşibendîlik niçin daha sonradan İslam dairesine giren kavimler nezdinde daha fazla yaygınlaşma imkanı bulmuştur?

Sanırım bunu, biraz önceki sorunuza verdiğim cevabın içinde bir nebze açıklar gibi oldum. Ama şunu ilave etmemde yarar var.

Çok iyi biliyorsunuz ki insan, sahip bulunduğu bir değerin kalite ve mahiyetini ne kadar bilir, onu ne kadar keşfetme imkanını bulursa ona o derece sahip çıkar. Keza biliyorsunuz ki İslam, tüm dinlerden farklı olarak evrensel bir inanç sistemi ve bu sisteme dayalı bir yönetim ve yaşam biçimidir.

İslam'ın dairesine sonradan girenlerin, onun mesajını alırken, İçinde bulundukları sosyal, kültürel ve coğrafi şartları incelediğimiz zaman bakıyoruz ki bu topluluklar, İslam'ı hiçbir zaman -hatta günümüzde bile- bu tarif içinde asla tanımamışlardır. Onların tanıdığı İslam, tabir caizse başka bir dindir ve onların eski dinlerinden de pek farklı değildir. İşte Nakşibendi Tarikatı bu dinlerden biridir.

Tarikatların, genelde Araplar arasında yayılmamasının nedenini işte burada aramak gerekir. Çünkü Araplar İslam'a karşı savaşa savaşa onu tanıma imkanını bulmuşlardır. Araplar Kur'ân'ın dilini biliyorlardı. Akla ilk gelen şey şudur: Onların, bu avantajdan yararlanarak İslamı hemen kabul etmeleri gerekirdi. Oysa gerçek böyle değildir. Tam tersine müşrik Arapların Hz. Peygamber'e, ashabına ve İslam'a karşı verdikleri kanlı mücadeleler ibret vericidir.

Buna mukabil, İslam'a sonradan girenlerin, hele Türklerin çok yumuşak bir geçişle bu dini benimsediklerini tarihi kaynaklardan tespit ediyoruz. Büyük ihtimalle direniş göstermeyen özellikle Türkler, ya İslam'ı Şamanizm'e çok yakın bir din olarak görmüşlerdir; ya da kabile reisleri ve hükümdarları müslüman oldu diye sırf propagandalarla şartlanarak, ve belki de o günün modasıdır diye güle oynaya İslam'a girmişlerdir. Çok geçmeden de mistik motivasyonlarla İslam'dan Türklere özgü bir din modeli türetmişlerdir.

Çok güçlü ihtimalle meselenin özü bu olmalıdır.

- Nakşibendîliği diğer tarikatlardan ayıran özellikler nelerdir?

Şunu hemen söylemeliyim ki Nakşibendî Tarikatı çok güçlü disiplinlere oturtulmuştur. Bu sistematiği ve birbirini tamamlayan bu kuralları başka tarikatlarda bulmak mümkün değildir.

Nakşilik, uzun bir tarihi süreç içinde bu özelliğe kavuşmuştur. Bu tarikata damgasını vuran şahıslar, miladî 1300'lerin sonundan günümüze kadar -daha çok Brahmanizm'den yararlanarak- yaptıkları düzenlemelerle belli bir doktrin geliştirmişlerdir. Halid Bağdadî tarafından kesinleştirilen bu kuralların, en az 1826'dan beri değişmediğini ve çeşitli Nakşibendi cemaatları arasında yaklaşık olarak uygulandığını görüyoruz. Oysa halen yaşayan diğer tarikatların böyle bir özelliği yoktur.

Örneğin Kadirîlerin, ya da Rufaîlerin, bir topluluğundan diğerine değişen çok şeyler vardır. Daha doğrusu bu tarikatlarda, görüş birliği ile saptanmış, belli biçimlerde ve sürekli uygulanan eğitici ve şartlandırıcı kurallar yoktur. Nakşi Tarikatı'ndakine benzeyen meditasyon da yoktur. Bu tarikatlarda fizyolojik konsantrasyon, sadece müzik ve raksla sağlanmaktadır. Halbuki Nakşibendîlikte uzun süren, sürekli meditasyon seansları vardır.

Bu nedenle, egzotik figürlerle çarpıcı dekorlar içinde sergilenen Mevlevî ritüel ve âyinleri bile Nakşîliğin Rabıtası ve Khatm-i Khuwâcegânı kadar mürid üzerinde kalıcı etki uyandırmamaktadır.

- Müzik, raks gibi diğer bid'atlerden uzak olmaları hasebiyle Nakşibendîler, şeriate en yakın tarikat olarak biliniyorlar, bu konuyla ilgili düşünceleriniz nelerdir?

Ne demek "Şeriate en yakın tarikat"!

Doğrusu ben bu sözden pek bir şey anlayamıyorum! Bu tabir sanki, tatlıya en yakın acı, doğruya en yakın yanlış, hatta tevhide en yakın şirk gibi bir ifadeye benzemiyor mu?

Bu sorunuzla Nakşibendîliğin müzik ve raks gibi bid'atlerden uzak olduğunu savunuyorsunuz; Peki, Budizm'in yogasından belli bir uygulamayı alıp, özel düzenlemelerle Rabıta adı altında tarikatlarına yerleştirmeleri yetmiyormuş gibi, onu bir de İslam'a mal etmeye çalışmalarına ne diyorsunuz?! Yoksa onları yine bid'atlerden uzak diye nitelemek gibi hâlâ bir zorunluluk mu duyuyorsunuz?

Bu konuda fazla bir şey söylemeye gerek görmüyorum. Ancak şu önemli noktayı müslüman olarak herhalde hatırdan çıkarmamak durumundayız. O da şudur:

Allah'ın istemediği biçimde Allah'a kulluk etmek ne şariate yakınlıktır, ne de Allah'ın öfkesini çekmekten başka bir işe yarar!

- Nakşibendîlik içerisinde değişik kolların bulunduğunu, farklı şeyhlerin etrafında kümelenenlerin olduğunu biliyoruz. Bu ekolleşme hangi ihtilaflara dayanıyor, bu ekoller arasında hiyerarşi var mı?

Türkiye'de özellikle Sünni Türkler arasında yayılmış ve çok iyi organize olmuş, genelde Doğu hariç, diğer bölgelerde geniş muhitler yapmış 7 büyük Nakşibendî cemaati vardır. Ayrıca son yıllarda Adapazarı'nda üslenmiş bulunan yeni bir Nakşibendi şeyhinin etrafında da hatırı sayılır bir örgüt oluşmuş, ya da oluşturulmuştur! Günümüzde Suriye'nin kuzeyinde iki, Irak'ın kuzeyinde bir, Afganistan, Pakistan ve Hindistan'da da birkaç Nakşi cemaati mevcuttur. Ancak bunlar Türkiye'deki Nakşibendîler gibi organize olamamışlardır. Türk Nakşîlerinin muntazam örgütlenmiş olmasını, kanaatime göre Türk unsurunun ruhundaki yerleşik disiplin anlayışında aramak gerekir.

Tarikatın temel ilkelerini uygulamada, mevcut Nakşi grupları arasında önemli farklar yoktur.

Örneğin, bunların tümü Rabıta yaparlar. Şeyhler ve vekilleri belli gün ve saatlerde Khatm-i Khuwâcegân âyini düzenlerler. Bütün şeyhler, tarikatın 11 rüknü üzerinde ittifak halindedirler. Bunların bir grubundan öbürüne değişen farklı uygulamalar varsa da bunlar ayrıntıdır. Mesela bu cemaatlardan, merkezleri Sivas'ta bulunan Ehramcioğlu Grubu, Khatm-i Khuwâcegân âyini sırasında, halka ortasına bir bakraç su korlar ve âyin bittikten sonra bu sudan herkese "teberrüken" birer bardak sunulur. Yine bu gruplardan bazılarında, mürit şeyhinin fotoğrafına rabıta yapmaktadır. Hiç kuşku duymamak gerekir ki mürit bu konuda şeyhinden tam onay almıştır; yoksa müridin kendi başına böyle davrandığı yolunda bazı kimselerin, Nakşi şeyhlerini savunmak için olup bitenleri inkar etmeye kalkışması, gerçekleri örtbas etmeye yetmez.

Nakşibendilik'te hiyerarşiye gelince bu, iki türlüdür:

Birincisi, "Silsile-i Sâdât" (yani pirler zinciri) diye ileri sürdükleri bir kutsal isimler listesine bağlılıktır ki, sözde bu zincirin halkasını oluşturan çağdaş şeyhlerin tümü bu konuda aynı inanç ve görüşü paylaşır.

İkinci bir hiyerarşi daha vardır ki; bu da çağın bütün Nakşi cemaatlerini büyük ölçüde bağlayan en üst otoriteye sadakattir. Ancak bu hiyerarşi son derece gizli ve karmaşıktır. Onun için birçok küçük Nakşi cemaatlarının başındaki ünlenememiş şeyhler bile bu otoriteden haberdar değildir.

Çok geniş bir coğrafyaya dağılmış olmalarına rağmen dünya Nakşilerinin, şimdiye kadar genel kongre gibi bir toplantı düzenlemiş bulunmadıklarına bakılacak olursa, bu otoritenin ve ona bağlı hiyerarşinin ne derece gizli tutulduğu anlaşılmaktadır. Bununla birlikte otorite merkezinin Hindistan'da olduğu sanılmaktadır.

- Bu çalışmanızda Nakşibendîliğin onbir rüknünden, bu rükünler içerisinde bir de Veysel Karani'ye izafe edilen "Üveysîlik" diye bir rükünden bahsediyorsunuz, bunu kısaca özetleyebilir misiniz?

Evet, Nakşibendîlik doktrini onbir temel kurala dayanmaktadır. Fakat sorunuzdan anladığım kadarıyla yanlış bir bilgilenme var. Çünkü "Üveysîlik" dediğiniz şey, bu onbir rüknün dışında kalan bir inanış biçimidir.

Nakşibendî Tarikatı'nın âdabını ve felsefesini, - tabiatıyla sözünü ettiğiniz onbir rüknü de- bu arapça çalışmamızın ikinci faslında açıkladık, Bunlar, tarikatın eylemsel biçimde uygulanan kurallarıdır. Ancak her şey bundan ibaret değildir. Ayrıca Nakşibendîliğin: İlahî aşk, ma'rifetullah, fena ve beka, vahdet-i vücûd, vahdet-i şuhûd, velilik, ölünün tasarrufu, mükâşefe, ilham, gayb ve keramet gibi, gerek diğer tarikatlarla paylaştığı, gerekse "Üveysîlik" gibi sırf kendisine özgü bazı inanış biçimleri vardır ki, bütün bunlara da kitabın üçüncü faslında yer verdik.

Üveysîliğe gelince, Nakşibendîler bu konuda ilginç bir inanışa sahiptirler. Sorunuzda da değindiğiniz gibi bu inanış biçimi Veysel Karani için öteden beri nakledilen bir hikâye üzerine kurulmuştur,

Nedir bu hikaye?

Sözde, Hz. Peygamber'in çağdaşı olan, ancak öyküsünde uzun uzun anlatıldığı üzere O'nunla bir türlü yüzyüze gelemeyen bu zat, taşıdığı derin özlem ve onulmaz hasretlerin bir mükafatı olarak gayb ve mânâ aleminde Peygamber'in ruhaniyetinden feyizler almış, yani bizim ölçüp takdir edemeyeceğimiz birtakım ilim ve bilgiler kazanmıştır.

Dolayısıyla bu inanışa göre, fizik alemde birbirini asla görmemiş, bir araya gelmemiş olan, hatta çağdaş olmayan ermişler de metafizik bir alemde buluşup bilgi alışverişinde bulunabilirler. Sözde bu yolla buluşmuş, bir araya gelmiş, hatta birinin diğerinden dersler alarak rütbeler kazanmış kimselerin bulunduğu Nakşibendîler tarafından açık bir dille ileri sürülmektedir. Bu konuda bütün Nakşibendîler hemfikirdir.

Bunların İnanışına göre Üveysîlik yoluyla, yani bu metafizik buluşma sayesinde bilgiler almış, yücelmiş ve özel bir statü kazanmış bazı tarikat pirleri vardır. Örneğin, Şâh-ı Nakşibend olarak ünlendirilen ve tarikatın kurucusu olduğuna inanılan Muhammed Bahâuddîn Buhârî'nin, bilgilerini metafizik alemde, Abdülhâlık Gonjduwâni'den aldığı açıkça iddia edilmektedir. Oysa Gonjduwâni, Bahâuddîn Buhârî'den en az yüz yıl önce ölmüştür. Yanılmıyorsam Gonjduwâni, miladi 1200'lerin ortalarında, Nakşibend ise 1300'lerin sonunda ölmüştür. Tabii bunu bizzat Nakşibendiler söylüyor, yazdıkları kitaplarda da vardır. Aynı şeyler, Ebu'l-Hasan el-Kharaqânî ile Bayezîd-i Bestâmî için de söylenmektedir. Hatta Süleyman Hilmi Tunahan'ın da, ta 1700'lerin başında ölen ve Nakşibendîler arasında "İmam-ı Rabbânî" olarak ünlendirilen Hintli spiritüalist Ahmed Farûkî'den yararlandığı ve ilimlerinin bir bölümünü ondan kazandığını ileri sürerler.

İşte merak ettiğiniz Üveysiliğin mahiyeti budur.

- Kitabınızda Nakşibendiliğin Bahaiilerle ilişkilerinden de bahsediyorsunuz, bu ilişkilerin boyutu nedir, bilgi verebilir misiniz?

Bilindiği üzere Bahâiîlik, 1800'lerin ortalarında İranlı bir ruh hastası tarafından ortaya atılan düzmece bir dindir. İslam'ı arkadan vurmak için İngilizler tarafından ayartılan bu dinin kurucuları, ilginçtir ki devrimden sonra İran'dan sınır dışı edilince, o tarihlerde ve o günün şartları içinde ancak iki yerde propagandalarını rahatça yapabiliyorlardı. Bu yerlerden biri, Filistin'de Yahudilerin yoğun bulunduğu bölgelerdir. İkincisi ise Nakşibendîlerce Buhara kadar önemsenen ve adeta onların kıblegâhı sayılan Irak'ın Süleymaniye kentidir.

Şimdi çok iyi dinlemenizi rica ediyorum. Nakşibendileri yakından tanıyan ve iç muhitlerine girmeyi başarabilmiş olan kimseler iyi bilirler ki onların özellikle yönlendirici tabakası, kendilerinden olmayanlara karşı planlı bir mesafe bırakır ve durumu da kimseye kolayca hissettirmezler. Camilerde aynı saflar içinde, omuz omuza namaz kıldıkları çeşitli sünni gruplarına karşı bile son derece duyarlı ve mesafelidirler. Hal böyleyken, Bağdâdî'nin ölümünü izleyen yıllarda ünlü, nüfuzlu ve güçlü Halidî şeyhlerinin, halk üzerinde sahip bulundukları saygı, heybet ve etkiye rağmen, Bahâîler'e en azından kayıtsız kalmış olmaları; her fırsatta İslam'ın altını oymaktan geri kalmayan, hatta ses çıkarabildikleri yerlerde Hz. Muhammed'e hakaretler yağdıran bu güruha karşı hiç ses çıkarmamış olmaları, elbette ki o günden bu güne her müslümanı Nakşibendîler hakkında derin kuşkulara sevk etmiştir. Kaldı ki o tarihten günümüze dek, bu kuşkuları haklı çıkaran bazı olaylar daha yaşanmıştır. Şüphesiz gerçek tarih hiçbir şeyi ihmal etmez ve insanların hepsi de gafil değildir!

- Nakşibendîlik konusunda alan araştırması yapan sizin dışınızda alternatif çalışmalar ve isimler var mı?

Elbette ki Nakşibendî Tarikatını ve bu tarikatın bilinen ve bilinmeyen yanlarını, şimdiye kadar merak eden birçok kimseler olmuştur. Fakat bildiğim kadarıyla bu konuya ciddi olarak ilgi duymuş dört isim vardır. Bunlar: Dr. Butrus Ebu Manneh, Prof. Dr. Hamid Algar, Prof. Dr. Şerif Mardin ve şeyh Abdurrahman Dımışkiyya'dır,

Ancak hemen söylemeliyim ki bu araştırmacıların her biri Nakşibendî Tarikatı'nın belli bir yanını ele almışlardır. Halbuki yeni sonuçlanmış Arapça çalışmamızda bu tarikat her yönüyle bilimsel ve akademik olarak işlenmiştir. Dolayısıyla kesin olarak diyebilirim ki bu çalışma kendi alanında bir ilktir. Şimdi gönül ister ki bu konunun da aynı zamanda yabancısı olmayan erbab biri tarafından bu çalışma Türkçe'ye aktarılsın ve Türkiye'deki okuyucu da bundan yararlansın.

-Verdiğiniz bilgiler için teşekkür ederiz

-Ben teşekkür ederim, iyi çalışmalar, hayırlı yayınlar...

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR