1. YAZARLAR

  2. Bahadır Kurbanoğlu

  3. Merhamet-Adalet Dengesinde Hukukun Değeri ve Müslümanlar

Bahadır Kurbanoğlu

Yazarın Tüm Yazıları >

Merhamet-Adalet Dengesinde Hukukun Değeri ve Müslümanlar

Ocak 2019A+A-

“Bizim düşmanımıza tek bir borcumuz var, o da adaletli olmak” (Aliya İzzetbegoviç)

“Yanlış yaptığımızda bizi uyarmazsanız, sizde hayır yoktur. Uyardığınız halde dinlemezsek bizde hayır yoktur.” (Hz. Ömer)

 

15 Temmuz kanlı darbe girişiminin yarattığı travma siyaset, toplum, medya ve yargıyı olabildiğince etkiledi. 2002’den bu yana inşa edilen yeni Türkiye zemini sadece fay hatlarından kırılmalara değil ciddi depremlere maruz kaldı. Dünden bugüne geriletilen, unutturulan ne varsa adeta seferberlik halinde yeniden siyasete davet edildi. Otoriterleşme, tek seslilik, farklı ve eleştirel olana tahammülsüzlük, ehliyet ve liyakat zeminlerinde oluşan yozlaşmalar, hukukun siyasallaşmasına dair hafıza tazeleyici örnekler, sağ Kemalizm’i üreten muhafazakâr kodların yeniden sahne alması gibi.

Oysa insanlık tarihi boyunca ifade edilegeldiği üzere, “Adalet mülkün temelidir!” O olmazsa hukuktan, bekadan, insan haklarından, güvenlikten bahsetmek mümkün değildir. Adalet ve hukuk başkaca değerlerin ardında kalan füruat değil, asıldır. Onu kaybettiğimizde her şeyi kaybedeceğimiz, biz olmaktan çıkacağımız, ideallerimizi yitireceğimiz, hukuksuzluklara savrulacağımız çok açıktır. Bütün üst yapı unsurlarının kendisi olmadan yapamayacağı bir temeldir hukuk ve adalet.

Tıpkı, I. Meclis’te başını Ali Şükrü Bey, Hüseyin Avni gibi vekillerin çektiği İkinci Grubun, İstiklal Harbi döneminde işleyen İstiklal Mahkemelerinin hukuksuzluklarını tartıştıklarında, kendilerine bir beka mücadelesi verildiğini ve yaşananların büyütülmemesi, mücadeleye engel teşkil edecek şekilde konu edilmemesi gerektiğini salık veren Birinci Gruba verdikleri cevapta olduğu gibi: “Adalet ve hukuk yoksa beka da yoktur!”

OHAL’i Kaldırmaktan OHAL’in Varlığı Üzerine Siyaset İnşa Etmeye

OHAL’i kaldıran, devamını talep eden rejim mensuplarının öne sürdükleri sebeplere karşı fikrî ve hukuki mücadele veren, tortularını siyaset ve toplumdan silip süpüren “zayıf” bir AK Parti’den, OHAL’i aynı gerekçelerle savunan “daha güçlü” bir AK Parti’ye gerilemiş olmak aslında içinde yaşanılan hali özetliyor.

Hiç şüphesiz mesele neden OHAL ilan edildiği değildi. Bunun gerekçelerine hiç kimsenin itiraz etmeyeceği çok açıktı. Yaşananlar herkesin malumu. Sorunumuz OHAL’in adeta ‘Başkanlık Sistemi’nin bir pratiği haline dönüşmesini sağlayan siyasi vasat. OHAL’i kendi sınırlarından taşırıp yaşatılan hukuksuzlukların bahanesi kılmak. Bu hukuksuzlukların konuşulup tartışılmasını engelleyen vasatı güçlendirmek. Hukuk kurallarını OHAL’in de hudutlarını aşarcasına çiğnemek ve “OHAL millet için değil devlet için ilan edildi.” sözünün ayaklar altına alındığı bir süreci sürekli normalleştiren bir retoriğin her şeyin üstünde görülmesi. Tıpkı “kurum kanaatinin mahkeme kararlarının üstünde olduğunu” itiraf eden uygulamalar gibi.

Bunlar yapılırken OHAL’in anayasal bir kurum olduğu hep dile getirildi. OHAL sürecinde yaşanan sınır aşımları da yaşanan tehlikenin büyüklüğüne atıfla doğallaştırıldı. Hatta bunları, yani hukuku tartışmak “ihanet”in konusu haline getirildi. Öyle bir siyasi vasat oluştu ki OHAL resmî olarak kaldırıldıktan sonra da çok fazla bir değişimin daha uzun bir süre ol(a)mayacağını zaman gösterdi. Olağanüstü halin gayrı resmî olarak süreklileştirilmesi, haklı ve güçlü sebeplerin varlığına dayandırılırken, bundan en fazla nasibini alan hukuk sistemi ve üretilen mağdurlar sosyolojisi oldu.

İktidarın Hizmetinde Bir Medya İnşa Edildi

Bunun örnekleri saymakla bitmez. Medya 15 Temmuz’dan bu yana ortaya konan bütün bir siyaseti bilakaydüşart sahiplendi. Öylesine sahiplendi ki yeri geldiğinde hukuka uymaya çalışan hâkim-savcıları tehdit etti; sanıklar lehine alınan hukuk kararlarını “15 Temmuz travması” dışında hiçbir ölçü tanımadan yargıladı.

Mesela 15 Temmuz Köprü Davasında beraat eden 44 asker üzerinden, hem onların hukukuna hücum etti hem de mahkemeyi eli silahlı darbecileri suçsuz ilan etmekle mahkûm etti. 28 Şubatları yaşamış, İslami direniş süreçlerinden geçmiş yazar-çizer editörler, geçmişte eleştirdikleri devletin bile gerisine düştüler. Sadece hak hukukta değil, merhamet konularında da sınıfta kaldılar.

KHK ile ihraç edilen doktorların çalışma koşullarıyla alakalı mecliste tartışılan Sağlık Yasası’nın 5. maddesinin yoğun tartışmaların ardından geri çekilmesine dönük eleştirilerde de medya devletin hak ve merhamet telakkisinin gerisine düşüyordu. Muhafazakâr diye bilinen gazete, sağlık çalışanlarının SGK ile anlaşmalı özel hastanelerde çalışma hakkına getirdiği eleştiriyi “Canımız Tehlikede” manşetiyle sunuyordu okuyucusuna; stetoskopun ucuna el bombası koyarak! Yani “Bu teröristlere mi emanetiz?” sorusunu kamuoyunun şuuraltına zerk etmeye çalışıyordu. Oysa bu insanlar ne mahkeme yüzü görmüşler ne de haklarında sağlıklı soruşturmalar yapılmıştı. Bazılarının olmayan akrabaları üzerinden iltisaklılıkla ihraç edilmiş olabilecekleri bile aklına gelmeyen ya da bu konuda soru sormaktan imtina eden bu gazete, “kurum kanaati” denen ve “mahkeme kararı”ndan üstün görülen bu kritere mutlak bağlılık içeren bir yayın yapmaktaydı. Örneğin bu kurumların içinde birbirinin ayağını kaydırmak isteyenler ya da mesela bizatihi FETÖ’cüler bulunabilir mi diye bir şüpheye mahal yoktu onlara göre. Hepsinden önemlisi gün gelip devran döndüğünde “kurum kanaati”yle kendilerini terör iltisaklısı sayabilecek bir anlayış tarafından damgalanıp listelenmeyi arzu ederler miydi?

Tabii ki gazete bu konuda yalnız değildi. Her zamanki gibi 15 Temmuz gazi ve şehit ailelerinin duygularını, ölçüsüzlüklerini ve hezeyanlarını meşrulaştırmak için kullanan ve “Ne yani 15 Temmuz’da hastaneye gittiklerinde ‘Bana mı sordunuz sokağa çıkarken?’ diyenlere mi merhamet edecektik?” şeklinde hakkaniyetsiz bir genellemeciliğin savunucusu oldular. Dahası, geçmişte Filistin meselesiyle ilgili konuda “Devlet nasıl biliyorsa öyle davransın ama ben devlet değil, Müslümanım.” diye yazan bir edebiyatçı, bu defa KHK’lılar için “Bana kalsa sürüm sürüm sürünsünler ama tabii devlet böyle yapmaz.” diyerek aslında hem adalet hem de merhamet konularında devletin de nasıl gerisine düşüldüğünün itirafını ortaya koyuyordu. İlahi adalet haksızlığı, hadsizliği, idraksizliği, menfaatperestliği böylesi bir geriye düşüşle, ahlakiliği yitirtmekle cezalandırıyordu adeta! Nitekim aynı kesimler Emine Şahin’in Edirne’de 10 Kasım törenlerindeki tutumuyla ilgili olarak da provokatörlüğüne hükmettikleri yazılar karaladılar.

“Mağdur” kelimesini kullanmak, ByLock konusunda söz almak “ihanet”, “kriptoculuk”, “mücadeleyi sulandırmak”la eşdeğer görüldü bunlar nezdinde. “Toplu tasfiye” mantığı, cumhuriyetin ilk dönemlerinde Hâkimiyet-i Milliye, Cumhuriyet gibi dönemin medyasının karikatürlerine yansıyan toplu halde halının altına süpürülen kitlelerle ilgili kara-mizah örneklerini akla getirdi. Ki orada bile gerici-yobaz diye tasniflenen “düşman” görülen toplumsal kesitler tasvir edilirken, buradaki sosyolojinin kimliksel çeşitliliği göz ardı edildi. Hem siyaset hem de medya nezdinde yaşatılan hak ihlalleri bırakın bir makaleyi, kalın bir kitabın konusu olacak kadar uzundur.

Hukukun çiğnenen en temel kaideleri şunlar olmuştur:

- Adil Yargılanma Hakkı

- Masumiyet Karinesi ve suçu sabit olana dek bireylerin masum kabul edilmesi

- Suçun Şahsiliği (Akraba iltisakı üzerinden nice insanlar ya mahkûm edildiler ya ihraç ya da işe alınmama gibi durumlara maruz kaldılar.)

- Lekelenmeme Hakkı (Bu madde basın ilkelerini de çiğnercesine, iki buçuk yıl boyunca her Allah’ın günü merkez medya tarafından ihlal edildi.)

- Suçun Öngörülebilirliği ve suçun kapsamının tanımlandığı tarihten itibaren geriye genişletilebilmesi/teamüllerin kesin delil yerine ikamesi

FETÖ ile mücadelede konan banka, okul, sendika, iltisaklılık gibi ölçülerin yanlışlığı bir yana, hukuki miladın ne olduğu da tam olarak belirlenememiştir. 17/25 Aralık gibi farklı tarihler zikredilse de bunlara da tam olarak uyulmamış (ki bu tarihin kendisi de sayılan maddelerin devlet izinli-resmî-legal olması hasebiyle zaten sorunludur) insanlar 8-10 yıl önceki ilişkileri “suç” görülüp “delil” sayılarak ya işlerinden edilmiş ya uzun tutukluluklara maruz kalmış ya da örgüt üyeliği (veyahut üye olmamakla birlikte yardım yataklıktan) mahkûm edilmişlerdir.

Bunlara operasyonlardaki keyfilikler, sınırları belirlenmemiş örgüt tanımları, ByLock’ta olduğu gibi bilgi işlem-bilişim hataları, tahliye kararları veren hukukçuların örgüt ile ilişki şüphesiyle sorgulanmaları, bu muameleden korkan hukukçuların siyasi kararlara imza atmaları da eklenmiştir.

İşte medya ve siyaset “yerlilik-millilik” gibi retoriklerle, yüksek ve meşru idealleri öne sürerek, devletin tasarruf yetkisini her türlü hukuk normunun üzerine çıkararak, mezkûr yargıyı da olabildiğince cendereye aldılar.    

Siyaset ve emrindeki medyanın öncelikleri, hukukun da üstünde teamüllere dönüşünce, siyaset ve toplumda akıl tutulması ve cadı avı başladı.

“İç ve dış tehditler” aynı zamanda topluma somut olarak gösterilmek durumundaydı, öyle de oldu. İç ve dış tehdit unsurları kullanışlılık değerine göre siyasetin emrine amade kılındı, son kullanma tarihi geçtiğinde de buruşturulup atıldı. Bu arada pek çok farklı kimlik sahibi insan ve çevreler mağduriyetler yaşadılar. Büyükada, Deniz Yücel, Brunson davaları bunlara örnek olarak verilebilir. Siyasetin başının “Sittin sene içeriden çıkamaz.” dediği Deniz Yücel’in bir yıllık tutukluluk macerası ve bu arada yazılıp çizilenlere onlarca örnek eklemek mümkün. “Gezi’nin beyni alınmıştı! Ve ikinci adam da bir tiyatrocu (M. Ali Alabora) idi.” Bu haberleri yapan editörler yazdıklarına ne derece inanıyorlardı bilinmez ama 14 aylık uzun tutukluluğa maruz bırakılan Osman Kavala’nın dosyasında yer alan gizlilik kararı sadece kendisinin avukatlarını bağlıyordu. Medya bu konuda bugün iktidarın ihtiyacı olan çarşaf çarşaf haberler yaptı; ciddiyeti tartışmalı, anakronik ve incir çekirdeğini doldurmakta zorlanılan!

Siyasetin iç ve dış politikada işine yarayan -sorunlu da olsa- iddianameler ve suçlamalar elbette sadece yukarıdaki örnekler ya da Cumhuriyet ve Zaman gazetesi yazarları gibi kamuoyuna mal olmuş kesimlerle ilgili değildi.

Mesela Alparslan Kuytul ve Furkan Vakfı hadisesi hukuk tarihine geçecek delilsiz itham, iftira, kurgu ve zorlamalar içermekteydi. Aslında bu dosyada meselenin siyasi olduğu, iktidara yönelik eleştirilerin başat unsur olduğu o kadar açıktı ki. Bir insanı, birbirine benzemez dört örgüt (kokteyl örgüt) FETÖ-PKK-IŞİD-EL KAİDE’den suçlayıp bunlardan birine bile iddianamede yer verilmemesi bir yanda, 28 Şubat görüntülerini anımsatır tarzda vakfın öğrenci evi olduğu iddia edilen meskenlerine baskınlar yapıp sakinlerini eşyalarıyla birlikte sokağa atmak diğer yanda. Bu bir siyasi terbiye yöntemiydi ve mezkûr çevrenin basında yer alan iddialarla ilgi ve alakası söz konusu değildi ama medya-siyaset için önemli olan bu operasyonların terörle mücadelede kazanılmış birer mevzi olarak lanse edilmesi ve söz konusu çevre, yapı, cemaat üzerinden mezkûr kamuoyunda hiç kimsenin güvende olmadığı mesajının alınmasını sağlamaktı. Nitekim ne zaman İslami kesimlere bu tarz operasyonlar yapılsa, sıradakinin kimler olacağı konusu da zaman zaman aynı medyada fal açma konusu olmaktaydı!

Medya ve siyasetin bu gösterilerinde “lekelenmeme hakkı” vb. yukarıda saydığımız tüm maddeler çiğnendi. Ülkenin hukuk çıtasındaki bu gerileme ve düşüş, bunun ahlaki-hukuki sorumluluğu, uluslararası arenaya yansımaları, “savaş hiledir” şuuraltı göndermeleriyle meşrulaştırılarak bir savaşın doğal sonuçları şeklinde yansıtıldı. Hatta daha da ileri gidilerek utanıp sıkılmadan, birkaç ay sonra yaşanacak mahcubiyetler hesap edilmeden “hukukileştirilmeye” gayret edildi. Ne de olsa bir savaş veriliyordu. Unutulan en temel husus “savaşın da bir hukukunun olduğu” idi! Tabii sadece hukuku değil, ahlakının da. Merhum Aliya’nın dediği gibi “Savaş düşmanına benzediğin zaman kaybedilir!”

Mücadele ettiklerini iddia ettikleri FETÖ’nün ve devlet hafızasının/geleneğinin mağdur ettiği Hizb-ut Tahrir gibi yapılara da sahip çıkmadılar. Hizb-ut Tahrir’e Müslüman mahallede yaşatılan yalnızlık, muhafazakâr medyada da çok farklı değildi. AYM’nin yerel mahkeme kararının aleyhindeki “Terör örgütü olduğunu ispat edememişsin.” görüşü bile yeter derecede heyecan oluşturmadı. Oysa mademki FETÖ kumpaslarıyla mücadele ediliyordu, bu karara sahip çıkmak gerekmez miydi? Üstelik Yılmaz Çelik davasında tahliye ve yeniden yargılama kararı ile gelişen bu sürecin ardından, kararın emsal olması beklenirken, beş başvuru yerel mahkemelerin reddine uğruyordu! Her konuda bit yeniği arayan ve sıkıştığında mahalli yargıyı günah keçisi kılmayı seven medya maalesef burada bir hinliğe rastlamadı! İktidarı rahatsız edecek tınıları birinci sayfalardan da iç mizanpajlardan da uzak tutmaya çalışan medyanın yerine ilgi, başka bir adaletsiz mahfilden geliyordu: “Muhalif medya”. Cumhuriyet gazetesine göre AYM dinci örgütü aklamıştı! Erdoğan çıkıştığında “AYM kararlarını tanımayan despot” ithamına maruz kalırken, bu defa OdaTV ve Cumhuriyet AYM kararını ideolojik diye suçluyordu! Onların da kendi ideolojik konumlanışları, bir kararın hukukiliğini görebilmede gözlerine perde çekiyordu. İşlerine geldiğinde mahkeme önlerinde “herkes için adalet” pankartı açan malum çevrelerin adalet anlayışlarının sınırı da tıpkı eleştirdikleri medyada olduğu gibi ideolojilerinin izin verdiği sınıra kadardı!

Siyaset-Medya-Yargı Üçlüsünün İdeolojik Davranma Geleneği İhya Edildi!

Suç ve örgüt tanımlarındaki muğlaklıklar, iddianamelerin hazırlanmadığı uzun tutukluluklar, keyfi tutuklamalar ve adaletsizlik içindeki adaletsizlikler hem hukuku yaraladı hem de toplumsal zihnin geçmişten bugüne görece ihyaya evrilen kodlarını ters yüz etti, düşünüş biçimlerini keskinleştirip dogmalaştırdı ve adalet-merhamet ölçülerini de yerle yeksan etti.

Adaletsizlik içindeki adaletsizliklerden kastımız, koyulan hukuksuz kriterlerde bile iltimasın söz konusu olmasıydı. Birinci derece akrabalık ilişkisi üzerinden niceleri FETÖ ithamına maruz kalırken, bazıları bu ölçüye tabi tutulmadı. Mesela Şaban Dişli ile Mehmet Dişli kardeşlik ilişkisi Hollanda Büyükelçiliğine halel getirmedi. Yine örneğin Tarım Bakanı Bekir Pakdemirli, ağabeyi Mehmet Pakdemirli FETÖ’den tutuklu olup görevinden ihraç edildiği halde bu durumdan etkilenmedi ama pek çok sıradan vatandaş bu kriter mucibince mağdur edildi. Üstelik örgütle iltisaklılığı ispat edilemeyip aklanan ve beraatla sonuçlanan gelişmelerden sonra bile bu akrabalar işlerine geri dönemediler.

Oysa hem Kitab-ı Mubin’in En’am 164, İsra 15, Necm 38 ayetlerinde vurgulandığı gibi hem de Veda Hutbesinde Hz. Peygamber’in “Ey İnsanlar! Herkes yalnızca kendi işlediği suçtan sorumludur. Sizi uyarıyorum. Suçlu evlattan ötürü baba sorumlu tutulamaz, suçlu babadan dolayı da evlat sorumlu tutulamaz.” evrensel hitabında görüldüğü üzere, bu durum aslında Hz. Âdem’den bu yana insanlığı nurlandıran evrensel tevhidî mesajın ve bunlardan mülhem evrensel hukuk normlarının çiğnenmesi anlamına geliyordu.

IŞİD operasyonları adı altında pek çok insan/çevre emniyet fezlekeleri ve gazete haberleri üzerinden yargısız infazlara maruz bırakıldılar. Haklarındaki haberler fotoğrafları buzlanmadan, lekelenmeme hakkı çiğnenerek, haber dilinde “iddia” kelimesi kullanılmadan yapıldı. Bilahare masumlar lehine gelişmeler söz konusu olduğunda, bunlar haber konusu edilmedi.

Mesela aynı psikolojiden ve haklılık durumundan yola çıkarak KHK ihracına maruz kalıp bilahare aklanan insanlar çevrelerine, akrabalarına karşı yaşadıkları “mahcubiyetler”in telafisi için aklanan KHK’lıların yeni bir KHK ile ilan edilmesini bile talep ettiler ki bu taleplerinde sonuna kadar haklıydılar: Madem lekeledin o halde temizlemesini de bil!

Halis Bayuncuk’un IŞİD ile irtibatlandırılıp ‘örgüt kurma ve yönetmekten’ ve arkadaşlarının da ‘örgüt üyeliği’nden hüküm giymesi, pragmatik siyasi aklın işleyişi açısından IŞİD’e gidenlerin beslendiği kaynakların kurutulmaya çalışılması iddiasıyla yorumlanabilir ama hukukilik açısından tam bir felakettir. Kurulmayan ve yönetilmeyen örgüt hakkında, bir yemek daveti bahane edilip örgüt toplantısı denerek üretilen suçlar ve üstelik iddiaya konu olan örgüt tarafından tekfir edilip tehdit edilen bir cemaat ve sırf selefi fikirlilerin oluşturduğu varsayılan “tehdit” unsuruna yaslanarak haklarındaki iddialara gerçeklik payesi biçmek! Basın bunu başarılı bir mizansen olarak sundu ama aynı “örgütün” eğitim kurumlarına neden sadece Milli Eğitim Bakanlığı üzerinden illegal eğitim gerekçe gösterilerek ceza verildiğine ilişkin garabeti görmedi. 

ByLock konusunu uzunca bir süre sümenaltı edip, FETÖ ile mücadelenin başat unsuru olarak görüldüğü için tartışılmasını engelleyen medya, bazı çevrelerin sınırlı gayretleri ve yüksek yargının aldığı kararların ardından aklanan 11.480 kişi ile ilgili olarak bile nedamet getirmekten ziyade, kamuoyuna bunu bir minnet konusu olarak dayattı. Konuyu FETÖ ile mücadelede, FETÖ’nün kumpas unsurlarından birinin deşifre edilmesi olarak lanse etti. Oysa zaten bir buçuk yıldan fazla bir süre bu konuyu gündemleştiren çevreleri aynı medya hain ve mücadeleyi sulandıranlar olarak lanse etmiş, ByLock ve mağdur kelimelerinin zinhar yan yana zikredilmemesi için elinden geleni ardına koymamıştı. Ki ByLock’taki sorunları dile getirenler de bunun şartsız kayıtsız ölçü kabul edilip on binlerce insanın mağdur edilmesine göz yummanın asıl düşmanın ekmeğine yağ süren, mücadeleyi sulandıran, hukuksuzlukları katmerleştiren, birkaç üst düzeyin ayak izlerini bulma adına (ki darbe davalarından yargılananların önemli bir kısmı ByLock kullanıcısı değildi) on binlerin canını yakan, ahlaki meşruiyeti zayıflatan bir mesele olarak gündemleştirmişlerdi. Ama “yerli-milli” medya, verdikleri “kutsal mücadele”ye halel gelmemesi adına ahlakın da hukukun da merhametin de bypass edilebileceğinin örneklerini serdetmişti. Bu esnada yargı ise ByLock ile ilgili ölçüleri değiştiren yüksek yargı kararlarına kadar elindeki MİT raporundan başka bir delili ölçü saymamakla meşguldü.

Tabii bu sürece öyle kolay gelinmedi. Medya sürekli olarak, yüksek yargının kararlarını, bilirkişilerin bilişim raporlarından bihaber çeşitli “yerli-milli” cumhuriyet savcılarının “FETÖ ile mücadele sulandırılıyor.” açıklamalarını manşete taşıdı. Mızrağın artık çuvala sığmadığı son ana kadar -istisnalar dışında- ByLock konusunda direndi.

Ana akım medya toplumun da itikadı üzerinden silindir gibi geçen propagandif yayınlar yaptı.

“Doğurma emri almış ablalar”ın doğumhane fotoğrafları çarşaf çarşaf yayınlanırken, nehirde boğulan insanların başlarına geleni hak ettiklerine, hatta bu ölümlerin suiistimal edilip kamuoyunda infial oluşması için bizzat Pensilvanya’dan emirler geldiğine ilişkin yayınlar yapıldı. Öyle ki içimizden 28 Şubat mağduru yazarlar, bu insanlar için “Niye kaçıyorsunuz; en fazla 4-5 yıl yatıp çıkardınız?” gibi “tavsiyeler” içeren yazılar kaleme aldılar.

Başlarda tavan-orta-taban diye kategorize edilen yapı, ne olur ne olmaz misali artık siyasetçisinden medya mensubuna, hatta İslami kesimlere kadar tanımlanmış ve yapısı ortaya dökülmüş bir örgütün hiyerarşik mensupları gibi görülüyordu. Bunda sadece yanlış siyasi kararların, medya propagandalarının suçu olduğunu söylemek haksızlık olur. Allah (cc)’ın uyarı ayetleri maalesef “kin-buğz-nefret” ve korku çıtasına takılarak ve bu çıta aşılamayarak bizatihi İslami kesimler tarafından da malum “haklı sebepler”, “yüksek maslahatlar”a dayanılarak görmezden gelindi. Gerçeklikle buluşulduğu anlarda ise bu hakikatler sadece kapalı kapılar ardında dillendirildi. Mahallede derin bir sessizlik hâkimdi.

Hani Müslüman Mahallesinde Salyangoz Satılamazdı!

Gönüllü maruz kalınan propagandanın yol açtığı sorunlar

Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili’nde Maide Suresi’nin tefsirinde, Nisa 135 ve Maide 8 ayetlerinin birbirini tamamlayıcı özelliklerini yorumlarken şunları söyler:

“Tevhid dininin ahlâkî gayesini, sosyal ve siyasî hikmetini özetleyen bu âyetin benzeri Nisâ sûresinde geçmiş idi. Fakat orada "Adaleti tam yerine getirerek, Allah için şahidler olun" (Nisâ, 4/135), burada ise "Allah için hakkı ayakta tutanlar olun." buyurulmuştur. Gerçi iki mânânın birbirini gerektirmiş olduğunda şüphe yoktur. Elbette adaletle ayakta duran, Allah için ayakta ; Allah için ayakta olan da adaletle şahitlik eden olur. Şu halde ifade sırf kelâmda bir sanat gösterme ve çeşitlenmeden ibaret sanılabilir. Fakat dikkat edilirse anlaşılır ki orada asıl maksad, Tu'me olayında olduğu gibi sevgi ve iltimas yerlerinde adalet ve hakkâniyeti gözetmek, kendisi ve sevdiği yakınları aleyhinde bile olsa hakkı (doğruyu) itiraf ve adaleti yerine getirmek idi. Burada ise maksad, düşmanlık ve nefret yerlerinde adalet ve hakkaniyeti gözetmek, düşmanın lehinde bile hak ve adaleti tutmak ve tatbik etmektir. Yani orada dahilî siyaset, burada ise haricî siyaset görüşü üstündür. İkinci olarak, orada sözün gelişi kullara adalet ile Allah'a ihtisas ve kulluğu temindir. Burada ise Allah'a ihtisas ve kulluk ile kullara adaleti temindir. Her iki bakış açısıyla da birincide adaletle ayakta durmakla, burada Allah için ayakta durmakla başlamanın uygun olduğu açıktır. Şu halde:

Ey müminler, yalnız abdest alıp namaz kılmakla kalmayınız ve ancak o zaman Allah huzurunda kıyam edilir zannetmeyiniz: Daima Allah için ayakta olunuz. Yapmanız gereken her işe Allah için sarılıp Allah için hükümler icra ve işleri idare ediniz. Hep adalet ve hakkaniyet şahitleri olarak hakkı yerine getiriniz. Her fiiliniz ve sözünüz Allah için olsun. Her yönden adalet ve hak şahidi olunuz: Adaleti yerine getirmede numune-i imtisal (örnek insan) olunuz. Ve bir kavme şiddetli kininiz veya onların size kini ve düşmanlığı sizi adaletsizliğe sevk etmesin. Şu halde haklarında doğru şahitlik ve adilane hükmetmeye veya işkenceye, iftiraya, harbe girmeyenleri öldürmeye, sözünden dönme vesaire gibi helal olmayan şeyleri yapmakla zulüm ve düşmanlık yapmaya, günaha sokmaya sebep olmasın. Adalet yapınız ki o takvaya daha yakındır. Allah'ın korumasına girmek için en yakın vasıtadır. Artık haricî siyasette düşman olan kâfirler hakkında adalet bu derece önemli vacip olunca, dahilî siyasette ve Müslümanlar hakkında adaleti yerine getirmenin ne büyük bir fariza (görev) olduğunu ve Nisa sûresi âyetine ne kadar önem vermek lazım geldiğini kıyas ediniz. Evet, adalet böyle yüksek ve takvaya en yakın bir görevdir. Bunun için adalet yapınız, ve Allah'tan korkunuz. En yüksek gaye budur. Bütün kurtuluş, bütün iş bundadır. Allah'tan korkmayan adalet de yapamaz. Şu halde emirlerine ve hükümlerine karşı gelmekten sakınıp, Allah'ın korumasına giriniz. Çünkü "Allah yaptıklarınızdan haberdardır" iyi veya kötü, hiçbir işten gaflet etmez ve hiçbirisini hükümsüz bırakmaz.”

Burada birkaç nokta dikkatleri celp etmektedir ki bunlar; takva-adalet ilişkisi ve başta kendi nefsimiz olmak üzere sevdiklerimiz ve kanlı-bıçaklı da olsak nefret ettiklerimize kadar geniş bir yelpazede hissî/duygusal davranmanın menedilmesidir. Adalet, takva, Allah için hakkı ayakta tutma ancak bu şekilde yerine getirilmiş olur.

Diğer bir husus da Elmalılı’da olduğu gibi Fahreddin er-Râzî’nin Tefsîr-i Kebîr olarak da bilinen Mefâtihu’l Gayb’ında Maide 8’i tefsir ederken altı çizilen husustur. Râzî, “Adil olun, bu takvaya en yakın olandır.” mealindeki cümleye geldiği zaman şöyle der:

“Bu ifadede, Allah düşmanı kâfirlere karşı adaletle davranmanın vacip olduğu hususunda önemli bir uyarı vardır. Binaenaleyh, Allah dostu ve sevgilisi müminlere karşı adaletle davranmanın vacip oluşunun derecesi artık buna kıyas edilmelidir.”

Tam da bu noktada, Seyyid Kutub’un Fi Zilâl’de aynı ayetler bağlamında, İslam dışında hiçbir ideolojinin takipçilerine “düşmanına karşı adalet talep eden” böyle bir teklifi sunmadığı ve ancak Müslümanların böylesi biricik olan bir erdemliliğe davet edildiği tespitlerini de hatırlatmakta fayda var.

Görüldüğü üzere bu ayetlerin hem tüm zamanlarda bize rehberlik edecek ve adil şahitlik misyonumuzu kavi kılacak bir içeriği hem de 15 Temmuz sonrası izlenen siyasetler ve bunların toplumsal yapıya ve hukuk-yargı mekanizmalarına etkilerine ilişkin değerlendirmelerde mihenk taşı olma özellikleri mevcuttur.

Mesela, yine Elmalılı’nın Maide Suresi tefsirinde dikkatlerimizi celp ettiği çok önemli bir husus da 15 Temmuz travması karşısında sadece toplumun genelinin değil, Müslümanların da zaaflı bakışını besleyen bir ölçüye dikkat çekmesidir. Mesele sadece bizim hissiyatımıza dayalı “bizim nefretimiz” değil, “karşı nefret”in de adalet ölçüsüne konu edilmesidir. Yani “Bir kavme şiddetli kin-düşmanlık ve onların size şiddetli kin-düşmanlığı sizi adaletsizliğe sevk etmesin.” vurgusu, aslında fehim sahipleri açısından içine düşülebilecek, hatta düşülen çok önemli bir ölçüsüzlüğü tashih ve ıslah işlevi görmektedir. 15 Temmuz’dan bu yana yürütülen sürecin sağlıklı değerlendirilmesini engelleyen, zaafların üzerinin vicdanlarda örtülebilmesini sağlayan, hatta zaaf, yanlışlık olarak görmektense hakkaniyet dairesinde değerlendirilmesini beraberinde getiren bakış açısıdır söz konusu olan:

“Onlar bizi ellerine geçirselerdi neler yapmazlardı ki!”

İşte ayet, onların neler yapabilecekleri potansiyeli üzerinden endişelenip sağlıklı düşünmekten ve hakkaniyetli duruştan kendilerini alıkoyanlara bir ölçü hatırlatmasında bulunmaktadır. Hem “bizim öfkemiz” bizi adil olmaktan alıkoymamalıdır hem de “onların kin ve öfkeleri” ve yapabilirlik potansiyelleri yine bizi adil olmaktan uzaklaştırmamalıdır.

İşte vahy-i mubinin bu uyarısını kulak ardı etmek; hem bir sosyo-politik hadise karşısında, o hadisenin taraflarına dönük hakkaniyetli pozisyon alışları engellemekte; hem taraf olunanın/iktidarın ölçülerinin şartsız koşulsuz sahiplenilmesini beraberinde getirmekte hem de pek çok hukuksuzluğun görülmesini engellediği gibi, o hukuksuzlukların örtülmesi misyonuyla donanmış medya gibi propaganda mekanizmalarının da tesiri altında kalmayı kolaylaştırmaktadır.

Nitekim eğer sevdiklerimiz (Nisa 135) ve kin duyduklarımızla (Maide 8) ilgili ayetler bütüncül bir şekilde yaşadığımız hadiselere okutulabilseydi bürokrasinin, medyanın ve toplumun şuuraltına kalınca işlenen şu adaletsiz motto da tesirli olamayacaktı:

“Eğer hak teslimini kılı kırk yararak yapmaya kalkışırsak, güvenlik ve bekamız tehdit altında olmaktan kurtulamaz!”

Böyle bir cümle elbette hiç kurulmadı ama bu cümlenin “Söz konusu vatansa ya da beka ise gerisi teferruattır.” versiyonunun bu anlama geldiği anlaşılmak, kavranmak istenmedi. Bu tespit halktan öte İslami kesimler için geçerli. Maalesef tüm hukuk dışılıkları, yanlış kriterleri ve adaletsiz tutum alışları ve bunları normalleştirmeyi bu psikoloji besledi.

Mesela sapla samanın iç içe geçtiği, yaşla kurunun birlikte yandığının ifade edildiği cümleler aslında birer itirafname hükmünde idiler. İnsanları iltisaklı ilan ederken hukuki milat olarak işaretlenen zaman dilimlerine riayet etmezken; isimsiz ihbar mektuplarını ciddiye alıp delil sayarken; insanları akraba iltisakıyla açığa alıp ihraç ederken; “kurum kanaati”nin mahkeme kararından daha önemli olduğunu varsayarken; takipsizlik ve beraat almış olan insanların iadelerini geciktirirken; ByLock gibi argümanlarla ilgili tartışmaların önünü kesip eleştirileri mahkeme kararlarını ve FETÖ ile mücadeleyi sulandırma girişimi addederken, aslında nasıl bir girdabın içine girildiğinin farkında ama geri dönüşlerin zaaf oluşturacağı zannıyla hareket edildi. Ve bunlar icraata konurken, özellikle yukarıdaki iki motto ve birazdan değineceklerimiz etkili oldu.

“Geçmişe dönmek istemiyorsanız hâlihazırdaki hukuksuzluklara tahammül etmelisiniz!”

Hatalı kriterler sadece hukukçuların siyasal kararlara bile isteye imza atmalarını değil, Cemaat olgusuyla bir şekilde bağı olan insanları “terörist” olarak damgalayıp merhamet yollarını tıkayan (velev ki çoluk çocuk nehirde boğulsunlar) ve bunlarla yolları hiç kesişmemiş geniş bir sosyolojiye de başlarına ne gelirse gelsin “sabır/tahammül” telkin eden bir vasat oluştu. Tabii sapla saman birlikte yandıkları için de mesela KHK’zede olmakta kaderleri buluşan bir toplumsallık ve mağdur kitlesi oluştu. (Buradaki hem sap hem de samanın önemli bir çoğunluğunun suçluluğu ispatlanmamış ama suçsuzluğunu ispatlamak için çırpınan orta ve ortanın altı kesime ait insanlar olduğunu hatırlatmakta fayda var.)

Toplumun bu sosyolojiye şüpheyle bakmasında ve “Ateş olmayan yerden duman çıkmaz.” psikolojisiyle hareket etmesinde, medyanın, tarihî belgesellerle insanları yakın geçmiş ve muhtemel gelecek ile korkutmasının da önemli bir payı oldu. Bu korku propagandası İslami kesimler üzerinde de olabildiğince etkiliydi ve FETÖ ile mücadelede yapılan yanlışları öne çıkaran az sayıda çevreye sürekli bu yakın geçmiş hatırlatmasıyla karşı çıkıldı.

“Evet, FETÖ bizden adalete ve hukuka güveni aldı götürdü. Ama bunun çözümü düşene (adalet ve hukuka) bir tekme de bizim vurmamız değildir. Bununla en iyi mücadele adalet ve hukuku kılı kırk yararak ayağa kaldırmaktır.” ya da “FETÖ’den nefret ettiğimiz kadar, FETÖ ile mücadele adı altında ‘bu kadar da olmaz’ dedirten hukuksuzluklara da Allah (cc) için buğz edip ses verelim.” diyenlere kulaklar tıkanmış oldu.

15 Temmuz’dan on ay sonra dahi henüz darbe davaları başlamamışken üretilen onca mağduriyetin acısıyla, süreci yakından takip eden sınırlı sayıda çevrenin ortak sorusu şuydu:

“10 aydır cürmü meşhut olduğu halde FETÖ’cülüğünü inkâr ya da kabul edenler hakkında karar almakta geciken sistem; 40 yıldır bunların mahallesine bile uğramamış olanları infazda neden bu kadar aceleci ve pervasızdır! Çarpık, yanlış, eksik kriterler ve o kriterlerin hukuk bürokrasisinin elinde ve mağdurların tepesinde Demokles kılıcı gibi sallanması adaleti ayaklar altına alıp maşeri vicdanı yara bere içinde bırakmıyor mu?”

Bu sorular şu ünlemelerle karşılanıyordu:

“Abartılı bir mağdur edebiyatı var. Olağanüstü dönemlerden geçiyoruz; elbette hatalar olacak!”

Başlarda anlaşılabilir olan bu savunu biçimi gün geçtikçe sorumsuzluğunu da ortaya koyuyordu. Herkes istatistikçi kesilmişti adeta. Süreci sorunlu görmeyenlere göre mağdurlar yüzde biri geçmezdi! İlk altı ayda da son altı ayda da değişmeyen bir istatistikti (!) bu. Niyetlere, zanlara, devlet bürokrasisine güvene, sahih olmayan ölçülere dayalı.

Yıllarca mahallemizde devlet denen organizmaya haklı haksız karşıtlık izhar etmiş, devletin her uygulamasına bırakın şüpheyle yaklaşmayı, kesin inançlılıkla karşı çıkmış kesimler bu defa aynı kesin inançla, devlet ile kendi kaderlerini ortaklaştırmaktaydılar.

Fikrî sabitliklerini baştan sona koruyanlar süreci sorumluluk üzere de takip etmediler. Şüphecilikten uzak durdular. Kesin fikirlerini korudular. Hâlbuki sorulacak sorular, vukufiyeti geliştirecek, özeleştiriyi geliştirecek, korumaya çalıştıkları alanların da faydasına olacaktı. Kimileri bu inadın peşinde, açıkça zulüm olan uygulamaları hakkaniyet ölçülerine dayalıymış gibi gördüler. Kendisiyle savaşılan güce olan nefret, devlet bürokrasisine biçilen haksız paye, sürecin yönetimiyle ilgili ölçüleri sorgulamayı reel politik açısından gereksiz gören bir anlayış, maalesef mağdur sosyolojiye de merhametle bakamadı, kriterleri de sorgulayamadı. ‘Hikmet-i Erdoğan’ı yakınındaki kardeşlerinin uyarılarına tercih ederek yaşanabilecek savrulmaların da farkına varamadı.  

“Bu tarz eleştirilerle FETÖ ile mücadeleyi sulandırmamalıyız!”

Oysa at izinin it izine metazorik olarak karıştığı bu sürecin bu şekilde ilerlemesine olur vermenin bizatihi kendisi mücadeleyi sulandıran unsurlarla doluydu, halen öyle.

“Reel politik böyle bir şeydir. Bilmediğimiz arka planlar da var. Bilip bilmeden sesimizi yükseltip yanlış bir konumlanma içinde olmamalıyız!”

Oysa reel politik adına susmayı salık verenler aslında koruduklarını zannettiklerine zarar verdiklerinin farkında değillerdi, birçoğu hâlâ değil. Asıl fayda, iyiliği emr kötülükten nehyetme anlamında yapılacak çözüm öneren yapıcı eleştirilerle mümkündür. Fakat bu da öncelikle sürecin getirdiği yanlışları doğru tespit edecek tutarlı bir zihniyeti ve vicdanı gerekli kılar.   

“İtidalli olalım ve düşmanın eline koz vermeyelim!”

Evet, itidalli olalım. Ama bunun ilk şartı, zamanın değişen ruhunu kavrama çabası, araştırmacılık, şüphecilik, süreç takibini emek mahsulü gayretlerle sürdürmek değil midir? Emek harcanmayan yerde elde hazır reçetelerle itidalli olabilmek mümkün müdür? Hele ki insanları itidalden uzaklaştırmak ve sapkın ölçülerle ölçüsüz kılmak için çaba gösteren propaganda aygıtları bu derece güçlü ve hevesle işliyorken.

Evet, düşmanın eline koz vermeyelim. Bunun da yolu adil olmaktan geçiyor. Öyle adil olalım ki düşmanımız bizden beslenemesin. Ne kadar hata, ne kadar zaaf, ne kadar hukuksuzluk, ne kadar ölçüsüz merhametsizlik, o kadar koz oyununu bozalım. 

“Daha yolun başındayız, kat edilecek çok yol var!”

Bu şekilde ilerlemeyi bir gelecek tasavvuru/muhayyilesi ve inşası olarak niteleyen bu bakış açısı sorgulanmaya muhtaçtır. Bu perspektifin yegâne beslendiği alan, geçmişteki güçsüzlüğümüz, yaşadığımız trajediler, itilip kakılmamızdır. İyi ama bu bir daha gerçekleşmesin diye, bunca yanlışa ses çıkarmamak hatta onaylamak “biz”i “biz” olmaktan çıkarmaz mı? Üstelik geniş bir sosyolojinin de diziler vb. ile beslenerek sürece onayın içine katılması, yozlaşmaları, itikat bozukluklarını, bakış açılarındaki adaletsizlikleri besleyerek, ıslahı tedricen arzulanan kitlelerin tedricen gözümüzün önünde eriyip gitmesine, yozlaşma iklimini normalleştirmesine göz yummak değil midir? Üstelik “biz” diyenlerin bahsettikleri çevrelere henüz dokunulmamış olması, belli bir kesimin 28 Şubat şartlarını yaşadığı gerçeğini ortadan kaldırır mı? Bunun görülmesine rağmen müdahale etmeyen ya da vicdanen normalleştirenler geleceğe ve gelecek nesillere nasıl bir tasavvur taşımayı önermektedirler ki?  

“Yargıdaki hatalar meselesi sadece bugünün konusu değil ki her zaman mevcuttu!”

Geçmişte yanlış olan şey bugün de yanlış sayılmalı değil midir? Geçmişteki yanlışlar nasıl bizim canımızı yaktıysa, bugünkü yanlışlar da içinde bizden insanların da olduğu geniş bir kitlenin canını yakıyorsa eğer, hukuk bürokrasisini bu derece sahiplenmenin ardındaki psikoloji ne ile açıklanabilir? Üstelik bu net bir şekilde biz-onlar meselesi de değildir. Pek sevilen tabirle bir memleket meselesidir ki bu yanlışlardan hiç kimseye fayda gelmez. Ve en başta da Rabbimizin hudutlarının çiğnenmesi olarak algılanmalıdır.  

“Bunlar bizi ele geçirselerdi, kıtır kıtır keserlerdi!”

Velev ki böyle olacak olsun. Bu bizim adaletten uzaklaşmamızı meşru kılar mı? Üstelik bu argümanı nehirde boğulan çocukların ardından öne sürenlerimiz de vardı ki tam bir akıl-vicdan tutulması haliydi. 28 Şubat’ta mezkûr yapının almış olduğu pozisyon üzerinden yirmili otuzlu yaşlardaki insanları suçlamak, ilginç bir intikam yöntemi olmalıydı. Bu artık beka meselesinin de ötesinde süreci doğru fıkhetmenin üstesinden gelemeyenlerin, Allah’ın yardımından, fazlından uzak kalmalarının bir neticesi olarak iyiden iyiye ahlaki zemini kaybetmeleri anlamına gelmekteydi.

Yakalananlar yakalanmış, kaçanlar kaçmış, arda kalan yatay sosyoloji üzerinden bu kavganın sürdürülmesinin iktidar açısından “kendince” ama İslami kesimler açısından ne gibi meşru bir anlamı olabilirdi?

Mağdur Sosyoloji Darbe Mekaniğini Sorgular Oldu

Darbe denemesiyle birlikte dönen çark ve bu çarkın dişlileri arasında sıkışan insanların yaşadıkları travma, darbecilerin başarılı olsalardı yapageleceklerinin bir kısmının hâlihazırda yaşanıyor olduğuna dair bir psikolojinin alttan alta yaygınlaşmasını beraberinde getirdi. Bu psikolojinin haklı ya da haksız, adil ya da değil, parçacı ya da bütünlükçü oluşunun çok da bir önemi yoktu. Bir tarafta hikmet-i devlet psikolojisiyle gelişmelere bakanlar, diğer tarafta başlarına gelenin ardından devletin aslında göründüğünden daha hantal, beceriksiz, hazırlıksız, zaaf ve eksiklerle malul bir bürokrasiden oluştuğunu gözlemleyen kesimler…

Bunlar içerisinden iktidar tabanına ait/yakın olan toplumsal kesimlerin genel eleştirileri gelinen noktanın vahametini göstermesi açısından öğreticidir. Neleri öne çıkarttı bu kesim şimdiye dek, diye sorarsak, şunları sıralayabiliriz:

- Gasp edilen haklar/haksızlıklar

- Düşmanına benzemek (FETÖ’cülerin metotlarının benzerlerinin hayata geçirildiği, onlardaki acımasızlığın tekrarlandığının tespiti)

- Bindiği dalı kesmek (kendi tabanına ve geniş muhafazakâr kitleye zarar vermek)

- Muhafazakâr kesime darbe (Referansları bilinmeyen listelerle FETÖ’cülerin eline imkan geçseydi görülecek muamelenin muhtemel benzerinin yaşanacağına atıf)

- İktidarın altının oyulması (Bu kadar yanlışın ancak FETÖ sabotajı olabileceğini düşünenlerle, yapılan yanlışlar yüzünden iktidarın destekçilerini kaybetmeye yüz tuttuğunu ifade edenlerin ortak psikolojileri)

- Freni patlamış kamyon (sürecin artık geri dönülmez şekilde kontrolden çıktığına dair ye’is içeren tespit)

Tabii bunlara aynı kesimlerin yozlaşmalar/kadrolaşmalar/haksız ihaleler eleştirilerini de eklemek gerek.

Olay Mahallini Islık Çalarak Terk Etme Sebeplerine Ek Olarak

İslami kesimlerin suskunluk ve şahitsizliklerini, yıllardır kader ortaklığı yapılan iktidarla girilen ilişkilere bağlamak işin bir veçhesi. Fikrî ve yaşamsal konformizm, muhafazakârlaşma ya da yaşanan yeni gelişmeler karşısında yeni fıkhetme biçimleri üretememe, ne dersek diyelim aşağıdaki hazin tablo hali pürmelali ortaya koymak açısından can yakıcı. Meramımızı anlatmak ve düşünüş biçimlerinin kodlarını ortaya koymak açısından birkaç hadise üzerinden maddeleyelim:

- Büyükada (Ateş olmayan yerden duman çıkmaz. Adamlar Türkiye hakkında raporlar hazırlayan çevrelerden. Üstelik birinde de ByLock çıkmış. Gizli tanık boşa ihbar etmiş olamaz.)

- Brunson (Adam misyoner, misyonerlerin faaliyetleri malum. Dış güçler Büyükada’da olduğu gibi ya STK’larla ya da masum görünen din adamlarıyla faaliyet yaparlar. Medyanın da “15 Temmuz başarılı olsaydı CIA başkanı olacaktı!” şeklindeki kitlelerin aklıyla alay eden manşetlerini de hatırlatmakta fayda var.)

- Osman Kavala (Sorosçuları savunmak bize mi düştü?)

- Alparslan Kuytul (Saçma sapan siyasi görüşleri var. Ajitatif. Bu adam 28 Şubatlarda falan hiç ortada yoktu. Nereden çıktı bir anda vakıf makıf? Hakkındaki MİT raporuna da bakmak gerek.) (Not: Mahkeme dosyasına da konan hakkındaki MİT ve TEM raporlarının lehinde olduğunu not düşelim.)

- Hizb-ut Tahrir (Hilafeti savunmak suçsa, bunda da çok ısrarcı olmamak lazım. Silah olmadığı ne malum? Hükümet eleştirilerinde ölçüyü kaçırmasınlar onlar da.)   

- Halis Bayuncuk (Bu tarz selefi oluşumların vardır bilmediğimiz ilişkileri. Yine ve yeniden; “Ateş olmayan yerden duman çıkmaz!” Zaten önceleri IŞİD’ci imiş)

İlahi Hitabın Emrettiği Af, İhsan, Merhamet Siyaseti

Doğru tutum, varoluşumuzu korurken ilkelerimizi de korumaya çalışmak değil midir?

Yine Hak Dini Kur’an Dili’ne kulak verelim ve merhum Elmalılı’nın Maide Suresi tefsirindeki hikmetli çıkarımlarını yardıma çağıralım. Bakın, Yahudilerin Hz. Peygamber’e yönelik onca muamele ve planlarına rağmen, ilahi hitabın kitleleri kazanmaya dönük adalet ve merhamet pınarından süzülen tavsiye/emirlerini nasıl özetliyor:

“Ey Muhammed, sen de bunlardan daima bir hiyanete muttali olur durursun. Yani bunların âdetleri budur. Geçmişleri, peygamberlere sözleşmeyi bozmak ve öldürmek ile hiyanet edegeldikleri gibi, sonra gelenleri de sana hainlik eder dururlar, sözleşmelerini bozarlar, düşmanlarına yardımda bulunurlar, seni öldürmeye ve zehirlemeye teşebbüs etmek isterler. Ancak birazı müstesna. Ki çoğunluğun açıklamasına göre bunlar iman etmiş olanlardır. Bununla beraber denilmiş ki bu azlığın küfür üzere kalmış olmakla beraber, siyasi açıdan yaptıkları sözleşmede duran ve hainlik etmeyenler olması da muhtemeldir. Bu kadar kötülüklerin ve hainliklerin sayılmasından sonra bunlara hiç emân vermeyiniz. Hemen mahvediniz ve yok ediniz tarzında bir emir verilecek gibi gelirken bakınız ne buyuruluyor:

Şimdi ey Muhammed, sen bunlardan geçmişteki hainliklerini affet. Onlara aldırma, geçmişi Allah'a bırak ve geleceğe bak. Çünkü "Muhakkak Allah iyilik yapanları sever". Affetmek ve aldırmamak da ihsan (iyilik yapma)dır. Sen ise büyük ahlâk, güzel ahlâk ile gönderilmişsin. Bu affetme ve aldırmama emrinin, müstesna olan az kimselere mi yoksa diğerlerine de mi ait olduğu bahis konusu olmuştur. Bazı tefsirciler müstesnaya ait olduğunu, yani Hz. Peygamber'e iman edenlerin geçmişteki günahlarına veya iman etmemekle beraber sözünde duranların ufak tefek kusurlarına aldırmayıp affetmeyi emrettiğini söylemişlerdir. Fakat bunun böyle hainlikten istisna edilmiş olanlara bağlanması lafız itibarıyla yakın olmakla beraber, mânâ yönüyle kusurlu ve açık değildir. Doğrusu burada bu âyetin inmesinden önce vaki olan hainliklere ait olmak üzere, hainlere ibare ile ve müstesnalara öncelikle ve delaletle olmak üzere hepsine karşı genel bir af ve aldırmama emredilmiş ve bu şekilde âlemlere rahmet olan Hz. Peygamber'e önce el uzatmak isteyen hainlere karşı bile kin ve intikam hissinden uzak olarak adaletten başka güzel ahlâk ile muamele etmesi emredilmiştir. Affın, genelde vaki olan suça sarf edilmiş olacağı malumdur. Bununla beraber bunlarda hainliğin devam edip duracağı açıklandıktan sonra "onları affet" buyurulması, bu affın geleceğe de bir ilişkisine işaretten uzak değildir. Ve işte tefsircileri düşündüren de bu nokta olmuştur. Fakat bu yönle affetme ve aldırmamanın bütün gelecekte her suça ve hatta her hainliğe umum ve şümulünü (kapsamını) ifade eden hiçbir kayıt yoktur. Nihayet bununla her hainliğin cezalandırılmasının vacib olmadığı ve bazılarının affı caiz ve hatta mendub olduğu anlaşılır. Çünkü mutlak emir esasen ne umum ifade eder ne de tekrar. Şu halde burada Yahudilerin bu kadar cinayetlerden sonra muhakkak cezalandırılmaları gerekir gibi bir zan defedilmiş ve İslâm dininin musamahası gösterilmiştir. Şu halde mânânın özeti: "geçmişi affet, gelecekte de her hainliği cezalandırma taraftarı olma" demek olur.”

Bu derece efradını cami ağyarını mani bir açıklamanın üzerine daha fazla söz söylemenin anlamı yok diye düşünmekteyiz.

Bu af ve ihsan siyaseti mucibince hareket edilmediğinde nice kontrol dışı hataların toplumu logaritmik şekilde büyüyen sosyolojik zararlara uğrattığı; nice masumları kasıp kavuran sosyo-politik tufanlara maruz kalındığının örneklerini bu süreçte hep birlikte müşahede ettik. Kolay ve Rabbin rızasına uygun olanı seçip uygulamak yerine, zor olana talip olunduğunda bu siyaseti yürütebilmenin güçlüğü ve yol açtığı dengesizlikler de apaçık görüldü.

Netice itibariyle, “tecrübe-yaşanmışlıklar, düşmanlıklar, öfke, kin yahut aşırı sevgi” gibi hisler üzerine bina edilen süreçler nasıl ki siyasete dönüştüğünde toplumsal yaraları sarmaktan çok, tuz basmaya hizmet ediyor ve yaşanan travmaların artmasını, farklı toplum kesimlerinin de haksız yere bundan payını almasını, bu siyasetten şartsız koşulsuz yana olanların itikatlarının bozulması gibi onulmaz yaralar açılmasını ve adaletten, haktan, hukuktan, merhametten uzaklaşan bir sosyo-politik ortam oluşmasını beraberinde getiriyorsa; adaletin, affın, ihsanın hukuk normlarıyla buluşturulduğu bir siyasetin de tersine olumlu etkiler yapacağı, yaraları saracağı, kaos ortamlarını onaracağı, pusuda bekleyenlerin heveslerini kursaklarında bırakacağı ve hepsiyle birlikte bizleri şimdiye ve geleceğe dair Rabbimizin kendilerinden razı olacağı adil şahitlerden kılacağı unutulmamalıdır! 

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR