1. YAZARLAR

  2. Hamza Türkmen

  3. Cahili Tüketim Kültürünü Aşmak Mümkün mü?

Cahili Tüketim Kültürünü Aşmak Mümkün mü?

Kasım 2005A+A-

İnsanın biyolojik varlığı yemek ve içmek konusunda zorunlu tüketim nesnelerine muhtaçtır. Bu açıdan tüketmeden yaşamak imkansızdır. Hatta Yaratıcımız vahyi bildirimi ile bir kulluk imtihanı olarak yenmesini yasak kıldığı leş, kan ve domuz etinin bile, zorunlu hallerde zaruret miktarı kadar yenilmesine izin vermiştir. Ayrıca barınmak, giyinmek, iletişim gibi temel/normal ihtiyaçlarımız da bulunmaktadır. İnsan bu tür ihtiyaçlarını karşılamak için iradi davranışlarda bulunur.

İnsan, zorunlu ve temel/normal ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla harekete geçme enerjisi ve yetisiyle yaratılmıştır. Ama insanları hayvanlar aleminden farklı kılan en önemli özelliği ise, akletme yetisidir. İnsanın zorunlu ve temel ihtiyaçlarını gidermede vahşi rekabet ve tüketimi değil, adil paylaşım ve tüketimi gerçekleştirmesi beklenir. Çünkü insan, akletme özelliği ve yaratıcısının otoritesini onaylama fıtratı ile yaratılmıştır. İnsanın vahyi ve beşeri, adil ve vahşi, tevhid ve şirk kutupları arasındaki tercihi, dünya serüvenindeki yaratılış imtihanıdır.

Bir Müslüman için zorunlu ve temel ihtiyaçlarını karşılamanın sınırları belirsiz değildir. İnsanlara hayat rehberi olarak elçiler aracılığıyla gönderilen vahyin rehberliği, insan fıtratına uygun olanın, tüketimde adil olanın ölçüsünü ve sınırlarını bize göstermiştir. Çünkü evrenin tüketilen ürünlerini de tüketen insan fıtratını da yaratan, bunların dengesini ve mutlu olacak ölçüleri bilen ve belirleyen de yaratıcımız olan Allah'tır.

İnsanların zorunlu ve temel ihtiyaçlarını karşılamada hududullahı gözeterek kulluk görevlerini yerine getirmeleri tevhidi ve adaleti ikame eder, gerçek özgürlüğü yaşamlaştırır. Çünkü gerçek özgürlük, fıtratın tabiatı ve eşyanın kanunlarıyla uyum içinde olmak, fıtratı yabancılaşmaktan korumak ve kulluk bilinci ile iki cihan saadetine kavuşmaktır. Hududullah'tan sapılması ise fıtrattan yabancılaşmayı ve doğanın tahribini getirir ki, bu tür tercih ve tavırlar Rabbimiz karşısında ululanmayı, şirki ve vahşileşmeyi oluşturan bir cahilleşmedir. Cahilleşme fıtrata ve vahye yabancılaşmadır.

Tüketmeden yaşamak imkansızdır. Ama zorunlu ve temel ihtiyaçlarımızı karşılamak için vahyi ölçüleri ve adaleti gözetmeyen her türlü tüketim cahili tüketimi ifade eder. İslami ıstılahta bunun karşılığı haram ve israftır. Bu açıdan ihtiyaç olan tüketimi tartışmak değil, neyin ihtiyaç neyin israf olduğunu ve nasıl tüketildiğini tartışmak önemlidir.

Artık hayatımızda ümmet kültürünün veya tarım toplumunun dinamikleri belirleyici değildir. Müslümanlar tarihi süreç içinde ümmet olma bilinç ve pratiğini kaybetmişlerdir. İnsanlık alemi de Sanayi Devrimi'nin dönüştürücü kuşatıcılığı içinde tarım toplumunu ve alışkanlıklarını terk etmeye başlamıştır. Müslümanlar 14. ve 15. yüzyıllardan itibaren Avrupa'da şekillenen yeni ekonomik üretim ve ilişki kalıplarının değişim seyrini tanımlayacak ve karşılayacak toplumsal dinamiklerden ve değer ölçülerinden uzaklaşmışlardı. Müslümanların ilk dönemlerde vahyi ölçüler dairesinde geliştirdikleri bilimsel ve medeni hamleler, değer ölçüleri bulandıkça azalmış ve yaşam koşullarını tanımlama çabalarındaki inisiyatif Rönesans, Reform ve Aydınlanma akımlarıyla şekillenen Avrupa'daki modern paradigmaya kaymıştı.

Yani modern Batı, Müslümanları yeni bir hayat ve zihniyet biçimi olarak nitel bir dönüşüme uğratarak parçalamadı. Müslümanlar Kitab-ı Kerim'le olan irtibatlarını zayıflatmışlar, hayatı cahilce tüketmeye başlamışlar ve ümmet zindeliğini kaybederek parçalanmışlardı. Vahyi nimeti kaybetme sonucu oluşan sosyal parçaları, modern Batı, kapitalist çevrim dairesi içine almış ve kendi parçası veya pazarı haline getirmişti.

Tarih içinde hiçbir toplum, sanayi kapitalizminin son yüzyılda ulaştığı büyük üretkenlik düzeyine ulaşamamıştı. Kapitalist üretimde yalnızca çok büyük miktarda metanın biriktirilmesi önemli değildi. Önemli olan; biriktirilen büyük miktardaki metanın sermayedarına kar sağlaması ve yeni yatırımlara zemin teşkil etmesi için paraya dönüştürülmesi, bunun için de dağıtımı ve tüketimi idi. Bu açıdan kapitalizmin sorunu, güçlü üretimiyle depolarını dolduran metalarını nasıl tüketeceği idi. Kendi dünyamızda tüketim konusunda karşılaştığımız modern durum, kapitalist üretim ve tüketim ilişkisi içinde belirlenmeye başlanmıştı.

Sanayi kapitalizminin tüketim sorunsalı sadece gelişmiş kapitalist ülkelere has bir mesele değildir. Zira kapitalizm 19. yüzyıldan bu yana küreselleşmiş ve tüm dünyayı pazarı haline getirmiştir. Sanayi kapitalizminin ürettiği ve alıştırdığı yaşam standartları küreselleştirilmiştir. Dolayısıyla sanayi kapitalizminin yaslandığı değer ölçüleri de, tüketim sorunsalı da küreselleşmiştir.

Sanayi Kapitalizminin Gelişim Süreci İçinde Tüketim Kültürü

16. ve 17. yüzyıllarda Avrupa'da merkantilist akım, tüketimi kısarak ve tasarrufu özendirerek sermaye birikiminin sağlanacağını öngörüyordu.

18. ve 19. yüzyıllarda Adam Smith, Malthus, Ricardo gibi klasik ekonomistler ise talebi canlandırabilmek için üretim ve tüketim eğilimleri üzerinde denge hesapları yapmışlardı.

Ancak Birinci Dünya Savaşı akabinde baş gösteren 1929 ekonomik bunalımını tekrarlamamak için Keynesyen ekonomi politikaları, devlet ve özel kişilerin tasarruflarını harcamaya ve yatırıma yöneltti. Taylor ve Ford, seri üretim yöntemleriyle verimlilik ve kitle üretimi kavramlarını gündemleştirdi. Ford, "daha çok boş zaman ve daha çok tüketim" hedefine, çalışanlara daha çok ücret ve iki günlük hafta sonu tatili önerisiyle varılacağını planladı. Böylece alım gücü artırılan bireyler fazla farklılaştırılmamış pazarlara yöneltilerek, kitlesel tüketime özendirilecekti. Yani talep yetersizliği nedeniyle durgunluk yaşamak istemeyen sistem, böylece tüketimi reklamcılık, pazarlama stratejileri, yeni tasarım biçimleriyle gerekli bir yaşam biçimi haline getirmeye çalışacaktı.

Kitlesel tüketim doğal bir tercihten değil, öğretilen tercihlerden kaynaklanıyordu. Böylece tüketim kültürü ve tüketim toplumu kavramları ortaya çıktı. 1960'lardan sonra gelişkin kapitalist toplumlarda maddi mallar ve hizmetler (konut, eğitim, sağlık, ulaşım, turizm vd.) toplumsal katmanları ayrıştıran tüketim biçimlerini oluşturmaya başladı. Artık sosyologlar yaşam olanaklarını ve toplumsal kimliği, toplumsal sınıf ayrımından ziyade, tüketim dilimleriyle tanımlamaya başladılar. Ve toplumsal tabakalaşma tanımlamalarında üretime dayalı kalıplardan ziyade tüketime dayalı kalıplar belirleyici olmaya başladı. Örneğin Hanry Ford adına otomotiv sanayinde çalışmanın nasıl bir şey olduğundan ziyade, bir Ford otomobile sahip olmanın ve onu sürmenin ne anlama geldiği konusu ön plana geçti.

1970'li yıllardan sonra ise reklam ve moda, eşya ile belirginleşen imajları "sosyal anlamlar"la bütünleştirmeye başladı. Kitlesel üretimin yönelttiği kitlesel tüketim yerini, tüketicilerin kalite ve imaj kültürü ve değişim çevrimi içine çekilmesiyle marka ve ürün tercihlerine yöneltti. Post-Fordizm denilen model değişiminin hızlandığı ve ürün yaşamlarının kısaldığı bir süreçti bu.

Tüketimde marka tutkusu, diğerlerinden farklı, bağımsız ve özgür görünme dürtüsüne dayandırılır. Modernizmde birey ve toplum; akılcılık, bilim ve ilerlemeci teknoloji ile yönlendirilirken öteki olan kültürlere değer verilmez. Postmodernizm ise zıtların kendilerini modern olan içinde ifade etmesine fırsat vererek kapitalist tüketimin alanını geliştirir, geçmişi ve geleceği şimdi yaşamayı öneren bir yaşam sunar. Alt ve üst kültür ayrımları hiyerarşik önemini yitirirken, yaşam bir tüketim deneyimi olarak algılanır. Örneğin "Capris Otel cennetten bir köşe" veya "Belli eşarpları birinci sınıf dünyalar için" tarzındaki reklamlarda görüldüğü gibi kültür ve ticaret iç içe geçirilir. Böylece marka ve semboller peşinden koşturulan tüketici, günlük mutluluklarla tatmin bulan, ihtiyacının tatminini ertelemeyen ve gelecek için bugününü feda etmeyen bir konuma düşürülür. Kur'an'daki "insanın aceleciliği" (İnsan, 27), "acil olanı istemesi" (Kıyamet, 20) hitabını bu konuma düşürülenlere bakarak anlamak oldukça anlamlıdır.

Batılı modern toplum, 15. yüzyıldan bu yana Avrupa'da oluşturulan akılcı, bilimci ve ilerlemeci bir epistemolojik temele dayanır. Bu toplum tanrılar veya tanrı, metafizik veya din temelli bir eksenden, insan yani özne temelli bir dünya görüşüne evrilerek kurulmuştur. Sanayi kapitalizmi de Batı'nın bu epistemolojik dönüşümü içinde üretildiği için bireyi, dünyayı ve gücü önceleyen seküler bir temel üzerine inşa edilmiştir. İlerlemecilik doktrini, teknolojik ve ekonomik ilerlemeyi, hayatı anlamlandıran zorunlu bir hedef haline getirir. Sanayi kapitalizmi için ilerlemek, sürekli büyümek ve sonuç itibariyle de büyümek için sürekli ve değişen biçimlerde tüketmek demektir.

Kapitalist tüketim fonksiyonel bir tüketim değildir. Marka ve imaj kültürü ile öğretilen bir "sembolik tüketim"dir. Özellikle kapitalist toplumlarda ve bu tarz yaşam biçimine özenen tüketicilerde ürün ve markalar ekonomik, teknolojik, işlevsel yararlarından daha çok, taşıdıkları ve aktarabildikleri sembolik anlamları açısından değerlidirler. Sembolik tüketimde kullanılan saatten, giyilen spor ayakkabıdan veya takılan eşarptan daha çok markaları önemlidir. Tüketici, öğretilen ihtiyaçlara yöneltilir ve sembolik değerleri veya imajları satın alır. Kapitalist ekonomide daha fazla tüketim daha fazla üretimi ve bu döngünün de daha fazla refahı getireceği iddia edilir. Dinin alt kültür olarak algılandığı tüketim kapitalizminde artık birey/özne temelli bir yaşam anlayışından, meta temelli bir yaşam tarzına evrilmeye başlanır. Yani yaşamı artık insan değil, insanı artık bir avuç sermayedarın ürettiği nesne belirlemeye başlamıştır. Bu hal ABD'den Avrupa'ya, Japonya'dan Çin'e kadar kapitalist üretim ve tüketim tarzını paylaşan toplumlarda var olan değerler erozyonunun, yabancılaşmanın ve tuğyanın yeni bir türüdür. Böylece metalara bağlı tüketim kültürü küresel kapitalizmin ideolojisi haline gelmiştir.

Tüketim ideolojisinin ikonları markalar, mabetleri büyük alış veriş mağazaları, tebliğcileri ise reklamcılardır.

İhtiyaç mı İstek mi?

Tüketme ihtiyacı ile kapitalizme ait tüketim kültürü aynı şeyler değildir. Tabii ki ekonomik üretim ve tüketim davranışlarında hududullahı tanımayan tarım toplumuna ait tuğyan ile, kapitalist toplumun yapılanması ve işleyişindeki tuğyan nitelik itibariyle farklı değillerdir. Ancak her dönemde geçerli olan "lüks tüketim"in hazları kırbaçlayan özelliğine nispetle, küresel kapitalizme ait olan "tüketim kültürü" çok daha yaygın, programlanmış ve kimlik aşılayıcıdır.

Tüketimin tanımında en önemli kavram "ihtiyaç"tır. Tüketimle ihtiyacın tatmini amaçlanır. Zorunlu ve temel ihtiyaçlarımızın fizyolojik ihtiyaçlar, güvenlik ihtiyacı, sevgi, saygı ve ait olma ihtiyaçları gibi açılımları vardır. İhtiyaçlarımızın önceliği zorunlu olanlardan başlar. Ancak tüketimin amacı olan ihtiyaç, birçok kavramla karıştırılır. Bunlardan en önemlisi ise "istek" kavramıdır. İstek çoğu zaman ihtiyacın karşılığı olarak kullanılır. Oysa istek, ihtiyacın nasıl tatmin edileceği ile ilgilidir. İhtiyaç fıtri iken istek kültüreldir. İhtiyaç yaratılışla ilgilidir ve doğaldır; istek ise öğrenilmiştir, değerler sistemine dayanır ve kişinin yaşamı boyunca öğrendikleriyle ilgilidir. Örneğin susamak zorunlu bir ihtiyaçtır. Ancak susuzluğun su ile mi, ayran ile mi, cola ile mi karşılanacağını belirleyen istektir.

İnsanı yaratan ve tabi olacağı yasaları belirleyen Rabbimiz, Kitab'ında insanın bol rızıkla karşılaştığında yeryüzünde azgınlık yapacağını (Şura, 42/27) belirtir. Bu nedenle bol rızıkla karşılaşanların ve bol rızık kazananların azgınlık ve sapmalardan uzak kalabilmesi için isteklerini vahiyle terbiye etmeleri gerekir.

Müslümanlar için zenginlik lüks tüketime sapmak amacıyla değil, sosyal adaleti ve paylaşımı sağlayacak infak ve zekat ibadeti için harcanmalıdır. Refah bolluk ve varlık içinde yaşamayı; salah ise iyi hali, sulhu ve dine bağlılığı ifade eder. İslam refahı değil salahı ve takvayı önceler. Ama bu önceleme dünya nimetlerinin terki anlamına gelmez. Bol nimet Müslümanların şükrünü ve kulluk sorumluluğunu artırmalıdır. Müslümanlar her zaman zayıflara el uzatmak, azgınlara karşı tevhid ve adalet yapısını korumak için güç hazırlamak zorundadırlar. Kur'an hayata yön vermek için gelmiş ilahi bir rehberdir. İslam'ın çağrısı evrenseldir ve her daim müdahale ettiği hayat, modern hayattır. İslam modern öncesi hayata ait bir proje peşinde değildir; ama modern olanın da vahyi ölçüler içinde işlemesini ve ıslahını ister. Rezzak olan Allah'tan karşılık bulanlar karşılık bulduklarını gizlemezler, ellerini saçıp savurmadıkları gibi kısmazlar da. Mescitlerine güzel elbiseleriyle giderler, mülkün ve kazancın sahibinin Allah olduğu bilinciyle davranırlar. Zaruriyat [zorunlu ihtiyaçlar], haciyat [normal ihtiyaçlar] süreçlerinden sonra ulaşılacak nimetlerle donanmış adil bir tahsiniyat [güzellik ve süs ihtiyaçları] söz konusu olabilir. Tahsiniyyat, hayatı daha kolaylaştıracak olan eğitim, sağlık, mekan ve aletlerle geliştirilecek bir medenileşme ve kültürlenme sürecidir. Ancak bu medeni süreç nefsi azdıran istek ve hazlardan, israf ve lüksten uzak olmalıdır. Zorunlu ihtiyaçlar karşılanmadan haciyatla uğraşmanın anlamsızlığı kadar, zaruriyatın ve haciyatın karşılanması sağlanmadan tahsiniyata yönelinmesi de anlamsızdır, israfın ve adaletsizliğin kapısını aralar.

İstek, öğrenilmiş ve kültürle yönlendirilmiş bir duygu olduğu için, bu duygunun tarım toplumunda da sanayi toplumunda da vahyi ölçülerle eğitilip eğitilmediğini bilmek önemlidir. Tüketim ihtiyaçlarımızın dünyayı terk eden bir riyazat ile yok sayılması kadar, lüks ve israf ile alabildiğine tahrik edilmesi de bir sapmadır.

Nicel anlamda lüks, mal ve hizmetlerin "ziyan" edilmesiyle eş anlamlıdır; nitel anlamda ise daha iyi ve estetize edilmiş mal ve hizmetlerin kullanılmasıdır, zevk düşkünlüğünün ifadesidir. Mal ve hizmetler konusunda zevki ve israfı hayatın akıbetini ve dengesini düşünmeden, acil olarak bu dünyada istemek lüks yaşantıyı getirir ki bu da tuğyandır. İnsanın tuğyanı Yaratıcısının ölçülerine karşı müstağnileşmesi ve kendi nefsini otorite olarak görmesi, yani tağutlaşmasıyla oluşmuştur. Bu anlamda saltanat sarayları lüks yaşantının en önemli kaynağını oluşturmuşlardır. Ve tuğyanın benzer dünyevi hazlarına yönelenler, malikanelerini ve giderek de evlerini ve teşrifatlarını küçük saray modellerine benzetmeye çalışarak saray yaşantısına özenmişlerdir.

Zorunlu ve temel ihtiyaçları aşacak biçimde yapılan her türlü fazladan tüketim lükstür. Lüks, yaşam tarzındaki şatafatı ve aşırı gitmeyi ifade eder ki bu hal "fahşa" kavramıyla da karşılanabilir. Bir metanın veya davranış şeklinin lüks sayılıp sayılmaması konusunda Müslümanlar arasındaki tartışma, ihtiyaçların sınırını belirleme konusunda çıkmaktadır. Tabii bu tartışmada zarurat, haciyat ve tahsiniyat arasında hangi konumda veya süreçte olduğumuz ve "müminlerin kardeşliği" ilkesinin nasıl tecelli edeceği içtihadi bir konudur. Ama ihtiyaçların karşılanması için zulmün, ihtikarin, faizin, aldatmanın ve her türlü fahşanın araçlaştırılması ise içtihada bağlı bir durum değil, açıkça sapkınlıktır ve ifsattır. Bunun için ihtiyaçlarımızı karşılamada isteklerimizi kapitalistlerin tahrik ettiği hazcılık [hedonizm] ve lüks eğilimine göre değil; fıtri olana, vahye ve adalete göre belirleyebilmeliyiz.

Ancak yaşamı ilerlemeci bir anlayışla yorumlayan Batılı paradigmanın elinde lüks, sanayi kapitalizminin gelişimi için teşvik edici bir unsurdur. Kapitalistlere göre israf insanlar için zarar verici bir kusurdur, ama ticaret için değil. Montesquieu'nun mantığı da bu doğrultuda çalışır. Ona göre, "Pekala lüks olmalıdır. Eğer zenginler bu denli harcama yapmasaydı, yoksullar aç kalırdı." Artık yoksullar yardım ve üretim açısından değil, tüketimin nimetleri açısından düşünülmeye başlanmıştır. Batılı ekonominin ilerleme iştahı, kendi insanları arasındaki eşitsizliği ve tabakalaşma farklılıklarını doğal görürken, küresel kapitalizmin Güneylilerin veya 3. Dünyalıların konumunu bir alt kimlik olarak görmeleri ve aşağılayıcı tanımlara oturtmaları çok şaşırtıcı olmamalıdır. Çünkü kapitalizmin keşfettiği tüketim kültürü ile, kendi yoksullarına da Güneylilere de nasıl ihtiyaç duyulacağı öğretilecek ve tüketiciler bir öğrenci olarak görüleceklerdir. Artık tüketicilerin öğretmenleri olan reklamcılar, eğitim faaliyetine geçerler ve tüketici ihtiyaçları öğretilmiş ihtiyaçlar haline getirilir.

Tüketim Kültü ve Bireycilik

Tüketim kültürü, kapitalizmin yürürlükte olduğu toplumlarda tüketicilerin pazardaki ürün tercihleriyle bir nevi oy kullanarak ekonomik gelişmeye katkıda bulunmalarıdır. Tüketim toplumu, malların ve hizmetlerin üretiminden ziyade, mal ve hizmetlerin, ayrıca boş zamanın daha çok tüketilmesini ifade eden bir terimdir. Tüketim toplumlarında üst ve orta sınıflar, tükettikleri ürün, hizmet ve markalar yoluyla kendilerine bir statü edinme ve başkalarını da kendileri gibi ne tükettiği ile değerlendirme eğilimindedirler. Tüketim toplumunda kimin hangi markayı giydiği, kimin hangi model araba kullandığı, kimin hangi semtte ve nasıl bir evde oturduğu önemlidir. Çünkü tüketim kültürünün en önemli konularından birisi farklılıktır.

Farklılık, bireyin "ben" duygusunu okşayan en önemli muharriktir. Bireyciliği güçlendiren farklılaşmayla kişinin özgürlüğünün gelişeceği savunulur. Ancak şu da bir gerçektir ki tüketim kültürüyle biçimlenen bireycilik, toplum mühendisleri ve işletmeler tarafından sahte ihtiyaçlara yöneltilerek bir sömürü ve sosyal kontrol aracı olarak kullanılır. Marcuse, tüketim kültürünün biçimlendirdiği bireyciliği, "yarı bireysellik" olarak adlandırılır. Aslında tüketim sürecinin körüklediği bireycilikle ne "ben" olunabilinir, ne de "biz" olarak kalınabilinir. Kapitalist toplumda bireyleşenler, kurgulanmış bir hayatın figüranı pozisyonuna düşülür. Tüketici kozmopolitliktir bu. Örgütlü sermaye tarafından özgürlük, liberallik, modernlik, keyif adına sırtı sıvazlanan tüketici yurttaş, bireycilik tanımlamasıyla tekleştirilir ve yalnızlaştırılır.

Tüketim toplumu derken, bir toplumda diğer toplumlara nispetle tüketimin daha fazla olduğu kastedilir. Ancak bu konuda iki farklı oluşumdan bahsedilebilir. Birincisi; hem çok üreten hem çok tüketen sanayileşmiş kapitalist ekonomilere sahip toplumlardır ki, bunlara "tüketim kapitalizmi"nin hakim olduğu toplumlar denir. İkincisi; ürettiğinden fazlasını tüketen ve sanayileşmesini tam olarak gerçekleştirememiş toplumlardır. Birincisinde tüketim kültürü toplumsal ideoloji haline gelmiştir. Boş zamanlarda alış veriş hazzı, marka ve sürekli yenilenen modelleri takip arzusu, keşfedilmemiş turistik yerleri tüketmek ve sürekli değişen moda gibi sürekli yeni ve bakir yerleri keşfetmeye çalışmak. İkincisinde ise öğretilmiş ve özendirilmiş ihtiyaçlarla "taklit" ve "benzeme" durumundan öteye gidilemez. İkinciler, kapitalist ülkeler ve çokuluslu şirketler için coşkulu tüketim pazarlarıdır. Daha doğrusu bu tür toplumlar, tüketim kültürünü kitle iletişim araçlarıyla, Hollywood ürünleriyle, eğlence sektörüyle en fazla aktaran ve tüketim kültürünü küreselleştiren ABD hayat tarzının, yani Amerikanizmin en fazla beslendiği olgulardır.

Tüketim kapitalizminde alt sınıflar, orta sınıfa özgü bir statü arayışına yönelirken, geri tüketim toplumlarında ise burjuva yaşam tarzına özlem duygusu tüketim kültürünü kamçılamaktadır.

Tüketim-üretim ilişkilerinde, sermayedara kar ve sisteme güç katan çevrim, dönüşüm hızını yeni modeller üreterek artırmaktadır. Özellikle beyaz ve kahverengi eşya tüketiminde gözden düşürülen eski metanın, yeni modellerle değiştirilmesi teşvik edilmektedir. Meta üzerinde oynama, piyasada değiş-tokuş içine sokulan her değer için bir metalaştırmayı da ifade edebilmektedir. Böylece sadece mal ve hizmetler meta olarak tükettirilmemekte, kutsal günler, anneler ve doğum günleri, sevgi, aşk, namus gibi değerler dahi metalaştırılabilmektedir.

Arkadaşlık, sevgi, inanç gibi değerlerin ticarileştirilmesinde sekülerist düşüncenin katkısı önemlidir. Sekülerizm, dini ve farklı kültürel değerleri laiklikte olduğu gibi hayatın dışına kovmaz ve kendi yapısı içinde kullanmayı düşünür. Modernizmin dini ve kültürü dışarıda bırakan bilimci, akılcı ve ilerlemeci yaklaşımına karşı, zıt değerleri de kucaklayarak bir özgürlük ortamı yarattığı sanısı veren postmodernizm, küresel kapitalizmin ürettiği bir kültürdür. Yabancıyı kendisine dönüştürmeyi reddeden bir tarzdır. Postmodernizm, içeriği ve sistematik olanı önemsemez, özgürlük ve demokratik paylaşım adına bireyi ve tüketimi ön plana çıkarır. Alt ve üst kültür gurupları arasındaki hiyerarşiyi bozar, kültür ve ticaretin iç içe girmesini sağlar; böylece tüketim ve tüketici için farklı ürünler ve imajlar yaratılır, yaşam bir "tüketim deneyimi" olarak algılanır.

Postmodern tüketim kültürüyle, modernizmin yıkıcı ve daraltıcı yanlarının aşılması ve pazarın küreselleştirilmesi amaçlanır. Postmodernizm, saygı duyarak, bozarak yeniden anlamlandırmayı ilke edinen bir kültürdür. Önerdiği çokculuk bu anlamda ideolojiye dönüşmektedir. O moderniteyi aşmaz, sadece içini yeniden doldurur. Böylece modernitenin gelenek içinde üretilmesine olanak sağlanmış olur. Cennetten bir bahçe olduğunu iddia eden Capris Otel ve birinci sınıf dünyaları öneren Belli Eşarpları reklamlarını bu bağlamda anlamamız gerekmektedir. Postmodern tüketim stratejileriyle hem farklı kültürlerden toplumların tüketim pazarları oluşturulur, hem de ticari olmayan değerlerin metalaştırılması sağlanır.

Çözüm Arayışları

Tüketim kültürü, tüketim toplumu veya tüketim kapitalizmi sadece ihtiyaçlarımızın lüks ve israfa yönelerek karşılandığı bir sapma değildir. O laik ve seküler bir değerler sisteminden kaynaklanan, teknolojik ve ekonomik ilerlemeyi/büyümeyi amaç haline getirmiş bir ideolojidir. Tüketim kültürü, saadet ve refahın bu dünyada tecrübe edileceğine olan inancı pekiştiren bir yaşam tarzı sunar. Reklamlarla teşvik edilen bu öğretilmiş yaşam tarzında sömürü, işgal, nükleer silahlar, dünyada her gün açlıktan ölen 25 bin çocuğun dramı, her gün doğaya atılan 1 milyon tondan fazla zehirli atığın çevreyi ifsadı, 70 yıl içinde tükenmesi muhtemel enerji kaynaklarının ve yer altı zenginliklerinin oluşturacağı kaostan bahsedilmez. Sadece hayatın daha iyi nasıl tüketileceği öğretilir. Gelecek tasavvurumuz açısından tüketim kültürü, afyon yerine geçen reklam formu ile güçlenmek ister.

Okulda, mağaza vitrinleri önünde, medyada, sinemalarda, evimizdeki televizyon ekranları karşısında uğradığımız reklam bombardımanı ile karşılaştığımız, tüketim kültürünün tebliğ biçimidir. Bu ideoloji bireyciliği, hazcılığı, ikonlaştırılmış ve metalaştırılmış marka ve değerlerin sembolik tüketimini telkin eder. Hazları okşayan bu kuşatma karşısında bazı çözüm arayışları söz konusu olmuştur:

1) Tüketim kültürünün öğretisi artık küresel kapitalizmin iletişim kanallarında ve dünya piyasalarında oluşturduğu tek kutuplu pazarla tüm dünyamızı; sosyal, ekonomik, kültürel ve siyasi hayatımızı kuşatmaktadır. Halkı Müslüman olan ülkelerde uzun dönem bu kuşatmaya kalkınma stratejileri ile cevap verilmeye çalışılmıştır. Bu ülkelerdeki tüm kalkınma ideolojileri, tüketim kapitalizminin pazarında rekabet edebilecek yeni bir güç mihveri olmaktan başka bir şey düşünmemişlerdir. Milli Görüş hareketinin ağır sanayi hedefi ne ise, kapitalist Pasifik kutbunun Uzakdoğu Kaplanları'na öykünen yerli ve muhafazakar sermayenin Anadolu Aslanları da odur.

2) Tüketim kültürünün telkin bombardımanı altında yaşadığımız ikinci sınıf bir tüketim toplumunda, neyin "gerekli ihtiyaç" neyin "öğretilmiş istek" olduğunu ayırt edebilmek zorlaşmaktadır. Zira ümmet zindeliğini yitirmiş, duçar olduğu ulusal toplum dairesinde tüketim toplumunun tebaası konumuna getirilmiş insanların, ihtiyaçlarını ve isteklerini içtihadi belirlemeye tabi tutmaları pek mümkün görünmemektedir. Müslümanlar zina, kumar, alkol gibi açık münkerlerden kaçınmalarına rağmen, ihtiyaçlarını daha ziyade günübirlik şekillenen istek ve ihtiraslarla belirlemektedirler. Postmodernizmin var olan farklı dini ve kültürel değerlerin içini boşaltarak içselleştirmesini bile dine yöneliş olarak değerlendiren bir perspektifin, modern çağda zorunlu ve temel/normal ihtiyaçlarımızın ne olup olmadığını tayinde dirayetli davranması pek beklenmemelidir.

Bu konuda SSCB'nin dağılması ibret verici bir olaydır. Büyük ölçüde konut, eğitim ve sağlık hizmetleri sistem tarafından karşılanan sosyalist yapının yurttaşları, zorunlu ihtiyaçlarının tümünün ve temel ihtiyaçlarının çoğunun karşılıksız olarak giderilmesine rağmen, sırf tüketim kültürünün ürünlerine, hizmetlerine ve markalarına ulaşabilmek uğruna kendi sistemlerinin yıkılmasına neden olmuşlardır. SSCB'nin dağılım süreci, insanın fıtri ihtiyaçlarını doğru tanımlayıp doyurma istikametine yönelemeyen bir sistemin, eşitlik ve adalet özlemleri taşısa dahi şeytani isteklerin tahrikini engelleyemeyeceğine somut bir örnektir.

3) Türkiye'de dindar kesimin tebliğ amacıyla kurduğu radyo ve televizyonların, kitleleşme süreçleriyle birlikte nasılda tüketim kültürünün araçları haline geldiklerini hep beraber gördük. Çoğu zaman sistem içi araçlar sisteme karşı kullanılmak istenmesine rağmen, bu süreçte sistemin aracı haline gelinir. Modeli değiştikçe değişen cep telefonlarından, beyaz eşyaya, ev dekorasyonuna ve diğer teknolojik ürünlerin son versiyonlarına kadar dizginlediğimiz veya dizginleyemediğimiz isteklerimize bir bakalım. Hele ticaret yapıyorsak hiç endişelerimizden eksilmeyen büyüme hesapları, bizi kulluk görevimizde mi daha imkanlı kılıyor, yoksa sisteme eklemlenmede mi? Bu sorunun cevabını 1990'lardan sonra yoğun olarak gündemimize giren ve İslami mücadelenin bir aracı olarak düşünülen kurumlaşma hedef ve tartışmalarını izleyerek aydınlatabiliriz. İslami mücadeleye katkı amacıyla düşünülen hastane, dershane, kolej, işletme gibi kurumlar sistemi aşındırmamıza mı yaradılar, yoksa bu kurumlarla uğraşanlarımız sistemin içine mi çekildiler? Söz konusu kurumlarda sistem içi ilişkileri yürütecek ve denetleyecek bir yapı ve yeterli bir kimlik inşası söz konusu olmuş muydu?

4) Tüketim kültürü ve metaları konjönktürel heyecanlar içinde zaman zaman şiddetli protestol ve boykotların muhatapları olurlar. Ancak tüketim kültürünü aşma azmi, yüzeysel tepkilerle devamlı kılınacak bir hal değildir. Müslümanlar Kur'an merkezli bir toplum olma diriliğini yakalamadan, modern olanı vahyi ölçülerle okuma becerisi gösteremeden, tevhid ve adalet mücadelesini küreselleştiren bir akıma öncülük yapacak olan kardeşliklerini pekiştirmeden, tüketim ve üretim dengesini vahyi ölçülerle ve adalet temelinde yeniden tanımlamaları ve cahili tüketim kültürünün modern kuşatmasını aşmaları nasıl mümkün olacaktır?

Giyim tarzından, boş zamanları değerlendirme biçimine, dekor tarzından orta ve üst sınıfa özgü statü arayışına kadar hayat yolumuzu bulandıran istekler, kulluk eksenli arzu ve özlemlere göre mi, yoksa tüketim kültürünün sunduğu imajlara göre mi biçimlendiği sorusu, biz Müslümanlar için bir anlam arayışını ifade etmelidir. Bu soru belki kendi nefsimiz için daha rahat cevaplanabilir; ama ya ailemiz için ya tüketim toplumunun telkinleriyle kuşatılan ergenlik çağına adım atmış çocuklarımız için!

5) Tüketim kültürü karşısında küreselleşme karşıtlarının, küresel kapitalizmin yaşam tarzına karşılık, "Başka bir dünya mümkün" söylemiyle arayışlarını sürdürmeleri son derece insani ve fıtri bir arayışı ifade etmektedir. Bunlar Müslümanların dünya ve kendi gelecekleri hakkındaki vahiy temelli tasavvurlarını konuşup tartışabilecekleri bir diyalog için oldukça önemli muhataplardır. Ancak bu söylem, insan fıtratı ve adaletin ölçüsü konusunda vahyin aydınlığından uzak ve kimliğini batılı paradigma içinde bulmuş bir akımı ifade etmektedir. Küreselleşme karşıtları içinde, sistemi kendi içinde ehlileştirerek ve çevreye daha az zararsız hale getirerek yeniden üretmeye çalışmak isteyenler de bulunmaktadır. Bu ikinci zümre ile paralelleşen ve tüketim kapitalizmini disiplinize etmek isteyen iki olgudan bahsedilebilir. Birisi "gönüllü sadelik" çağrısı, ikincisi ise "tüketici hakları"dır.

6) "Gönüllü sadelik" 1970'li yıllardan itibaren gündeme getirilen bir kavramdır. Zengin olan birisinin her türlü aşırı tüketime dayalı rahat bir yaşamı tercih etme hakkı varken, sade, insancıl ve ekolojik dengeyi gözeten bir yaşamı seçmesidir. Türkiye'de Vehbi Koç örneği ile işlenen bu kavramın, sosyal demokrasi gibi kapitalist sistemi çekilebilir hale getiren bir doymuşluktan ve zekice bir tedbirlilikten kaynaklandığını söyleyebiliriz. Oysa gönüllü sadeliği yaşam tarzında örneklendiren kişiler, sermayenin oluşumunda da, gelir bölüşümün de de bu sadeliği ve adaleti gerçekleştirmek için çaba sarf etmemektedirler. Bu sadelik, sadece zenginlerin çocuklarını gösterişçi aylaklıktan korumak veya yoksulların tahrik olmasını engellemek için değil; mülkün sahibinin Rabbimiz olduğunun kulluk bilinci içinde vahyi ölçülerin gösterdiği adalet ilkelerine göre gerçekleştirildiğinde saygıyla karşılanmalıdır.

7) Tüketici haklarıyla ilgili ilk girişimi 15 Mart 1962 tarihinde ABD Başkanı Kenndy yapmıştır. Tüketici haklarıyla ilgili düzenlemeler 1975'ten sonra AB standartları arasına katılmıştır. Türkiye'de ise tüketicilerin korunmasıyla ilgili kanun 1995 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Tüketici hakları ve mücadelesini, kapitalist sömürüye karşı çıkışın bir ifadesi olarak algılayanlar vardır. Oysa tüketici hakları, tüketim kültürünün sınırlanmasını değil, tüketicinin güvenlik, sağlık, çıkar, eğitim gibi konularda donanımlı hale getirilmesini amaçlamaktadır. Bu konuda hukuk, insanların zaaflarının keşfiyle ihtiyaçmış gibi piyasaya sürülen bir ürünün engellenmesini değil, ayıplı olup olmamasını denetlemektedir. Böylece ekonomik mekanizmanın güvenliğine katkı sağlanmakta ve hukuk; adalet, fıtrilik, reklam spekülasyonunu engellemek gibi ideallerden arındırılarak kapitalist sistemin parçası yapılmaktadır. Tüketici haklarıyla ilgili zemin, tüketiciyi tüketim kültürünün güvenli bir muhatabı kılmak için değil, tüketim kültürünün gayri insaniliğini sergilemek amacıyla kullanılabilmelidir.

"Biz" Olmadan Çözüm de Olmayacaktır

İslam'ın yaşamı kuşatan bir din olması ne­deniyle, Müslümanlar modern olanla devamlı olarak ilgilenmek du­rumundadırlar. Zira "modern olan" İslami veya insani değilse, Müslümanların bu modern olanla hesaplaşmaları kaçınılmazdır. Küresel kapitalizme karşı geliştirilecek en öncelikli çözüm, bireyselleşme sürecini durduracak tevhidi düşünce ve amel birlikteliğini yaygınlaştırmak; insanlığa israfı ve dünyevileşmeyi engelleyecek yeni bir "üretim-tüketim modeli" sunabilmektir. İnsan bilinci öncelikle, özgürlük adına yalnızlığı ve ben merkezci tuğyanı körükleyen ve kişiyi tüketim nesnesi haline getiren seküler bireycilik sapmasından kurtarılmalı, hayatı yaratılış kanunlarına göre sahih bir şekilde anlamlandıran adil bir şahsiyet idealine yöneltilmelidir.

Karşı çıkılan mo­dern egemen değerler varoluş gücünü, Batı kültürünün en belirleyici unsuru haline gelen bugünkü ekonominin işleyiş modelinden ol­maktadır. Çağımızdaki egemen şirk gücü­nün en önemli yapısal ve ideolojik boyutu tü­ketim kültürüdür. Tüketim kültürü kapitalist dünyanın yaşam tarzıdır. Emperyalizm bu yaşam tarzını yaygınlaştırmak ve var kılabilmek için imha, talan ve vahşetini gerçekleştirmektedir. Emperyalist saldırılara ve yaşam tarzına direnmek kadar, emperyalist yayılmanın diğer yüzü olan pazarlamacılık gibi metalaştırılmış değerlere; Coca Cola, Mc Donald, Mallbora gibi ikonlaştırılmış tüketim sembollerine de ulaşabildiğimiz her alanda karşı çıkmamız gerekir. Tabii ki cola tüketmemekle ABD kapitalizminin çökmeyeceği belirgindir; ama cola tüketimine karşı alacağımız tavır isteklerimizin tüketim kapitalizminin simgeleriyle değil, fıtratla barışık olan vahyin adalet ilkeleriyle yönlendirileceğinin de bir taahhüdüdür. Burada bir azimet-ruhsat ikilemi değil, kendini imaj üreten ürünle gizlemiş, şeytani değerlerle fıtri değerlerin bir çarpışması söz konusudur. Bu çatışmayı 19. yüzyılın sonunda İran'da İngiliz tütün tekeline karşı örgütlenen Tombeki İsyanı'nda da görmemiz mümkündür.

Emperyalizme karşı çıkış, modern şirk değerlerini tasfiye edecek bir zindeliği içinde barındırmalıdır. Başta İslam coğrafyasındaki­ler olmak üzere tüm mazlum ve bağımlı halk­lar bu zindelikten mahrum kaldıkları için kapitalist yaşam tarzının kuşatması altına girmişlerdir. Şu anda tüm dünyamız küresel kapitalizmin kuşatması altındadır. Ve kolay olan bu cahili hayattan ve cahili tüketim kültüründen nasıl kopacağımızın reçetesini istemektir. Beyaz eşyalar, dekoratif mobilyalar, güvenli sitelerde konut veya villalar, teknolojisi gelişmiş arabalar ve araçlar, tesettürlü modeller, şık görüntüler, kaliteli tatiller, turistik seyahatler, konserler, sinemalar vd. metalar tüketilmeli mi tüketilmemeli mi gibi reçeteler istenebilir. Oysa sonuçlardan çok ölçüler önemli olmalı ve ölçüleri tartışmaya açabilmeliyiz.. Zorunlu ve temel ihtiyaçlarımızı karşılamadan süsleme ve estetiğe önem veren tahsiniyat nasıl israf kapsamı içinde değerlendirilecekse; bizi metalara yönelten isteklerimizin de önceliklerimiz itibariyle fıtri mi, şeytani mi olduğu, adil ölçülerden mi müsrif ve seküler ölçülerden mi kaynaklandığı değerlendirilmelidir.

Tüketim kapitalizmi şehvet, tutku ve bencilliğimizi tahrik eden istekler oluşturmaktadır. İnsanın isteklerini kamçılayan sadece tüketim kapitalizmi değildir. Kulluk ödevlerimizi yerine getirme sorumluluğumuz dururken yakınlarımıza, mallarımıza, ticaretimize, konutlarımıza duyduğumuz sevginin öncelenmesinin de şeytani isteklerden olduğunu Müslümanlar bilir. Ancak bilmek ile bildiğimiz ile sınanmak ayrı şeylerdir. Ancak yakınlar, mallar, mülkler, konutlar karşısında Allah ve Rasulullah sevgisini öncelediğimiz ve adanmışlığımızı tavırlaştırdığımız an hayat imtihanını kazanmış ve salaha kavuşmuş oluruz (Tevbe, 24). Tüketim toplumunda yaşarken bu imtihanımız daha açık ve belirgindir. Tüketim kültürü karşısındaki bilgi ve tartışmalarımızdan ziyade, vahiy ve adaletin adanmışlığı içinde olmamız ve takvayı kuşanmamız önemlidir.

Mo­dern cahiliyyeye karşı çıkışın çözümü, gele­neksel tutumları bayraklaştırmakla mümkün değildir. Emperyalizme karşı çıkan geleneksel tutum önemlidir. Ancak emperyalizme karşı çıkan ve vahiy temelli tefekkürden uzaklaşmış olan gelenek­sel tutum, modern egemen ideolojiyi algıla­makta ve değerlendirmekte oldukça yetersizdir.

"İslam medeniyeti" doğrusu ve yanlışıyla geçmişte kalan bir olguydu. Bizler medeniyetten öte, ümmet bilincini kaybetmiş ve Kitabi bir toplum olmaktan uzaklaşmış bir nesiliz. Uygarlığını dayatan Batı karşısında İslam uygarlığından bahsedenlerin, önce kendilerinin varlık göstermeleri, iç hastalıklarından arınmaları ve kendi varoluşlarını tasfiye etmek isteyen emperyalizme direnmeleri ve "biz" olmaları gerekir. Zaruriyat, haciyat ve tahsiniyat arasındaki dengeyi ve öncelikleri bu çerçeveden de değerlendirmeliyiz. Biz olma bilincini ve tanıklığını gösteremeyen bir olgu, zorunlu olanı gerçekleştiremeden medeniyet sorunları üzerinde yoğunlaşması, zaruri ihtiyaçlar dururken tahsiniyatla ilgili isteklere yönelmesi zamanın ve emeğin israfıdır.

Mazlum ve mahrum halklar ve Müslüman topluluklar, düşünsel ve siyasal bağımsızlıklarını, emperyalizmin temel itici gücü olan egemen tüketim ekonomisiyle rekabet ederek oluştu­ramazlar. Sistem içi mücadele tasarımıyla kalkınma idealini abartanlar, zincirlerini kendileri üretmektedirler. Egemen sisteme boyun eğmeden, onun en belirleyici silahı olan bugünkü dev teknoloji düzeyine ulaşmak mümkün değildir. Zaten bugünkü teknoloji, tüketimi daha fazla artıracak bir amaçla üretilmektedir. Zulüm ve sömürüye karşı oluş, bizatihi bu uygulamaları üreten mevcut ekonomik yapıda pay sahibi olunarak da gerçekleştirilemez.

Artık ulusal sınırlarla kayıtlanamayan, uluslararası sermaye gücünün ve uluslararası dev şirketlerin inisiyatifinde bulunan egemen ekonomik yapı; bağımlı toplumlarda yeni pazarlar oluşturmak amacıyla ticari işleyişe canlılık katabilecek serbest ekonominin ve kısmen de olsa siyasi liberalizmin vücut bulmasına ihtiyaç hissetmektedir. Kapitalist tröstlerin ve ülkelerin insan haklarını, demokrasiyi, özgürlükleri Batı-dışı toplumlara ihraç etme talepleri, ekonomik pazarı büyültme niyetleriyle doğru orantılıdır.

Hepimiz modernlik teknesinde seyahat etmekteyiz. Ama zorunlu olarak bindiğimiz bu gemide gözettiğimiz şey, forsa olmak veya kaptan köşkünde bulunmak mı; yoksa bir takım olası ve kaçınılmaz kopmaların bilinci içinde bagajlarını elinde tutan yolcu olarak bulunmak mı olmalıdır?

Modern sistemden ve ekonomik yapıdan kopma iradesine sahip olmak; zorunlu ihtiyaçlarımızın karşılanmasını, dünya nimetlerinden adil ve israfa neden olmaksızın yararlanılmasını ve yaşamı daha pratik ve kolaylaştırıcı kılan teknik imkanlardan ölçülü bir şekilde istifade edilmesini reddetmek anlamına gelmemelidir.

Hz. Muhammed ve arkadaşları Mekke'de sosyal ve ekonomik boykot uygulamasıyla karşı karşıya gelmişlerdi. Bu boykotu, şirk ritüellerine yer verilen ve Mekke cahili sitemiyle irtibatlı olan panayırlardaki sosyal ve ekonomik ilişkileriyle yumuşattılar. Ancak bu cahili kuşatmanın pazar ilişkilerinde kimlik ve tavırlarını zaafa uğratmadılar.

Düşman atlarına karşı gücü oranında maddi tedbirler alma mükellefiyetinde olan bir kimlik (Enfal, 60), tabii ki teknolojiden yararlanacaktır. Ama teknolojinin insanı tüketim köleliğine mahkum eden misyonu çok ciddi olarak ayıklanmalıdır. Teknolojinin veya ekonominin tüketim misyonuna karşı olunmadan emperyalizme karşı olunamaz. Modern teknolojinin dünyevileşmeyi tahrik eden cazibesi, ekonomik büyüme hedefinin ürünüdür. Bu büyüme hedefi kökleri dünya sömürgeciliğine dayanan gasp, yağma ve hırsızlık mantığının bir sonucudur. Egemen sisteme karşı ekonomik büyüme bulvarında yarışmak, finali cehennem olan hedefe doğru koşmak demektir. Müslümanlar için güç, teknolojinin veya maddi imkanların soğuk yüzünde değil; insan ve toplum iradesinde oluşturulacak tevhidi yaşama bilincinin kalp intifadasında aranmalıdır. Cahili Mekke oligarşisine karşı ilk ümmet nüvesinin yakaladığı sayıca az ama nitelikçe üstün olan performansın şartları bu konudaki örneğimiz olmalıdır.

Öncelikle bize egemen olan sistemin içindeki olumsuz ve can sıkıcı konumumuzun farkında olmalıyız. Varlığımızı çalışan ve çalıştıran olarak, ulusal veya küresel ölçekte mahkumu olduğumuz küresel kapitalizmin pazarında ve işletmelerinde sürdürmekteyiz. O zaman egemen sistemden kopuşun alternatif projesi sorulacaktır. Bu proje masa başı tartışmalarıyla şekillenemez. Kur'an'ın hayatımızın ölçüsüyle ilgili ilkeleri bellidir. Ancak emperyalist kuşatma al­tında ortaya konacak olan Kur'ani yaşam tarzı; zihnini vahye açmış, nefsinde vahyi inkılabı gerçekleştirmiş, Allah'a adanmak ve İslam'ı yaşamak konusunda kolay ve acil olana karşı tercihini yapmış olan İslami mücadele kadrolarının; araştırarak, istişare ederek, direnerek mevcut yaşam içinde safha safha çözümleyecekleri bir projedir.

Şüphesiz mevcut tüketim toplumu içinde yaşamanın ve gayri meşru sistemin imkanları sayesinde varlığımızı devam ettirmenin bir bedeli olmalıdır. Ulusal ve uluslar arası ilişkilerle tahkim edilmiş egemen sistemi aşmak ve alternatif projelere adım atmak tabii ki kolay değildir. Bu cahili tüketim sisteminin etkilerinden arınabilmek bir bilinçlilik halini gerektirir. Çalışan ve çalıştıran olarak bize hakim olan sistem içinde gerçekleştirilen ekonomi, sosyal ve siyasal çözüm arayışları mevzi ve anlık rahatlamalar sağlayabilir. Ama mevzi ve anlık rahatlamalar ile egemen sistemin fasit dairesi aşılamaz. Çünkü aşma eylemi yeterliliği, kararlılığı ve uzun soluklu bir mücadeleyi gerektirir.

Basiretsizce sistem içi mevzi rahatlamalarla yetinenlerin zamanla sistemin kurallarına bağışıklık sağladığını veya sistem içi statülerini önemser hale geldiklerini görüyoruz. Günü birlik hesapları aşamayanlar, sistem içi statülerini önemseyenler ve kazançları sistemin devamına borçlu olanlar kimliklerini korumayı ve uzun soluklu bir mücadele hattında sebat etmeyi beceremezler. Bedel ödenmeden mücadele kazanılamayacağı gibi, tüketim kültürünün hazları ve egoları tahrik eden anaforundan da kurtulunamaz. Vahyi bilinç ve adanmışlıkla, canlarımızla ve mallarımızla fiili olarak fedakarlık edeceğimiz topyekun bir mücadeleyi bayraklaştırmadan gerekli bedel ödenemez ve tüketim ikonlarından ve metalaşma süreçlerinden kopulamaz.

Kur'an'ın gösterdiği istikametteki İslami mücadele, tek doğru yaşam tarzıdır. İslami mücadelenin belirlediği yaşam tarzını bugün paylaşmaya yanaşmayanların, gelecek tasarımları sadece bir düşünce konforudur. Öncelikle Müslümanlar, hastalıklı bünyeleriyle de ve dış mikroplara karşı da aynı anda mücadele etmek sorumluluğundadırlar. Ancak zaferin kendiliğinden gelmeyeceği bilinmeliler. İslam dünyasındaki gelenekçi tutum, iç hastalıklara; modernist tutum ise dış mikroplara bağışıklığın ifadesidir. Kur'an'ın önerdiği ise geleneğin veya modernizmin taşıdığı bozulma halinden kurtulmak, vahiy dışı değerlerden arınmak, cahili yargı ve statüleri dönüştürebilecek olan tevhidi sorumluluk bilincine ulaşmak ve ıslahatçı tavrı İslami dönüşümün belirleyicisi kılabilmektir. Dolayısıyla tüketim kültürünü alt etmeye çalışanlar, öncelikle kimliksel ve yapısal sorunlarını halletmelidirler.

KAYNAKÇA

Abdulvahhab Hallaf, İslam Hukuk Felsefesi, AÜİFY, Ankara: 1973.

Abdurrahman Arslan, Modern Dünyada Müslümanlar, İletişim Yay., İstanbul: 2000.

Alain Touraine, Modernitenin Eleştirisi, Yapı Kredi Yay., İstanbul: 2002

Alan Durning, Tüketim Toplumu ve Dünyanın Geleceği, Tübitak-Tema Vakfı Yay., İstanbul: 1997.

Ali Bulaç, Din ve Modernizm, Beyan Yay., İstanbul: 1999

Atasoy Müftüoğlu, Küresel Kuşatma ve Küresel İhtiraslar, İnsan Yay., İstanbul: 2002.

Ayşe Önce, "İdealimizdeki Ev mitolojisi Kültürel Sınırları Aşarak İstanbul'a Ulaştı", Birikim dergisi, s. 123, 1999.

Gordon Marshall, Sosyoloji Sözlüğü, Bilim ve Sanat Yay., Ankara: 1999.

Habermas, Dochhery, Rorty, During, Postmodernist Burjuva Liberalizmi, Mavi Ada Yay., İstanbul: 1995.

Hamza Türkmen, "Modernist Tutumun İhaneti", Haksöz dergisi, s. 30, 1993.

Henri Lefebvre, Modern Dünyada Gündelik Hayat, Metis Yay., İstanbul: 1998.

Hülya Koç, "Belli Eşarpları: Tüketim Kültürünün Dini Aksesuarı", Haksöz dergisi, s. 76, 1997.

Hürriyet Konyar, "Basında 'Tüketici Yurttaş' Kimliği Yaratma Çabaları", www.istanbul.edu.tr

Immanuel Wallerstein, Bildiğimiz Dünyanın Sonu, Metis Yay., İstanbul: 2000.

Jan Masvelt Beck, Çevre ve Üçüncü Dünya, Endülüs Yay., İstanbul: 1990.

Lois Dolat, Kitle Kültürü ve Bireysel Kültür, İletişim Yay., İstanbul: 1991.

Mehmet Okyayuz, "Postmodernizm: Modernitenin Öteki Yüzü", Doğubatı dergisi, s. 10, 2000.

Muhammed Polatoğlu, "Tüketim Toplumu ve Hukuk İlişkileri", www.tuketiciler.org/rehber

Mustafa Özel, Birey, Burjuva ve Zengin, İz Yay., İstanbul: 1994.

Shut Jhally, "Kıyametin Sınırında Reklamcılık", Birikim dergisi, s. 162, 2002.

Werner Sombart, Aşk, Lüks ve Kapitalizm, Bilim ve Sanat Yay., Ankara: 1998.

Yavuz Odabaşı, Tüketim Kültürü, Sistem Yay., İstanbul: 1999.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR