1. YAZARLAR

  2. Tahir Mahmut

  3. Medeni Batı’nın Halleri

Medeni Batı’nın Halleri

Ağustos 2009A+A-

Batı medeni olduğu hususunda ısrarcıdır ve dolayısıyla sahip olduğu değerleri dünyanın geri kalanına ihraç etmek ister. Batılı değerleri anlayamayanlar medeniyet dışıdır; örneğin Müslümanlar din gibi ilkel kavramlara bağlı oldukları için medeni değillerdir. Medeni olmak için Batı’nın işaret ettiği şeylerden birisi de ölüm cezasının kaldırılmasıdır. Ölüm cezası şu anda sadece ABD’de uygulanmaktadır fakat o da çok medenicedir: Zehirli iğneyle infaz! Asarak infaz etmek ise çok barbarcadır! Her yıl otuz bin Amerikalının ateşli silahlarla ölmesi ise çok farklı bir hikâyedir.

Batı’nın medeni olduğu tezi şu iddialara yaslanır: Şehirleri çok planlıdır, trafik oldukça düzenlidir; çünkü insanlar kurallara uyarlar, trenler ve otobüsler zamanında gelir ve giderler, üstünlüğü ve ilerlemeyi gösteren uzun binalar vardır. Benzer şekilde siyaset de medeni tarzda icra edilir. 4 ya da 5 yıllık süreler için seçilen hükümetler bu süreleri tamamlarlar; üçüncü dünya ülkelerinde olduğu gibi siyasi liderler zorla görevlerinden alınmazlar. Batılı ordular darbe yapmazlar ve generaller politikacıların yerine geçmeye çalışmazlar. Dolayısıyla Batı her haliyle organize ve medenidir.

Medeni davranışın başka tezahürleri de vardır. Sözgelimi II. Dünya Savaşı’nın sona ermesinden önce savaşın galipleri ABD, Britanya ve Fransa dünyanın meselelerini düzgün şekilde halletmek için Birleşmiş Milletler’i (BM) oluşturdular. BM’nin sorunsuz çalışması için medeni uluslar Güvenlik Konseyi’ni kurdular ve kendilerine veto hakkı tanıdılar. II. Dünya Savaşı boyunca medeni uluslar yüzünden Avrupa ve Rusya’da altmış milyon insan öldü. Gü­venlik Konseyi’nin daimi 5 üyesi veto hakkını ellerinde tutmakta ve dünyanın geri kalanının nasıl davranacağına karar verebilmektedir. Bu 5 ülke şunlardır: Amerika, Britanya, Fransa, Sovyetler Birliği (şimdi Rusya) ve Çin. Fakat Mao Tze Dung’un liderliği altında komünist devrim yapan ve Amerikan yanlısı Çan Kay Şek rejimini deviren ve onu Formosa adasına (şimdiki adı Tayvan) sürgüne gönderen Çinliler medeniyet dışı davranışlarda bulunmuşlardı. Çin’i 1970’lerin başına kadar BM’de Tayvan’daki Çin Cumhuriyeti temsil etmiştir. 1970’lerde Çin ile ABD ilişkileri düzelmiş, ondan sonra Çin Halk Cumhuriyeti bütün Çin’i temsilen BM’ye kabul edilmiştir. Bu kabul ediş Henry Kissinger’in 1971 Temmuzundaki Pekin ziyaretinden sonra gerçekleşmiştir.

Batı medeniyeti hikâyesine geri dönecek olursak, II. Dünya Savaşı’ndan sonra muzaffer Batılı hükümetler Nürnberg mahkemelerini kurmuşlar ve mağlup Nazileri ve Japonları yargılamışlardır. Liderleri ve subayları savaş suçlusu ilan edilmiş ve infaz edilmişlerdi. Japonlar özellikle Batılı tutsakları suya batırarak işkence ettikleri için cezalandırılmışlardı. Savaştan sonra Batı, Cenevre Sözleşmesi adı altında bir dizi yasa çıkardı. Bu yasa maddeleri savaş kurallarını, tutsaklara insani muameleyi ve işkenceye karşı uygulamaları düzenliyordu. Batılı ülkeler ne kadar medeni olduklarını göstermek için bu anlaşmaları imzaladılar. Vietnam Savaşı süresince Vietnamlılar, Amerikalı tutsaklara işkence yaptıklarında barbarlıkla ve medeniyet dışı olmakla suçlandılar.

1991’in sonunda Sovyetler Birliği dağıldı ve komünizm başarısızlığa uğradı. Batı liberalizmi kazanmıştı. Japon kökenli Amerikalı Profesör Francis Fukuyama büyük bir zafer kazanmış edasıyla Tarihin Sonu’nun geldiğini iddia etti. Komünizmin yenilgisiyle liberal demokrasi, toplumların hayatlarını düzenlemek için en mükemmel çözüm olduğunu göstermişti. Diğer fikirler üzerinde kafa yormaya gerek yoktu. Din gibi hurafelerden tümüyle arınmış Batı modeli nirvanaya ulaşmak için bütün toplumlara uygulanabilirdi.

Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra bir grup Amerikalı akademisyen “Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi”ni oluşturmak için bir araya geldi. 1997 yılında Amerika’ya karşı herhangi bir rakip askeri gücün ortaya çıkışını engellemeye dönük bir plan tasarladılar. Hatta bununla da sınırlı kalmayıp üstünlüğünü devam ettirebilmek için gerektiğinde çok cepheli de olmak üzere ABD’nin doğrudan savaş açmaya hazır olması gerektiğini vurguladılar. Bu tarz çok cepheli ve sonu belirsiz savaşlara Amerikan kamuoyunu razı etmenin zor olacağını bildiklerinden buna ancak Pearl Harbour türünden bir saldırıya maruz kalınması durumunda başvurulacağını ifade ettiler. (Bilindiği üzere 1941 Aralık ayında Japonlar Amerikan deniz üssü Pearl Harbour’a saldırmışlar ve Amerika bu şekilde II. Dünya savaşına dâhil olmuştu.) 11 Eylül saldırılarına bir de bu açıdan bakmak lazım. Burada 11 Eylül saldırılarının detaylarına girmeyip sadece bu saldırıların aynı anda çoklu savaş açmayı sağladığına ve Amerikan çıkarlarına hizmet ettiğine işaret etmekle yetineceğiz. Önce Afganistan sonra Irak. Plan daha sonra İran, Suriye ve Pakistan’a savaş açmak şeklindeydi fakat Afganistan ve Irak’taki dire­niş bu planları boşa çıkardı.

Afganistan’a açılan savaşta hedef el-Kaide’ydi ve onlara ev sahipliği yapan Taliban iktidardan indirildi. On binlerce insan öldürüldü ve binlercesi de yaralandı. Kuzey İttifakı’nın lideri Ahmet Şah Mesut 11 Eylül saldırılarından iki gün önce öldürülmüştü. Pakistanlı liderler, askerler ve siviller şüphelilerin tutuklanmasında ve yakalanmasında büyük ödüller karşılığında Amerikalılara yardım ettiler. General Pervez Müşerref, Amerikalılardan bu işler için milyon dolarlık hibeler aldığını ifade etti. Tutsak edilen insanlar sorgulandılar ve Amerikalıların istedikleri cevapları vermediklerinde işkenceden geçirildiler. Fakat medeni Batı’nın ve Amerikalıların sözleşmelerine ve yasalarına göre işkence suçtu. O halde ne yapılmalıydı?

Tam bu esnada diğer Amerikalı akademisyenler sahne aldılar. İki isim öne çıktı: Jay Bybee ve Kore kökenlı John Yoo. John Yoo hukuk profesörüydü. Her ikisi de ABD Adalet Bakanlığı Hukuk Konseyi’nde çalışmaktaydı. El-Kaide şüphelileri Amerikalılara istedikleri bilgileri vermiyorlardı. El-Kaide şüphelileri Araplar, Afganistanlılar, Pakistanlılar, Çeçenler ve Uygurlardan oluşuyordu. Amerikalılar el-Kaide ve Saddam Hüseyin arasında bağlantı kurmak istiyorlardı çünkü amaçları Irak’a saldırmaktı. ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney, “Bizim petrolümüz onların toprağının altında!” diyordu. Amerikan tarzı yaşamı sürdürmek için sürekli ucuz petrol temin etmek gerekiyordu. Küresel nüfusun yüzde 5’ini oluşturan Kuzey Amerika dünya enerji kaynaklarının yüzde 40’ını tüketmektedir. Bu kaynakları ele geçirmenin yolu diğer halklara savaş açmaktı.

Afganistan ve Pakistan’da tutsak edilen insanlar Guantanamo Körfezi’ndeki işkence kampına götürülüyordu. Bu ada 1898 yılında ABD tarafından işgal edilmişti. 1960 yılına kadar işgal açısından yasal bir durum söz konusuydu. Çünkü ABD ve Küba hükümetleri arasında bir kiralama anlaşması yapılmıştı. Amerikalılar adayı kullanmaları karşılığında yıllık 2000 dolar ödüyorlardı daha sonraları bu rakam 4085 dolara kadar çıkmıştı. 1960 yılında Küba devrimi gerçekleştiğinde Fidel Castro adayı geri istedi fakat Amerikalılar bu talebi reddetmişlerdi. 1960 yılından beri Küba hükümeti, bu kira parasını almayı reddetmekte. Böylelikle işgali meşrulaştırma tehlikesini boşa çıkartmayı hedeflemekte.

Bu arada Amerikalı üst düzey politikacılar ve diğer yetkililer Guantanamo kampında tutulan tutsaklardan nasıl bilgi alacaklarını formüle etmek için toplandılar. Amerikalıların işine yarayacak bu bilgilerle Saddam Hüseyin’in el-Kaide ile bağlantısı kanıtlanacaktı. Bu yetkililer arasında şu isimler vardı: ABD Başkanı Bush, Başkan Yardımcısı Dick Cheney, Bush’un hukuk danışmanı Alberto Gonzales, Savunma Bakanı Donald Rumsfeld ve yardımcıları Paul Wolfowitz, Douglas Feith, CIA Başkanı George Tenet, Ulusal Güvenlik Danışmanı Condeleezza Rice ve onun hukuk danışmanı John Belinger ve diğer yetkililer. Bu toplantıyı yapanlar Jay Bybee, John Yoo ve Stephen Bradbury gibi hukukçulardan Amerikalı askerlere ve CIA elemanlarına maksimum güç kullanma hakkı verecek ve bu gücün işkence olarak tanımlanmamasını sağlayacak yasal düzenlemeler hazırlamalarını istediler. Saygın Amerikan üniversitelerinde bulunan bu iyi yetişmiş hukukçular Adalet Bakanlığı’ndaki toplantıya katılmadan önce ilki 2002 Martında, diğer üçü 2005 Mayısında 4 belge hazırlamışlardı. Bu belgelerin açıklanması bize bu insanların zihniyetleri hakkında bir fikir veriyor.

Amerikan Sivil Özgürlükler Birliği, Bilgi Edinme Özgürlüğü Yasası uyarınca bu belgelerin ABD Başkanı Obama tarafından açıklanması için mahkemeye başvurdu. Bunu yapmaktan kaçınmak Obama’yı yasal açıdan zor durumda bırakacaktı.

2002 yılında hukuk uzmanları siyasi patronlarına şunu söylediler: Tutsakları suya batırma, uykusuz bırakma, çırılçıplak soyma ve köpekleri üzerlerine saldırtma, uygunsuz konumlarda günlerce tutma, kafalarını duvara çarpma ve bileklerinden tavana asma işkence değildir. Şu anda San Francisco’da yargıçlık yapan Jay Bybee ve saygın Berkeley üniversitesinin hukuk profesörü olarak görev yapan John Yoo’nun kullandıkları dile bakalım:

“Bu belgelerden birinde şöyle yazmışlardı: “Ulaştığımız sonuca göre her ne kadar uykusuz bırakma ve suya batırma uygulamalarının kullanılması yasa açısından [işkenceyi yasaklayan madde kast ediliyor] “ciddi kuşkular” doğurmakla birlikte, bu “özel teknikler”in hiç birisi de 134:0.2340A bölümlerindeki yasakları ihlal etmemektedir.”

Kullanılan kelimelere dikkatle bakalım: Ciddi kuşku, özel teknikler... Bu eylemleri zararsız göstermek için kesinlikle işkence kelimesi kullanılmıyor. Oysa suya batırma korkunç bir boğulma hissi ve öksürük oluşturmaktadır. Belgelerde işkence kelimesini kullanmamak için ilginç kelimelere de başvurulmuştu. Sözgelimi işkence yerine “geliştirilmiş sorgu teknikleri” ifadesi kullanılıyor. Uykusuz bırakma yerine ise “sık uçuş programı” kelimeleri kullanılıyor. Bütün Amerikalılar sık uçuş programına aşinadırlar çünkü onlar çok sık uçarlar ve ABD’deki bütün havayolları yolculara mil toplama yoluyla hediyeler verir. Yaptıkları miller önemli rakamlara ulaşınca bedava bir bilet verirler. Tutsaklara da böyle sık uçuş programı uygulamanın ne sakıncası olabilirdi ki?

Uygulanan işkence metotlarından en kötüsü suya batırma metodudur. 2 kişi özellikle bu uygulamaya maruz bırakıldı. Bu iki kişi 2002 Martında Pakistan’da tutsak edilen Ebu Zubeyde ve 2003 Martında Pakistan’da tutsak edilen Halit Şeyh Muhammed’dir. Müşerref’in ajanları teslim olması için Muhammed’in çocuklarını kaçırdılar ve onlara işkence yaptılar. Müşerref’in hâlâ etrafta büyük devlet adamı edasıyla dolaşması inanılmaz bir durumdur. Hatta o, “ılımlı aydınlanma” kavramını ortaya attı. Şayet aydınlanma ve Müşerref ve Amerikalı efendilerinin ılımlılığı buysa vay Pakistanlıların haline!

Ebu Zubeyde 2003 Ağustosunda 83 kez suya batırmaya maruz bırakılırken, Halit Şeyh Muhammed 2003 Martında 183 kez bu işkenceden geçirildi. İşkence seanslarında bulunan CIA yetkililerinin ifadelerine göre günde 4 ya da 5 kez suya batırma işkencesi yapılmıştı bu insana. Bir CIA analisti Vanity Fair dergisine verdiği demeçte Halit Şeyh Muhammed’in itiraflarının yüzde 90’ının saçma olduğunu söylemekteydi.

Ebu Gureyb’te yapılan işkenceleri kanıtlayan fotoğraflar 2004 Nisanında yayınlandığında Amerikalı yetkililer bu işkenceleri başıbozuk birkaç askerin gerçekleştirdiğini iddia ettiler. Rumsfeld kongre tarafından oluşturulan bir komite önünde yalan söyleyerek bu olan bitenden haberdar olmadığını belirtti. Hâlbuki bizzat kendisi 2003 yılının Ağustosunda Guantanamo kampındaki General Geoffrey Miller’e Ebu Gureyb’e gitmesi ve oradaki tutsaklardan istihbari bilgi alması emrini vermişti. Miller ise Guantanamo kampında çeşitli işkence teknikleri geliştiren bir kişiydi.

Devasa kanıtlara rağmen Bush yönetimindeki yetkililer yıllarca ABD’nin işkence yapmadığını söyleyip durdular. İstifa ettikten sonra bir televizyon programına katılan CIA Başkanı George Tenet defalarca şu yalanı söyledi: “Biz insanlara işkence yapmadık ve yapmıyoruz.” Yayınlanan belgeler 2002 yılından 2006 yılına kadar olanları anlamamız açısından önemlidir. Bu belgeler belki de Avrupa’da ve Güneydoğu Asya’da varlıkları hâlâ devam eden hayalet hapishaneler hakkında da bize veriler sunacaktır. Amerika ayrıca diğer rejimlerle de işkence anlaşmaları yapmıştır; Mısır, Fas, Polonya ve diğerleri. Bu yılın Mart ayında Guantanamo kampından salıverilen ve İngiltere’de mülteci hayatı yaşayan Etiyopyalı Binyam Muhammed önce Pakistan’da işkenceye uğradığını ve daha sonra Fas’a götürüldüğünü söyledi. Orada Faslılar kendisini çırılçıplak soydular ve kesici aletlerle vücudunda yaralar açtılar. Hatta cinsel organlarını da bu aletlerle kestiler. Bu işkence seanslarına tanıklık eden Bayan CIA yetkilisinin anlattıkları da Binyam Muhammed’in ifadeleriyle paralellik arz etmektedir. Bayan yetkili bu kişiye yapılanları gördüğünde dehşete kapıldığını ve bu yapılanlara sessiz kalamadığını söyledi.

Obama, ABD’nin uğrayacağı zararları azaltmak istiyor. O, Amerikalıların, işkence emrini veren ve uygulayanların yargılanmalarını talep etmelerini istemiyor. Fakat yalnızca üç ay önce Amerikalılar ve Avrupalılar Sudan Devlet Başkanı Ömer el-Beşir’in yargılanması için Güvenlik Konseyi’nden karar çıkarttılar. Ömer Beşir, Darfur’daki ölümlerden sorumlu tutuluyordu. Obama, tutsaklara uygulanan işkenceyi “tarihimizin karanlık ve acı dolu bir dönemi olarak tanımladı ve geliştirilmiş sorgu tekniklerinin (Obama nasıl da kelimeleri seçerek konuşuyor) bir daha kullanılmayacağını belirtti. Onun başsavcısı suya batırmayı yasadışı işkence olarak tanımlarken Obama’nın kendisi işkence programının derin bir soruşturmaya tabi tutulmasını istemiyor. Obama geçmişi suçlayarak enerji ve zaman kaybetmenin hiç kimseye bir şey kazandırmayacağını söylüyor. O ileriye bakmak istediğini belirtiyor ve geçmişle uğraşmanın fikir ayrılıkları çıkarabileceğini ve Amerikan çıkarlarına zarar vereceğini söylüyor. 6 Mayıs’ta Holder, işkence emrini veren ve uygulayan hiç kimsenin yargılanmayacağını ilan etti.

Birbirleri ardına görev alan ABD’li yöneticiler, tuhaf bir doğru ve yanlış algılayışı ortaya koydular: Başkaları işkence yapar fakat Amerikalılar yapmaz! Fakat Amerikalıların işkence yaptığı ortaya çıkarsa bunu yapanlar başıbozuk unsurlar olarak tanımlanır ve bu olayın hemen unutulması sağlanır. Üstelik Amerika, Batı’nın lideridir ve dünyanın en medeni ülkesidir. Amerika Irak’ta bir milyon kişiyi öldürdüğünde ve Guantanamo’da, Bagram’da ve Ebu Gureyb’te insanlara işkence yaptığında dahi yanlış yapmamaktadır. Çünkü Amerika onları özgürleştirmektedir!

Ne medeniyet ama!

Crescent / Haziran 2009

Çev: Murat Yörükoğulları

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR