1. YAZARLAR

  2. Bekir Tank

  3. Müslümanların Kürtlerle İmtihanı

Müslümanların Kürtlerle İmtihanı

Ekim 2003A+A-

Müslümanlar için hayatın bütünü bir sınavdır, dolayısıyla hayatta ihtiyari olarak yapılan ve yapılmayan şeyler bu sınavın kapsamına girer ve onun bölümlerini oluşturur. İnancımıza göre, her insan sahip olduğu inancıyla ve yaşamıyla bir sınavdan geçmektedir. Mümin, bunun bilincinde olan insandır; kabul ve reddinden, itaat ve isyanından, sevgi ve nefretinden, taraftarlık ve muhalefetinden dolayı hesaba çekileceğine inanır. Coğrafya, dil, renk ve kavim ile sınırlı olmayan bu inanç, mümine hem din kardeşlerinin ve hem de yeryüzündeki diğer müstazaf insanların yanında yerini alma sorumluluğunu yükler. Mümin, yaptıklarının amel defterine işlendiğine inanır.

Müminin özelliklerinden diğer biri de, zilleti asla kabul etmemesi, hangi şartlar altında olursa olsun daima izzetini koruması ve izzet içinde yaşamaya çabalamasıdır.

Tabii ki bütün bu kabuller bazen müminleri kimi günahlar işlemekten; nefislerine ve insanlara zulmetmekten ve zillete düşmekten alıkoymaya yetmeyebilir. Allah'ın hoşnut olmadığı inanç ve amellerin düzeltilebileceği inancı ise mümine kendi yaptıklarını sürekli sorgulama imkanı verir. Bunun yanında, müminlerin birbirlerine karşı da hak ve sorumlulukları vardır; iyiliği emretmek ve kötülüklerden sakındırmak gibi.

Kimi iyilik ve kötülükler görece bile olsa, mutlak iyilik ve kötülük de var. Dolayısıyla müminlerin mutlak iyinin yanında ve mutlak kötünün ise karşısında olmaları inançlarının gereğidir.

Burada bir özeleştiri yapmak istiyoruz. Böylece özellikle Türkiye Müslümanlarının -yani kendimizin- dikkatlerini onlarca yıldır işlene gelmekte olan bir zulme ve bu zulüm karşısındaki konumumuza çekmek istiyoruz.

Bu özeleştiri karşısında gösterilecek genel ve dahi en iyimser tepkinin, "Şimdi bu konuyu gündeme getirmenin sırası mıydı?" şeklinde olacağı endişesini taşımakta olduğumuzu da üzülerek belirtelim. Bu ve benzer duruşların ise yaşanan günahları artırmaktan öte bir işe yaramayacağı inancındayız.

Hiçbirimiz Türkiye'nin güneydoğusu olarak adlandırılan yerlerde olup bitenlerden habersiz değiliz. Orada rejim on yıllar boyunca Kürtlere karşı inkar ve imha savaşı vermiştir. Ve sorun devam etmektedir.

Gözlerimizi olup bitenleri görmekten, kulaklarımızı gerçekleri duymaktan ve vicdanlarımızı yapılagelen zulümlere karşı tepki göstermekten alıkoyduğumuz sürece işlene gelen zulümlere hem dolaylı ve hem de doğrudan bizlerin de ortak olacağı unutulmamalıdır. Rejimin dayatmalarına yenik düşen Türkiye insanı, "Kürt realitesini bir çeşit "mayınlı alan" olarak görmektedir. Bundan en az etkilenmesi beklenen Müslümanlar, maalesef en fazla etkilenenlerden olmuşlardır. Bu utanç verici anlayış ve hal, gerek bölge insanları ve gerekse ümmet İçin kan kaybı demektir.

Tahakkümlerini halkların arasına ektikleri düşmanlıklara borçlu olanlar, sadece sınırlara mayın döşemekle kalmamışlardır. Asıl tehlikeli ve can alan mayınlar rejimin Türkiye halklarının/kavimlerinin arasına döşedikleridir. Müslümanlar olarak diğer bir sorumluluğumuz ise, düşmanın hayat damarlarından birini oluşturan bu mayınları en az can kaybı ile ayıklamaktır. Üzülerek belirtelim ki, yeteri kadar bu sorumluluğu üslenebilecek güçlü bir iradeden ve düşmanın oyunlarını boşa çıkaracak sağlıklı bir bilinçten yoksunuz!

Biliyoruz, bu konuyu kendi aramızda dillendirmemizden hareketle bizleri bir yerlere oturtanlar olacaktır. Ancak şuna kesinlikle inanmak gerekir ki, bunu aramızda en ince ayrıntılarına kadar konuşmaktan, tartışmaktan ve değerlendirmekten alıkoyacak her eylem, imtihandaki performansımıza zarar getirmekten başka bir işe yaramayacaktır!

Yeri gelmişken şunu da belirtmekte yarar var; bizim için Kürdistan, Kürtlerin yaşadığı yerlerden bir yer anlamındadır. Tıpkı Yunanistan, Ermenistan, Belucistan, Türkistan, Lazistan veya Gürcistan gibi. Sınırları koyanlar ve kaldıranlar ile devletleri kuranlar ve yıkanlar yine insanların kendileridir. Nitekim bugünkü kavimlerin yerlerinde kim bilir daha başka kaç tane kavim yaşadı. Onlar kalıcı olmadıkları gibi bugünkü kavim ve devletler de kalıcı değildir! Devletleri kuran da sınırları koyan da insandır. Dolayısıyla gerek devletler ve gerekse sınırlar varlıklarını insana borçludurlar. İnsanın yararına oldukları sürece sahip çıkılıp korunmaları gereken bu tür şeylerin ayrıca bir kutsallıkları yoktur.

Müslüman olmamız dünyanın her yerinde olup bitenlere karşı duyarlı olmamızı gerektirmektedir. Bu duyarlılık da bir şeyin ya yanında veya karşısında olmakla somutlaşır. Müslümanların tarafsız olmak gibi bir seçenekleri yoktur. Aksine adil bir şekilde taraf olma zorunlulukları vardır. Zulme karşı elimizle, dilimizle ve kalbimizle karşı koyduğumuzun emareleri var mı üzerimizde? "Dilsiz şeytan" durumuna düşmemek veya o durumdan kurtulmak için ne kadar çaba sarf ediyoruz? İster insani bir erdem ile ve isterse bunun bir adım daha ötesinde İslami bir sorumlulukla olaya bakılsın, her iki durumda da "Kürt realitesinin ve dolayısıyla Kürtlerin yaşadıklarının en az Kızılderililer, Çeçenler veya Keşmir, Bosna-Hersek, Kosova ve Bulgaristan'daki Müslümanlar kadar Türkiye Müslümanlarının gündeminde yer almaları gerekmez mi? "Kürt realitesine karşı neden bu derece uzak durduğumuzu ve buna azami özen göstermediğimizi sorgulamadığımız yetmediği gibi, kimliklerini bulandırmadan soruna-olaya duyarlı olan Müslümanları ise çeşitli sıfatlarla itham etmek gibi bir vebalimiz de var! Eğer konu Müslümanlıksa, Kürtler de en az bu halklar kadar Müslüman değil mi? Yok eğer mazlumiyet, mağduriyet ve mahrumiyet ise, yine en fazla zulüm gören, mağdur edilen ve haklarından mahrum bırakılan halklar arasında Kürtleri de saymak gerekmez mi? Ama ne yazık ki Kürtlerin ne Müslüman ve dahi mazlum olmaları ve ne de kimlik inkarına, dil yasağına, asimilasyona, katliamlara, kıyımlara, sürgünlere ve cinayetlere maruz kalmaları onların gündemimize girmelerine, vaaz ve hutbelerimize, haber ve makalelerimize, miting ve yürüyüşlerimize konu teşkil etmelerine yetmemiştir şimdiye dek!

Özellikle kendilerini Müslüman olarak tanıtan çeşitli grup, cemaat ve partilerin içinde yer alan Müslüman Kürtler büyük vebal altındadırlar. Kavmi özelliklerini gizlemeyi, gerekli yerlerde dahi dillerini konuşmamayı, çocuklarına dillerini öğretmemeyi ve bu yöndeki sorunları gündeme getirmemeyi dini bir vecibe addettiler. Rejimin Kürtlere yaklaşımını içselleştiren Müslümanlara insani ve İslami sorumluluklarını hatırlatmak ve onları bu halden kurtarmaya çalışmak herkesten evvel Müslüman Kürtlere düşerdi. Bugün sorunun Müslümanların gündemine girmesine ve dolayısıyla insani olarak halledilmesine engel olanların başında da yine Müslüman Kürtler gelmektedir. Bu engel, sözüm ona din adına kendi kavmi özelliklerini yerine göre bastırmak, yerine göre gizlemek ve yerine göre inkar etmek şeklinde ortaya çıkmaktadır. Oysa bu sorunu aşmanın en sağlıklı ve en kısa yolu Kürtlerin doğallıklarını korumaları idi; tıpkı bir Türk'ün Türk olmada, Türk olduğunu ifade etmede ve Türkçe'yi konuşmada sergilediği doğallığı gibi. Fakat diğer Müslümanlar gibi, Müslüman Kürtlerin de çoğunluğu rejimin kendilerine bellediği "din kardeşliği" ve "dini hassasiyet" adına bu sorumluluktan hala uzak durmaktadırlar.

Türkiye Müslümanları olarak sorunu görüp de doğru teşhis koyanları, ortaya koydukları tavır ve eylemleri bakımından iki gruba ayırmak mümkündür: Birincisi görüp kabul ettiği realiteyi gündemine almayan grup; ikincisi, realiteyi gündemine alıp hazmeden grup. İkinci gruptakiler olayı hazmetmiş olmakla birlikte, realitenin Müslümanlar arasındaki doğal yerini almasında üzerine düşen görevi hala yerine getirebilmiş değillerdir.

Resmi kayıtlara göre, "Türkler" gibi Kürtlerin de yüzde doksan dokuzu Müslümandır. Ve 20-30 yıl öncesine kadar Allah'ı inkar olayına rastlanamazdı Kürtler arasında. Ancak görüyoruz ki, bu kadar kısa bir süre içinde Marksist-Leninist temellere dayalı bir dünyayı hedefleyenler kalkıp bu halkın içinde örgütlenebiliyor, kendilerine taraftar bulabiliyor ve hatta ordulaşabiliyorlar. Çünkü mevcut olandan daha özgür ve daha hakça bir dünya vaad ediliyor kendilerine. Onları komünist ve bölücü diye mahkum etmekle yetineceğimize, bunların kısa denebilecek bir sürede yüzde doksan dokuzu Müslüman olan Kürtler arasında taraf bulmasındaki rolümüz üzerinde düşünüp, buradaki yanlışlarımızı sorgulamak gerekmez miydi? Bunlar, bizim inancımızın, yani İslam'ın vaad ettiğinden daha güzel şeyler mi sundular ki Kürtler arasında taraftar bulabildiler ve dünyanın sayılı ordularından birine karşı savaşacak bir düzeye gelebildiler? Kürtlerin gasp edilen hangi hakkı İslam tarafından garanti edilmemektedir? Öyleyse bizler, Allah'ın verdiği hakkı-garantiyi gasp edenlere karşı hangi cüretle susuyoruz? Allah'ın kullarına verdiği hakkı kendilerine çok görmemizin adı nedir?

Türkiye'nin Müslümanları, Kürtlerin kendilerini mensubu kabul ettikleri İslam dinine rağmen Marksist-Leninist temellere dayalı bir partiye olan yönelişlerinin nedenlerini niçin hala gündemlerine alıp muhasebe gerekliliği üzerinde tartışmazlar?

Kürtlerle olan sınavımızın bugüne kadarki bölümünü kaybettiğimizi açık yüreklilikle kabul etmeliyiz! Bu andan itibaren kaybımızı telafi etmek zorundayız. Sorular ve sorunlar önümüzde ve cevaplar da elimizdeki mukaddes kitaptadır. Yeter ki insanlığımızı kuşanalım, imanımızı kuşanalım. Milli, coğrafi, dini ve diğer doğal özellikleri kötüye kullanmak suretiyle insanlar üzerinde bir tahakküm kuran ve zihinleri içi boş ve ne olduğu belirsiz "devletin yüce menfaatleri" şeklinde safsatalarla iğfal ederek kitleleri kendilerine emir kulu yapan egemenleri oldukları gibi görmek, tanımak ve tanımlamak gerekmektedir. Bunu başarmadığımız takdirde ve başaramadığımız sürece bu güçler devleti de, dini de, ülkeyi de kendi kirli emellerine alet etmeye devam edecekler ve öldürdükleri onbinlerce insana bir o kadarını daha eklemekten geri durmayacaklardır!

Bu yazı ile, konu hakkında sahip olduğumuz duygu ve düşüncelerimizin yanında, sergilediğimiz insani -ki bizce insani olan herşey haddi zatında İslamidir- tavrımıza da bir giriş yapmış bulunuyoruz. Bu özeleştiri ile ihmal edegeldiğimiz sorumluluklardan birini burada telafi etmeye çalışıyoruz. Böylelikle her birimizin hayatımızın bu bölümündeki sınavında kazandığı artıları ile eksilerini ana hatlarıyla görme imkanı ortaya çıkacaktır inşallah. İster adı "Kürt sorunu" olsun, ister "Kürt realitesi", "Kürt kimliği" veya "Kürtlerin varlığı" olsun, konunun şimdiye kadar biz Müslümanların gündeminde hakkettiği yeri almamış olmasının haklı görülebilecek hiçbir yönü yoktur. İhmal edile gelen bu özeleştirinin ve zulme göz yummak şeklinde ortaya konan bu tavrın genelde insanlığa ve özelde dünya Müslümanlarına maliyeti büyük olmuştur.

Bu, hiçbir Müslümanın veya Müslüman cemaatin adı geçen sorunu kendi gündemine almadığı ve kendi çapında soruna çözüm bulmadığı şeklinde anlaşılmamalıdır. Elbette ki hem inanç ve hem de pratiklerinde sorunu halledip, olaya insanca bakabilme ve yaklaşabilme hassasiyetini yakalayabilmiş Müslümanlar vardır. Ancak üzülerek belirtelim ki, Müslüman olduklarını söyleyenlerin çoğu bu hassasiyetten hala yoksundur. Genellikle Allah'ın birer ayet ve işaret olarak nitelendirdiği farklı dil, renk ve kavimleri birer sorun, birer bölücülük ve birer ayrılık unsuru olarak gören rejimlerle hesaplaşmak yerine, onların politika ve eylemlerine paralel bir üslubu tercih etmek suretiyle yapılagelen zulümlere katkıda bulunmuştur. Türkiye'deki Müslüman olarak görülen çoğunluk, Türkiye'de Müslüman olmayan, ama bununla birlikte hak ve adalet gibi insani erdemlerini muhafaza eden insanlar kadar bile duyarlı olamamıştır. Onlar kadar bile tavır koyamayanlar, bu insanların malum zulmü dile getirme ve ona karşı koyma eylemlerini desteklemek olgunluğunu dahi gösterememişlerdir. Bunun yerine onları şu veya bu sıfatla yermeyi tercih etmişlerdir. Sadece onlar değil, Kürtlere yapılan zulümleri telin eden Müslümanlar bile diğer "dindar" çoğunluğun töhmet ve iftiralarına maruz kalmışlardır.

Sözün burasında kimileri çıkıp da, böyle Müslüman veya Müslümanlık mı olur, diye sorabilir haklı olarak. Lakin gerçeğimiz bu! Biliyoruz, İslam'da hırsızlık yasak ama, kimi Müslümanlar hırsızlık yapar. Zulmetmek, haksiz yere adam öldürmek, zina etmek ve içki içmek haram olduğu halde kimi Müslümanlar bu haramları işler. Bundan dolayıdır ki zulmedene zalim, adam öldürene katil, hırsızlık yapana hırsız, zina edene zani demektedir İslam. Ancak İslami ölçüler yerine başka değerlen önceleyenler bu konuda adil davranamazlar. Onlar eylemin iyi olup olmadığına değil, eylemi gerçekleştirenin kim olduğuna bakarlar. Oysa kötülüğün, yani zulmün kavmi, rengi, dili ve coğrafyası yoktur, işte gerek dünya ve gerekse Türkiye Müslümanlarından çoğunun yitirdiği ölçü budur! Bu nedenledir ki zulüm, cinayet, hırsızlık vd. kötülükler oldukları gibi değerlendirilmemektedir. Bu fiilleri irtikap edenlerin mensup oldukları kavim, lisan, coğrafya ve siyasi yapılar, onların gayri meşru olan eylemlerini de çoğu zaman meşrulaştırabilmektedir. Tarih bu tür örneklerle doludur maalesef.

Dünyanın diğer yerlerindeki Müslümanlara karşı olan yükümlülüklerinden kayda değer bir kısmını -en az gündemlerine alma noktasında- ifa eden Türkiye Müslümanları, onların dertlerini kendi dertleri gibi görürler, imkanları dahilinde maddi-manevi yardımlarda bulunurlar ve dualarında onları anarlar, ama aynı muameleyi "din kardeşleri" olan Kürtlere karşı pek göstermezler. İşte Türkiye Müslümanları olarak bu husustaki sorunumuz, aynı insani duyarlılığı yeri geldikçe "din kardeşlerimiz" dediğimiz Kürtlerden bu insani duyarlılığı esirgememizin bizi içine düşürdüğü zillettir. Bu zilletten kurtulmanın yolunu bulup, bu yolda emin adımlarla yürümedikçe sınavı kazanamayız. Olaya insanca bakamayacak kadar gaflet içinde bulunan Müslümanlar bu halleri ile inkarcı, asimilasyoncu ve gasıp rejimlere paralel düşmenin ötesinde onlara en büyük desteği de sağlamış bulunuyorlar.

Kürtler, yaşadıkları katliamlara ve uğratıldıkları nice haksızlıklara rağmen Türkiye -ve bölge- Müslümanlarının yardımlarından, dualarından ve insani ilgilerinden mahrum kalageldiler. Hatta onlara maddi yardımda bulunmamakla, kendilerini dualardan mahrum bırakmakla ve onlara karşı duyarsız kalmakla yetinmediler. Üstüne üstlük bir de inkarcı, asimilasyoncu, ve zorba güçlerin politikaları ile örtüşen bir anlayış ve pratiği tercih etmek zilletine düştüler. Sözümüz, hayat sınavının bu bölümünde, Müslüman olduklarını söyleyenlerin hem kendilerini ve hem de Allah'ın dinini bu zalim güçlerin emrine amade kılacak kadar gaflet içinde bulunanlaradır. Dolayısıyla bu zillete düşmeden izzetini koruyagelen Müslümanları tenzih ederiz!

Türkiye Müslümanlarının önemli bir çoğunluğu kendi dünyalarında, kendi vicdanlarında ve kendi pratik yaşamlarında "Kürt realitesini" hala hazmedememişlerdir. Bu realite ile yüzleşmekten korkuyorlar adeta. Kürtleri tıpkı Türkmenler, Araplar, Ermeniler, Almanlar ve Ruslar gibi Allah'ın yarattığı bir kavim ve Kürtçe'yi de Allah'ın "ayetlerimizden" dediği bir dil olarak görememektedirler. Türkiye Müslümanları bu sınavı başarı ile vermek ve Allah'ın huzuruna alın akı ile çıkmak istiyorlarsa Türk, Çeçen, Gürcü, Boşnak, Arnavut, Türkmen, Yunan, Rum ve Arap realitesine karşı gösterdikleri duyarlılığı Kürt realitesine karşı da göstermek zorundadırlar.

Geride bıraktığımız 20. yüzyıl boyunca Kürtler sürekli gündemdeydi. Sınırlar yeniden çizilip de Kürdistan ve Kürtler birkaç ülke arasında paylaşılırken ve stratejiler yeniden belirlenirken konunun bir yerinde Kürtler hep olageldi. Hem işgalci güçlere karşı bağımsızlık mücadelelerinde, hem bağımsızlık sonrası kurulan rejimlerin gündemlerinde ve hem de kurtuluş savaşları sonucunda kurulup da halkın iradesini ve değerlerini hiçe sayan rejimlere karşı yapılan başkaldırılarda Kürtlerin içinden de tavır alanlar oldu. Bu nedenledir ki, bölgedeki kurulu rejimlerin gerçekleştirdikleri cinayet, katliam ve tehcirlerden en fazla "nasiplenenler" arasında Kürtler de olageldi.

Varlıkları bölgedeki kurulu rejimler için "potansiyel düşman" olarak kayıt altına alınan Kürtler, bölgedeki Müslümanların çoğunluğu tarafından da maalesef hüsn-ü kabul gör(e)mediler. "Din kardeşleri" olan Kürtlere yapılan zulümlere karşı yeterli tepkiyi göstermemekte ısrar eden bölge Müslümanlarının bu yanlı ve yanlış tavrı ümmete çok pahalıya mal oldu. Maruz kaldıkları haksızlıklardan dolayı Kürtleri "ümmetin yetimleri" olarak görmek yetmez! Zaten asırlardan bu yana İslam ümmeti dağılmıştır ve yetimdir. Müslüman halkların haklı oldukları hususlarda yanlarında yer almadan gerçek bir din kardeşliğinden, haktan ve adaletten söz etmek mümkün değildir.

Ve yaşadığımız günlere bir bakalım. Kurulduğundan beri Kürt varlığını inkar ede gelen yaptığı ayrımlar sonucu sebep olduğu iç savaş ile Kürt, Türk vs. onbinlerce vatandaşının ölümüne yol açan ve yakılıp yıkılan binlerce köyün sorumlusu olmanın yanında, yüz binlerce insanı yerinden-yurdundan eden T.C. rejimi bile bugün "Kürt realitesi"ni kabul eder hale geldi. Rejimin dahi işleye geldiği zulmü zımnen kabul edip, bunu telafi etmek yönünde kimi ciddi adımlar attığı bugünlerde dahi, hala gerçekleri görmemekte ısrar eden Müslümanların bu ruh halleri ile anlayış, davranış ve eylemlerini, tartışmak ve sorgulamak kaçınılmaz bir zorunluluktur.

Görünen o ki, Kürtler ve dolayısıyla "Kürt realitesi" etrafında gelişen bu olaylar ile oluşturulan yeni ırkçı cepheleşmeler bile Müslümanları olumlu yönde harekete geçirmeye yetmiyor. Buna karşılık, "Türkiye'nin menfaatleri" bahanesi ile zulmünü sınır ötesine taşımak için sabırsızlıkla bekleyen rejime asker olmaya doğru tehlikeli bir hal görülüyor kitlelerde. TC. sınırları içinde Kürtlere kendi kimlik ve dillerini çok gören insanları bekleyen yeni tehlike, Irak'ta kullanılmaktır. Dikkatleri yapa geldikleri zulümlerden uzak tutmayı başarıp insanları emellerine alet eden güçler simdi de olası bir Kürt devletinin tehlikelerine dikkatleri çekiyorlar. Türkiye Müslümanları olarak bugünkü duruşumuzu sorgulamalıyız. Ne adına Kürt devletinin kurulmasına karşıyız ve ne adına bir Kürt devletinin kurulmasından yanayız? Bizim için önemli olan şu veya bu ad ile kurulan devlet mi, yoksa bu devletin temsil etmeyi, korumayı veya yok etmeyi esas aldığı değerler mi? Üzülerek müşahade ediyoruz ki, Müslümanların bu yöndeki endişelerinin önemli bir kısmına ümmet duyarlılığı değil, milli-milliyetçi duyarlılık hakimdir. Bu nedenledir ki Türkiye Müslümanlarının hepsi gayesi Allah'ın rızası olan Şeyh Şamil'i ağzından düşürmezler, ama çoğunluğu yine aynı gaye ile kıyam eden Şeyh Said'i ağızlarına al(a)mazlar. Kendi adımıza, bizim için aslolan devlet veya devletin adının ne olduğu değil, oradaki cari haklardır, özgürlüktür ve adalettir. Devletin de sınırların da değeri bu ölçüye riayet ettikleri sürece söz konusu olabilir ancak!

Kürtlere, Kürt yapılanmalarına ve Kürt önderlerine getirilen eleştiriler de sağlıklı olmadığı gibi, çözüme götürmekten de uzaktır. Kürtleri yabancı güçlerin oyunlarına gelmekle, ABD ve İsrail'in bölgedeki yeni dostları olmakla nitelendirenlerin, Türkiye ile diğer ülkelerin ABD ve İsrail dostluğunu görmezden gelmeleri samimiyetlerine gölge düşürmektedir. Çünkü ABD'nin ve İsrail'in bölgedeki en sadık dostu Türkiye'dir ve onu da takip eden kimi Arap rejimleridir. Şu da bir gerçektir ki, ne Kürtler ve ne de bölgedeki başka bir rejim, Amerika ve İsrail ile dostlukta Türkiye ile yarışamazlar ve bu hususta Türkiye'nin eline su bile dökemezler! Türkiye Cumhuriyeti, ABD ve İsrail ile dostluğunu sadece diplomatik, askeri, ticari ve çeşitli alanlardaki karşılıklı işbirliği ile değil, aynı zamanda kanı ile dahi ispatlamıştır. Öyleyse Müslümanlar bu konuda başkalarının ağzını kullanıp onlara asker olacaklarına, başta kendileri olmak üzere, Türkleri de, Kürtleri, Arapları ve diğer halkları da dünyada güvenli, onurlu ve müreffeh bir hayat yaşamaya götürecek olan bir söylemi dillendirmelidirler. Bölge halklarının ve hatta ABD ile İsrail halklarının da gerçek kurtuluşunun bu söylemde olduğuna inanıyoruz.

Yine konumuzla ilgili olan başka bir nokta; kimlerin, ne adına Kürtleri sevdikleri veya onlara düşman olduklarıdır. Bu bizler için elbette ki önemlidir. Ancak bundan daha önemlisi, bizim ne adına Kürtlere dost veya düşman olduğumuzdur ve ne adına onlara yapılanlara karşı kayıtsız kaldığımızdır! Kürtlerden oluşan birçok parti ve oluşum var. Her biri benzer veya kendilerine özgü tavırları ve anlayışları ile bir mücadele vermektedirler. Barzani, Talabani, Öcalan ve diğerleri Kürtler için -iyi veya kötü- çok şeyler yaptılar ve yeni yeni şeyler de yapmaya azimli görünüyorlar. Ya onların yol ve yöntemlerini beğenmeyen biz Müslümanlar bu "din kardeşlerimiz" için ne yaptık ve ne yapıyoruz? Ne adına kimlerleyiz ve ne adına kimlere karşıyız? Allah'ımızın, Kitab'ımızın ve Peygamber'imizin bu konuda bize verdiği bir görev ve sorumluluk yok mu? Bu hususlardaki tavır ve eylemlerimiz kendimize özgü mü yoksa bize tahakküm edenlerin arzuları doğrultusunda mıdır?

Çeçenistan'dan Bosna-Hersek'e, Filistin'den Kosova'ya kadar malum rejimlerin cinayetlerini, işkencelerini, ırza tecavüzlerini, katliamlarını, köy yakıp-yıkma ile boşalttırmalarını ve suçlu diye itham ettiklerinin evlerini başlarına yıkmalarını vaazlarımızda, yazılarımızda, sohbetlerimizde ve her türlü toplantılarımızda dile getirir ve lanetleriz. Peki, ya aynı zulümlerin işlendiği yer Kürdistan ve bu zulümlere maruz kalan Kürtler olduğunda nasıl bir tavır sergiledik ve sergilemekteyiz? Geçen yüzyılın en büyük vahşetleri arasında sayılan Halepçe katliamı bile Türkiye Müslümanlarının gündeminde hak ettiği yeri alamadı. Faili kim olursa olsun, Türkiye'de binlerce köy yakılıp yıkıldı veya boşaltıldı. Yüz binlerce insana yerleri terk ettirildi. İnsanlara dışkı yedirildi. Doğurdukları çocuklarına istedikleri adı koymaları engellendi. Soralım kendimize; biri diğerinden beter olan bu zulümlerden hangisini önce vicdanlarımızda mahkum ettik ve sonra da dilimizle, kalemimizle lanetledik? Bunların hangisi basın ve yayın organlarımızda yalın bir şekilde, yani objektif bir haber olarak yerini aldı? Avrupa insan Hakları Mahkemesi bile köy yakanları ve insanlara dışkı yedirenleri mahkum ederken, ne kadarımız bu insani duyarlılığı gösterebildi?

Bir an kabul edelim ki, yakılan veya boşaltılan binlerce köyün kadın ve erkeklerinden eli silah tutanlarının hepsi "komünist", "terörist", "bölücü", "hain" ve "eşkıya" idi, dolayısıyla onların hepsi "yüce devletin" kendilerine yaptıklarını hak ediyordu. Peki, ya eli silah tutamayanların; ihtiyarların, yatalak ve çocukların suçu ne idi? Onlar da en az Çeçenistan'daki, Bosna-Hersek'teki, Keşmir'deki, Afganistan'daki, Irak'taki kadın, ihtiyar ve çocuklar kadar masum değiller miydi? Bulgaristan'ın bir zamanlar Türklere reva gördükleri ile Türkiye'nin Kürtlere reva gördükleri arasında bir fark mı var?

Vaaz ve hutbelerinde Çeçenistan, Keşmir, Bosna-Hersek'ten bahseden ve her birinin bu konularda şimdiye kadar konuştukları bir araya getirildiğinde en az birer kitap hacminde olan vaiz ve hatiplerden kaç tanesi adı geçen yerleri bizzat görmüştür acaba? Bırakalım oraları görmüş olmalarını, kaç tanesi bu ülkelerin haritadaki yerini zorlanmadan gösterebilir? Hatta bu adı geçen yerlerdeki Müslümanlarla bizzat karşılaşanların sayısı dahi çok azdır. Çoğu "Müslüman" yazarlar için de durum bundan pek farklı değil! Çeçenistan'ı, Keşmir'i, Filistin'i, Kosova'yı ve Afganistan'ı bizzat görmüş kaç gazeteci, muhabir ve yazar var? Ama buna rağmen her birinin bu konularda yazdıkları ile konuştukları belki ciltlere bile sığmaz! Peki görmedikleri halde onlara bu kadar vaaz ettirip nutuk attıran ve haber ile yorum yazdıran şey nedir? İnsani kaygılar mı, İslami kardeşlik bilinci mi, ümmet duygusu mu? Aynı insani kaygıları ve İslami duyarlılığı neden bizzat görüp karşılaştıkları, günlük beraber oldukları, tanıdıkları, kız alıp verdikleri, komşu oldukları, ortak oldukları ve ayni camilerde aynı kıbleye yöneldikleri "Kürt kardeşleri" hakkında taşımazlar? Neden Türkiye'nin güneydoğusunda olup biten olumsuzluklara karşı hala susulur veya konuşulduğunda ise o insanlar sadece karalanır?

Kendilerini "Müslüman" addeden cemaat ve parti liderleri de TC'nin Kürt politikasını büyük ölçüde desteklediler. Böylelikle yandaşlarının da gerçekleri görüp bilmelerine engel oldular. Vaizinden hatibine, yazarından muhabirine, şeyhinden müridine Anadolu'nun güneydoğusunu görmeyen veya en azından oradan gelenlerle tanışıklığı olmayan bir insanı görebilir miyiz Türkiye'de? Bu bölgeyi görenler de görmeyenler de oralarda olup bitenlerden az veya çok haberdar olmalarına rağmen susarlar.

Yeri gelmişken belirtelim, aslında biz Müslümanların "Kürt realitesini" tartışmak gibi bir hakkımız yoktur, olamaz! Buna karşılık söz konusu realiteyi olduğu gibi kabul etmek zorunluluğumuz var! Ki bu zorunluluk, içinde bulunulan şartlardan doğan arızi bir şey değil, aksine inançtan gelen bir zorunluluktur. Diğer kavim ve diller nasıl görülüp algılanıyorsa, Kürtler ve Kürt dili de aynı şekilde görülüp algılanmalıdır. Olayın insancası ve dahi Müslümancası budur! Bunu maalesef gerçekleştiremedik.

Türkiye Müslümanlarının çoğunluğu, egemen rejimin kendi "din kardeşleri" olan Kürtlere yönelik insanlık dışı politikasını mahkum etmek yerine desteklediler. Hatta rejimin İslam dinini ve Allah'ın evleri olan mescitleri dahi kendi zulümlerine alet etmesine ses çıkarmadılar. Bu müntezal hal günümüzde de devam etmektedir.

Bugün "Kürt realitesinde yeni bir aşamaya gelindi: Kürt kimliği ile dili hakkındaki yasal düzenlemelerin hayata geçirilmesiyle birlikte artık radyo ve televizyonlarda da Kürtçe dilinden yayınlar yapılabilecek ve basın organlarında yazılabilecektir. Bakalım şimdiye kadar olaya duyarsız kalan Müslümanlardan kaç tanesi kendi televizyon ve radyolarında "din kardeşlerine" Kürtçe dilinde de hitap edecek ve Kürt müziğini dinleteceklerdir. Kürtçe'dir diye yayınlanan Kur'an mealini dahi tasdik etmeyen bir diyanetin vaazlarıyla inançları iğfal edilmiş Müslümanlardan sağlıklı bir tavrın ortaya konması çok zor olacaktır. İşte bu da imtihanın diğer bir boyutudur.

Sahip olduğumuz kavim ve dilin dünyamızdaki yeri ve anlamı ne ise, diğer kavim ve dillerin de yeri ve anlamı aynı olmadığı sürece vebal altındayız. Kendi dilimize sahip çıkmayı, kendi dilimizde yazıp yayın yapmayı ve kendi dilimizi geliştirmeyi kendimiz için bir hak olarak gördüğümüz gibi, bu hakkı başkaları için de görmeliyiz!

Müminler olarak hakk ve adaletten uzaklaşmamalıyız! Aksi halde zulmedenlerden oluruz! Her türlü inkarcı ve dolayısıyla gayri insani dayatmaya karşı herkesten önce karşı çıkması beklenen ve gerekenler biz Müslümanlar olmalı iken, pratiğimiz bunun tersi oldu. İslam dini dahi neredeyse "misak-ı milli" ile sınırlandırıldı. Öyle ki, rejimin kendi baskısını daimi kılmak için her fırsatta dillendirdiği "bölünürüz", "parçalanırız" seklindeki paranoyalarının benzerlerini bu "Müslümanların" çoğundan da duymak olağan hale geldi.

Kürtçe Konuşmak Yasak mı?

Egemen rejimin bir taraftan imha ve diğer taraftan asimilasyon temelli eğitim politikasının yanısıra bir de İslam adına hareket ettiklerini iddia eden kimi cemaatlerin Kürdistan'da misyonerlik faaliyetleri var. Bu gruplara ait olan öğrenci evlerinde ve yurtlarında kalan Kürt öğrencilerin Kürtçe konuşmaları yasaktır! Buralarda sözlü olarak müdahaleler yeterli görülmez, ayrıca ilgili yerlere yazılır: "Kürtçe Konuşmak yasaktır!" diye. Bu yasak da tabii ki yine din adınadır ve dini kılıflarla meşru gösterilmektedir. Buralardaki öğrenciler sadece yazı ile değil, sözlü olarak da sürekli uyarılırlar. Bakalım onlar da kendi elleriyle yazıp dayattıkları bu yasakları gönül rahatlığı ile kaldıracaklar mı? İnsan haklı olarak, bu cemaatlerin nasıl bir dine sahip olduklarını ve kimin dinini tebliğ ettiklerini sormak durumunda kalıyor.

Başka bir acı gerçeğimiz daha var; Kürtçeye karşı gösterdiğimiz tahammülsüzlük! Türkiye Müslümanlarının duyar duymaz tepkilerini ortaya koyup harekete geçtikleri dil sadece Kürtçe'dir. Diğer dilleri gıpta ile dinleyen ve onları Allah'ın birer ayeti-işareti olarak gören bu Müslümanlar, yanlarında konuşulan dil Kürtçe olduğu zaman, hemen ezberledikleri ayet ve hadisleri konuşanların üzerine otomatik bir silah gibi boşaltıverirler. Hatta kimileri suçları sadece Kürtçe konuşmak olan bu "din kardeşlerini" milliyetçilik ve ayrımcılıkla itham edecek kadar ileri giderler. Diğer dilleri öğrenmeyi teşvik eden ve bunu sevap addeden bu Müslümanlar, gerek öğrenimleri ve gerekse işleri icabı diğer dilleri öğrenirler. Sadece gelen turistlerle konuşmak ve onlara "Nasılsınız?" diye sormak adına bile olsa yabancı dil öğrenen bu Müslümanlar, "dinde kardeş" oldukları Kürtlerin dilinden üç beş kelime veya cümle öğrenmezler. Kendi yanlarında Kürtçe konuşulmasını bile milliyetçiliğe hamleden bu insanlar, adı geçen dilin de diğer bütün diller gibi Allah'ın ayetlerinden biri olduğu gerçeğini bir türlü içlerine sindiremezler.

İslam'ın kavim, aşiret, soy, dil ve coğrafya gibi bir sorunu yok! İslam, bir erkek ve dişiden yaratılan insanın zaman içerisinde çoğalıp yayıldıkça farklı dil, renk, ad ve soylara ayrıldığı şeklindeki sünnetullahın altını çizer. Dahası, dillerin ve renklerin ayrı oluşunu da Allah'ın birer ayeti olarak telakki eder. Böylelikle insanların farklı dil, renk ve ırklara sahip oluşlarını kendilerinin doğal hakkı olarak gören İslam, bu özelliklere yapılan her türlü müdahaleyi de mahkum eder. Dünyada herhangi bir insan, ait olduğu dil, renk, kavim ve soydan dolayı ne bir yergiyi ve ne de bir övgüyü hak eder. Bir dilin diğer bir dilden daha zengin ve daha köklü olması ona bir kutsiyet kazandırmaz.

Bugüne kadar soruna bigane kalmanın bize çok şeyler kaybettirdiğini belirttik yukarıda. Türkiye Müslümanları olarak zayıf ve zaaflı halimizi görebilmeliyiz artık. Sadece Kürtlerle olan imtihanda değil, okulların çocuklarımızın yüzüne kapatılması, kamu kurum ve kuruluşlarından başörtülü kardeşlerimizin uzaklaştırılması ve zulmün hemen hemen her kesime yönelik olarak yayılması sürecinde ortaya koyduğumuz tavırlar da maalesef onurumuzu koruyucu değil, aksine kırıcıdır! Bu halden kurtulmalıyız. Bunun için de evvela kendimizle hesaplaşmalı ve duruşumuzu sorgulamalıyız. Sorunlarımızı konuşmaktan ve tartışmaktan korkmamalıyız! Beterin de beteri vardır diyerek kendimizi kötü olanla avutmak yerine, İyi ve daha iyi olmaya çabalamalıyız!

Sonuç

Kürtler gündemdeki yerlerini yine korumaktadırlar. Kürtlerle imtihanımız devam etmektedir: Topraklarımızın yeraltı ve yerüstü kaynaklarına göz dikenler bu emellerine ulaşmak için bölge halklarının arasına soktukları nifakın dozajını arttırdılar. Bölge rejimleri de her zamanki gibi olaya insanca değil, emperyalistçe yaklaşmaktadır. Göreceğiz, egemenlerin kurbanlık koçları olarak yeni cephelere çağrılabileceğimiz bugünlerde hakk ve adaletten ayrılmamak için direnebilecek miyiz? Kirli emellerine pak kanımızla kavuşmak için bizleri vatan, bayrak, millet ve devlet için ölmeye çağıranlara, kendilerinin de kurtuluşlarına vesile olabilecek bir insanlık dersi verebilecek miyiz? Vatan ile vatan üstündeki şeylerin, devlet ile bayrağın ve hatta dinin dahi insan için olduğu gerçeğini görüp, bunu bizi kullanmaya çalışan zorbaların suratına haykırabilecek miyiz? Dillerin, renklerin ve kavimlerin garantisi olan İslamın bunlardan herhangi birinin inkarına veya imhasına alet edilmesine engel olabilecek miyiz?

Kürtlerle olan sınav hayatımızın önemli bir parçasını oluşturmaktadır. Bu sınavda karşımıza çıkan her soruyu ve her sorunu enine boyuna tartışmaktan çekinmemeliyiz! Bununla imanımız eksilmeyecek, bilakis artacaktır!

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR