1. YAZARLAR

  2. Güney Uzun

  3. Müslümanların Kürt Sorunu

Müslümanların Kürt Sorunu

Kasım 2005A+A-

Kemalist rejimin kuruluşundan itibaren her dem sıcak tuttuğu, adını kırmızı ile yazıp konuşulmasını ve üzerinde fikir alış-verişi yapılmasını bile vatan hainliği ile bir tuttuğu "Kürt Sorunu" Başbakan Erdoğan'ın Diyarbakır gezisi öncesi ve sonrasında belli bir süre Türkiye gündeminin baş sıralarına oturdu. Sorunun yeniden kamuoyu ve siyasal gündemin üst sıralarına gelmesindeki nedenlerden bazılarını şu şekilde sıralayabiliriz. Öncelikle silahlı çatışmaların yoğunlaştığını görürüz. Bunun yanında AB süreci için müzakerelerin başlayacağı 3 Ekim'e yaklaştıkça AB ve Kürt Sorunu ile ilgili hesapları olanların "rahat" durmadıklarına şahit oluruz. Tabi ki PKK-DEHAP çizgisinin kendi mantığı ve ideolojisi doğrultusunda gündem teşkil etmek ve propaganda yolu ile kendi varlığını ve Kürt Sorununu ülke içinde ve dışında birincil önceliğe getirmek istediğini de tüm bunlara eklemek gerekir.

Türkiye de meydana gelen son gelişmeler halklar arasında nefret tohumlarının ekilip, ırk-ulus kökenli bir kan davasının meydana çıkarılmasının amaçlandığına tanıklık etmektedir. Yıllardan beri yapılmak istenen bu ortamın öncekilerden farkı artık çatışma ve toplumsal şiddetin büyük şehirler ve Türkiye, Kürdistanın dışında gerçekleştirilmek istenmesidir. Bunun sonucu olarak tüm coğrafyada şiddetin ve OHAL türü ortamların oluşturulmak istendiğini varsayabiliriz. Rejim kendine düşman edinmek konusunda 28 Şubat'la başlayan "irtica ve bölücü terör" söyleminde vurguyu yeniden PKK ve "terör" konusuna kaydırmayı amaçlamaktır. Bu bağlamda silahlı çatışma ortamının askeri-bürokrasinin işine yaradığını görmekteyiz. Ki "sınırlı yetki ve imkanlar ile mücadele edildiği", "OHAL türü uygulamalara yeniden ihtiyaç olduğu" ve "terörle mücadele için yeni organizasyonlara ve seferberliklerin gerektiği" askeri-bürokrasi tarafından ifade edilip akredite medya tarafından hemen halka sunulmak istenmiştir.

Türkiye de Müslümanların kendi emekleri ile kazanım elde etmek yerine kolaycılığa kaçıp, hiçbir risk almadan, kendilerini asla zora sokmadan, rejimin kutsalları ile karşı hiç karşıya gelmeden, sistemin gazabını üzerine birazcık bile olsun almakta korkarak hak ve özgürlük taleplerinin çoğu zaman iç siyasi gelişmeler ve aktörlerle, AB süreci gibi dış faktörlerin sonuçlarına eklemlediklerini yaşayarak görüyoruz. Örneğin Müslümanlar başörtüsü gibi birincil olarak kendilerini ilgilendiren sorunlarında bile mücadeleden vazgeçip sorunun çözümünü siyasi iktidarın uygun zaman ve ortamda hamle yapma olasılığına bıraktıklarını söylemek aslında kendilerini direk ilgilendirmiyor gibi görünen konularda neden daha pasif ve muhafazakar-devletçi çizgiye kaydıklarını açıklamada bize yardımcı olacaktır. Bunun son örneğini de Kürt Sorunun tartışılmasında gördük. Başbakan Erdoğan'ın Diyarbakır gezisi İslami çevrelerde öyle bir hava estirdi ki onlara göre artık Kürt Sorunu çözülmüştü. Hatta bazı İslami yazarlar sonunun adının Kürt sorunu olarak adlandırılmasından bile rahatsızlık duyuyorlardı. Bir de bu durumlara ilaveten sosyalistler ve PKK ile Müslümanları rejimin tutumu tarafından karşılaştıran ve muhafazakar-devletçi söylemlerle İslami davaları savunduklarını sanan gazeteleri de örnek olarak verebiliriz.

Özal'dan Erdoğan'a Aynı Nakarat

Kürt sorunun yeniden gündeme gelmesi sürecini kısaca şöyle özetleyebiliriz. Başbakan Erdoğan, Diyarbakır gezisi öncesi bazı gazeteci ve yazarlarla görüşerek onların sorun hakkındaki düşünce ve taleplerini dinledi. Sonrasında Diyarbakır'a gitti. Bu gezi sırasında Erdoğan "geçmişte devletin bazı yanlışlar yapmış olduğunu" ifade ederek "Kürt Sorunu"nun varlığını kabul ettiklerini söyledi. Tabii bu sözler sorunun çözümünü isteyen çevrelerde olumlu karşılandı. PKK sınırlı ve süreli ateşkes ilan ederek bu açıklamaya "karşılık" verdi. Siyasi çevrelerde milliyetçi ve Kemalist eksende bu açıklamalar çok da hoş karşılanmadı. Ordu bu açıklamalardan rahatsızlık duyduğunu belli etti.

Ak Parti'nin bu çıkışını abartanlara, Ak Parti'nin de örnek aldığı Özal'ın federasyon sözlerini hatırlatmak isteriz. Özal teorik olarak bu sözü ile çözüm olarak Erdoğan dahil kendinden sonra gelenlerden daha ileri adım atmıştı. Özal sorunu kabul etmekle beraber çözümü için de öneri sunmuştur. Ancak bu sözlerin sırf konuşulmak için ya da belli yerlere sıcak mesajlar vermek için söylendiği sözün gerisinin gelmemesi ile anlaşılmış oldu. Süleyman Demirel başbakan olduğu dönemde yine Diyarbakır'a giderek "Kürt realitesini" tanıdıklarını ifade etmişti. Bir zamanlar Kürt'ün olmadığını ve soylarının Türk olduğuna dair resmi kitap ve söylemlerin olduğu hatırlanırsa Kürtlerin ve sorunun var olduğunu kabul etmekte olumlu bir adım gibi görünebilir. Peki Demirel gibi başta 28 Şubat olmak üzere darbe süreçlerinin aktörü ve rejimin bekası için kimsenin aklına gelmeyen fikirlerin mucidi birinin bu beyanları da laftan ve günü kurtarmaktan ibaret kalmadı mı? Yine benzer bir atağı Mesut Yılmaz yaptı. "AB'nin yolu Diyarbakır'dan geçer" sözü iç ve dış politik aktörlere mesaj vermenin ötesine geçemedi.

Tüm bu sözleri ve fikirleri ifade edenler devletin en tepesindekilerdi ve ülkeyi onların yönettiği söyleniyordu. Tüm bu söyler havada kaldı. Çünkü hükümetlerin ve kişilerin ötesinde Türkiye'yi asıl yöneten güç olan oligarşi Kürt Sorunu çözmek istemek şöyle dursun sorunu bile kabul etmek istemiyor. Dün niyetlerinde samimi olduklarını var saysak bile Özal, Demirel ve Yılmaz'ın sözlerinin devamının gelmemesinin nedeni olan ordu, bürokrasi, sermaye ve medyadan  oluşan devlet sınıfları Ak Parti'nin bu konuda açılım yapmasının önündeki en büyük engeldir.

Bu bağlamda Erdoğan'ın dile getirdikleri aslında Özal-Demirel-Yılmaz çizgisinin devamından başka bir şey değildir. Sözleri haleflerinden daha ileri ve samimi olabilir. Ancak samimiyet ve teorik olarak doğruluk rejimin kuruluşundan beri katlanarak devam eden bu sorunun çözümü için yeterli değildir. Öncelikle Ak Parti kendi siyasi çizgisini merkez sağ ve muhafazakar olarak ifade ederek ideolojik olarak var olan statükonun dışına çıkmayacağını-çıkamayacağını söylemiş oluyor. Bunun göstergesi olarak da Kürt sorunundan daha az girift olan başörtüsü konusunu var olan politik ve bürokratik engelleri iktidar olmasına rağmen aşamaması ve sorunu ertelemeci bir süreçte oyalamasıdır. Kürt Sorunu rejiminin ürettiği en büyük sorunlardan biridir ve silahlı mücadele ve dış aktörlerin devreye girmesiyle sorunun çözümü zorlaşmıştır. Eğer Tayyip Erdoğan haleflerinden farklı olmak istiyor, sözlerinin arkasını getirmek ve değerli kılmak istiyor, Kürt Sorunun çözümü için adımlar atmak istiyorsa sorunun önünde duran ve çözüm istemeyen oligarşi ile mücadele etmelidir. Peki Ak Parti oligarşi ile mücadele edebilir mi?

Erdoğan'ın Sözlerinin Gerisi Gelir mi? AKP Statükoyu Değiştirebilir mi?

Başbakan Erdoğan YÖK tasarısını meclis gündeminden geri çekerlerken Türkiye'de çatışmadan yana olmadıklarını, uzlaşmacı olduklarını dile getiriyordu. Benzer ve daha basiti üniversite sınavındaki katsayı olayında yaşandı. YÖK ve ÖSYM karşısında iktidar sözünü dinletemediği gibi tersine bürokrasi hükümete tabiri caizse gol atmış oldu. Ak Parti anayasayı değiştirme çoğunluğuna sahipken "iktidarken" bürokrasiye yenik düşmüş, medyanın baskılarına boyun eğmiş, sermayenin yönlendirmeleriyle hareket etmiş, askerlerin brifingleriyle, demeçleriyle sözlerinden, yeri gelmiş, çark etmiştir.

Ülkenin en büyük kamu kuruluşları sermayeye peşkeş çekiliyor, ülkenin limanları yine uluslararası Siyonist sermayeye şaibeli ihalelerle kiralanıyor, medyanın kartel oluşturarak ve sanayi kuruluşlarını alarak palazlanması sağlanıyor, askerler OYAK gibi kuruluşlarla sermayesine sermaye katıyorken ve tüm bu sürece siyasi iktidar ses çıkarmıyor hatta yardımcı oluyorken AKP'nin Kürt sorunu ile ilgili olumlu adımlar atmasını beklemek makul sayılabilir mi? Ak Parti oligarşi ile mücadele etmek yerine oligarşinin daha da güçlenmesine yardımcı olarak aslında Türkiye'de rejimin sınırları ve rızası dışında siyaset yapılmadığını ve kendisinin de yapamayacağını göstermiştir.

Kürt Sorunun Kaynağı Tartışmaları

Askeri kanadın Kürt sorunu ile ilgili Diyarbakır gezisi sonrası sorunun etnik bir sorun olmadığı, ekonomik ve sosyal tedbirler ve iyileştirmelerle sorunun çözülebileceği yönündeki karşı tezi değişik çevrelerde yankı buldu. Bu konuda İslami çevreler ve yazarlarda sosyo-ekonomik şartları yerinde olan hiçbir Kürdün dağa çıkmayacağını söylemesi askerlerin tartışma alanını sosyo-ekonomik çevre ile daraltma manipülasyonuna geldiklerini göstermektedir. Bu bakış açısı seküler-kapitalist-ilerlemeci bir anlayışın ürünüdür ve sakattır. İnsanların sırf pozitivist, seküler kaynaklardan beslenerek aydınlatılması, ekonomik sorunlarının çözülerek refah düzeylerinin ilerletilmesi ile başka bir şeylere ihtiyaç duymayacaklarını var saymak insan onurunu ve yaratılış gayesini yok saymakla eş anlamlıdır. Türkiye de ki Kemalist-sol kesimlerin her toplumsal olguya yaklaşırken kullandıkları bu geri kalmış batılılaşma artığı düşüncelere değişik kesimlerde de rastlamaktayız.

Bugün Kürt sorunu kaynağı ve çözümü için söylenenler Müslümanlar ve İslami konular gündeme gelince de dile getirilmiyor mu? Örneğin başörtüsü konusu soyso-ekonomik bir durumun tezahürü olarak görülüp şartların düzeltilmesi ve standartların yükseltilmesi ile kadınların başlarını örtmeyeceği gibi seküler ve jakoben bakış açısı geliştirilmiyor mu? PKK ile birlikte dağa çıkanların beşeri ideolojilerini yüceltmiyoruz. İtikadi olarak Kemalist ideolojiden ne kadar beri isek PKK'nın ideolojisinden de o kadar beriyiz. Her iki ideolojinin de cahili olduğunun altını çiziyoruz. Ama bu vurgumuzla beraber rejimin üstten-küçümser indirgemeci yaklaşımının da gözden kaçırılmaması gerektiğini düşünüyoruz. Rejim kendi varlığından kaynaklanan sorunun nedeni için farklı sebepler üretmektedir. Müslümanlar sistemin kendine muhalif akımlara karşı geliştirdiği söyleme karşı dikkat etmeli, başkaları için bu gün söylenenlerin yeri gelince kolayca kendisi içinde gündeme getirildiğini ve getirileceğini unutmamalıdır.

Burada Kürt Sorununu sırf Kemalizm'e indirgemek gibi bir yaklaşımdan da kaçınmamız gerektiğini belirtmek isteriz. Çünkü Kürt sorunu asıl itibariyle TC'nin kurulmasıyla başlamış bir sorun değildir. Osmanlı zamanında da ayaklanmalar olmuş, padişahlara zamanın bazı alimleri tarafından bölgedeki sorunların çözümü için raporlar iletilmiştir. Ancak Osmanlıdaki Kürt sorunu ırksal bir kimliğin reddi değildir. Kaldı ki Osmanlı ulus-devlet değildi. Ancak Osmanlının son zamanlarına doğru yine devletin bekası için ne yapmak gerektiği noktasındaki tartışmalarda özellikle ulusalcı yaklaşımların oluştuğu ve bunların uzantılarının TC'yi kuranlar olduğu görülür. Ama ulusalcı-laik cumhuriyet Kürtlere başta olmak üzere kuruluş aşamasındaki verdiği sözlerden zamanla çark etmiş ve farklı görüşleri tasfiye etmiştir.

Kur'ani Tavır: Fesat Çıkarıp Bozgunculuk Yapanı İfşa Etmek

Müslümanlar açısından sorun teşkil eden diğer bir konu ise PKK'nın eylemleri ve bunlara tepki olarak gelişen toplumsal gösteri ve linç girişimleri sonrasında ortaya konan yanlış tutumlardır. İçerisinde İslamcıların da olduğu değişik kalemler, Erdoğan'ın olumlu bir adım attığını, Kürtlerin ve PKK-DEHAP'ın bu adımlardan sonra karşılık verip ortamı yumuşatmaları gerektiğini ve Türkiye'nin istikrarının, güven ve huzurunun bozulmamasının birincil derece önemli olduğunu ifade ediyorlar. Oysa ki öncelikle Erdoğan'ın adımının sorunu çözümü için olumlu ama yetersiz bir adım olduğunu belirtmemiz lazım. Yetersiz ve gerisi gelmeyen bir adımdan dolayı hemen sorun bitti ve sorunun diğer tarafları şunu şunu yapmalıdır türünden beyanlar aceleci bir davranış olur. Kaldı ki çözüm Kemalizm ile yüzleşmekten oligarşiye karşı tavır almaktan geçmekte ve Ak Parti şu an için bu tür bir karşı tavrı sergilemekten uzak görünmekte.

Müslümanlar Türk veya Kürt ulusalcı siyaseti arasında taraf olamaz. Bunun tersi söz konusu ulusalcı siyasetlerin stratejik adımları yakınında/paralelinde politika üretmek onların ardışığı bir söyleme bizleri götürür. Bu yüzden özellikle İslami çevrelerin rejimin, hükümetin adımları peşi sıra rejimin söylemine taraf olup PKK-DEHAP'a mesajlar verme yanlışına düşüldüğüne şahit olmaktayız. Müslümanlar rejimin inkar ettiği ırk, dil ve renk gibi Allah'ın ayetlerinden olan unsurların kabulü noktasında taraftırlar. Yine Müslümanlar Kürtlerin yok sayılmalarına karşın tavır alırken, tüm insanlığı hiçbir ırkın, sınıfın üstünlüğüne dayanmayan bir dünya görüşüne ve Allah (c) birlenmesiyle tevhidi çizgiye çağırmaktadırlar. Yeryüzünde adaletle hükmetmek ile emrolunmuşlardır. Zulüm kimden ve kime yapılıyorsa zulmedenin karşısında ve mazlumun yanında olmak İslami tavırdır. Adalete taraf olmak budur.

Türkiye egemenlerinin, bu topraklarda hükümdarlıklarını sürdürmek için kan dökülmesi dahil hiçbir yolu göz ardı etmediklerine kendi yaşantımız sürecinde bile birçok kez şahit olduk. "Kanla kurulan bir rejimin yine kanla korunacağı" fikri Kemalist kalemlerce defalarca vurgulanmıştır. AB süreci bağlamında kendi egemenliklerine zeval geleceğini düşünen bazı güçler ile Türkiye de nispi ve kağıt üzerinde kalan olumlu adımlardan rahatsızlık duyup, halk ve ülke üzerinde postal ve dipçiklerin olmasını arzulayanlar bu emelleri için toplumsal gerilimlerden medet ummaktadırlar. Psikolojik harp taktikleri ile halk rahatlıkla manipüle edilip yer yerde provake edilmekte, yeniden ülke ve halklar aynı tezgahlara getirilmeye çalışmaktadır. Belli süreçleri tıkamak ya da yeni bir süreci başlatmak isteyen bu güçlerin Kürt olsun Türk olsun birilerinin ölmesi umurlarında bile değildir.

Ülkede istikrarın ve huzurun olup olmaması umurlarında bile olmayan hatta bu durumun sorumluları bürokratik oligarşi iken İslami kesimden birilerinin çıkıp "aman istikrarı bozmayın", "Ak Parti sürecini ve çabalarını baltalamayın" demeleri ve en basit tabirle "kraldan çok kralcı" olmaktır. Bu durum, Müslümanların sağ-muhafazakar-devletçi çizgiden kopamadığını ve/veya iktidarda İslami kesimden birilerinin olduğunda devleti ve rejimi sahiplenmekten geri durmadıklarını göstermektedir. Müslümanlar ülkede kaos ve anarşi isteyen bir düşünceye sahip değildirler. Kan ve gözyaşı üzerinde siyaset yapmanın, insanların açlıklarını ve sefaletlerini siyasi ranta dönüştürmek gibi bir anlayışları da yoktur. Ancak burada ince bir yol ayrımı vardır ki bu da önemlidir. Rejimin kendisi sırf kendi bekası için ülkeyi kana ve kaosa sürüklüyor (son örneğini 28 Şubat'ta gördük. Sırf rejimin geleceği için ülkenin yağmalandığını, toplumun derin sosyal ve ekonomik krizlere duçar edildiğine şahit olduk) ve sırf bu istikrasızlıktan kendisine taze kan devşirmeyi planlıyorsa Müslümanlar basiretli olup zulmün devamı için taze kan olmamalıdırlar. Müslümanlar "istikrar ortamını bozmayalım" diyeceklerine bu kaosun asıl sorumluları ile bu işten rant elde edenleri deşifre etmelidirler.

Bizler bozguncular değiliz. Ancak Kur'an-ı Kerim'de buyurulduğu gibi yeryüzünün talan eden, kan gölüne çevirenlerin ister rejim ister muhalifleri olsun "bizler ıslah edicileriz" demelerinde olduğu gibi düşüncelerinin ve amellerinin böyle olmadığını, hangi taraftan gelirse gelsin asıl bozguncu ve isyankar olanların Allah'ın emirlerine muhalif kalanların olduğunu ortaya koymalıyız.

Müslüman Kürt/Müslüman Türk Tartışmaları

Müslüman Kürtlerin özellikle tevhidi camiada devamlı olarak milliyetçilikten ve şovenizmden kurtulamadıklarına yapılan vurgu belli dozları ve fikirleri aştığı zaman rahatsızlık vermektedir. Benzer şekilde İslamcılar genellemesi altında rejim ve Kürt sorunu noktasında tutarlı ve ilkeli muhalif çizgiyi benimseyenler görmezden gelinerek tüm Müslümanların sağcı-devletçi reflekslere sahip olduğu dillendiriliyor. Sorun bu sefer Müslümanlar arasında Tevhidi ve muhalif Müslümanların hangisinin Türk şovenizme kaydığı hangisinin Kürt ulusalcı olduğu gibi bir kısır döngüye sokulmaktadır. Bunun sonucu olarak bazen sırf Türk veya Kürt ırkından geldikleri halde tevhidi Müslüman olduklarını, ulusalcı olmadıklarını göstermek için gereksiz açıklama ve pratiklere gidilmektedir.

Hangi ırksal kökenden gelirse gelsin sözlerin doğru oluşu ve muhataplarımızda olumlu yankı bulması kendi içimizde ilkeli ve tutarlı olmaktan ve bu teorik duruşu eylem-amel bazında sergilememizden geçer. Kürt sorunu konusunda da turnusol kağıdı amel ve eylemlerle değer katılmış fikirlerimizdir. Nasıl evrensel bir İslami bilince sahip olmamız yerel sorunlar ile ilgilenmemizi engellemiyorsa tersine bir bakış açısı ile İslam ve Müslüman üst başlığın altındaki ırk, renk, dil, mezhep, cinsiyet ve yerel sorunlar bizlerin evrensel bir İslami dünya tasavvurumuza engel teşkil etmemelidir. Irak'ta mezhep ve ırk tartışmalarından rahatsızlık duyduklarını ve bu bölünmüşlüğün Müslümanlara ve evrensel İslami harekete zarar vereceğini düşünen aklı selim ve basiret sahibi kişiler kendi yakın coğrafyaların da ki Kürt-Türk Müslüman ayrışmaları konusunda benzer duyarlılığı sergilemelidirler.

Sonuç olarak Erdoğan'ın Diyarbakır gezisi ile başlayan Kürt Sorunu ile ilgili gündemin son günlerde zayıfladığını görmekteyiz. Buna paralel olarak Erdoğan'ın sorunla ilgili sözlerinin de arkasının aynı Özal-Demirel-Yılmaz gibi gelmediğini, havada kaldığına ne yazık ki şahit olduk. Türkiye de ki temel sorunların kaynağı rejim olduğu için bunların çözümleri sistemle karşı karşıya gelmekten, mantalitesinin sorgulanıp deşifre edilip sonrasında uzun soluklu ilkeli ve tutarlı bir mücadelenin verilmesinden geçmektedir. Ak Parti kadroları ve siyaset anlayışı bunu yapacak arka plana sahip değil.

Müslümanların kendi özel ve ülkenin genel sorunlarının çözümlerini siyasi iktidarlara havale ederek ertelemeci ve baştan sağmacı bir yaklaşımı terk etmeleri en doğru yoldur.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR