1. YAZARLAR

  2. Haksöz

  3. Kürt Sorununda Yol Ayrımı; Ya Resmi İdeoloji, Ya Çözüm!

Kürt Sorununda Yol Ayrımı; Ya Resmi İdeoloji, Ya Çözüm!

Ağustos 2009A+A-

Kürt sorununa çözüm arayışlarının yoğunlaştığı, konuya dair öneri ve tartışmaların ciddi oranda arttığı günlerden geçiyoruz. Bu kangrenleşmiş, yakıcı ve her geçen gün biraz daha derinleşmekte olan yaraya ilişkin çözüm tartışmalarının yoğunlaştığı her ortamda olduğu gibi toplumun belli kesimlerinde ihtiyatlı bir iyimserlik havasının esmeye başladığı, beklenti ve umutların yeniden yeşerdiği görülüyor. Ama bekleneceği üzere aynı süreç malum çevrelerce korku pompalama taktiklerine hız verilen, “istemezük” naralarının daha güçlü haykırıldığı bir süreç olma özelliğini de taşımakta. Milliyetçi hamaset geleneksel korkuları ve öfkeleri harekete geçirerek, intikamcı hisleri kışkırtarak elinden geldiğince somut adımların atılmasını engellemeye, süreci sabote etmeye çalışıyor.

Kürt sorunu yakıcı, yıpratıcı ve çoğu kez muhataplarını tutum değişikliğine zorlayıcı bir sorun. Türkiye siyasetini belirleyebilme ve yönlendirebilme özelliğine sahip olduğu yakın tarihte defalarca ispatlandı. Bu yüzden ülkede gerçekten iktidar olmak isteyen, askeri vesayetten kurtulmak isteyen hükümetlerin bu sorun çözümsüz kaldığı müddetçe bu amaçlarını gerçekleştiremeyeceklerini kavramaları zor olmuyor. Şüphesiz AK Parti hükümeti de bu gerçeğin farkında. Sadece güvenlik alanında değil, ekonomiden dış politikaya kadar pek çok alanda yaşanan sıkıntıları, tıkanıklıkları aşabilmek için bu sorunun bir biçimde halledilmesi gerektiğini görüyor. Kısacası ortada bir çözüm niyeti olduğunu söylemek mümkün ama bunun ne ölçüde çözüm iradesine dönüşebileceği ise şimdilik belirsiz.

Başbakan’ın ve Cumhurbaşkanı’nın birtakım sözlerinden, daha doğrusu imalarından önümüzdeki günlerde konuya dair bazı adımlar atılacağı anlaşılmakta. Ne var ki, bunların Kürt sorununa çözüm adı altında adlandırılmayı hak edecek bir politika ya da politikalar dizisi olarak algılanıp algılanmayacağı şu aşamada net değil. Hükümetin bu konuda samimi bir yönelim içinde olmadığına ve taktik icabı çözüm arayışı peşinde görünmeye çalıştığına ilişkin eleştiriler-suçlamalar biraz fazla önyargılı yaklaşımlar olarak değerlendirilebilir. Bununla birlikte sorunun düğümlendiği tek yerin samimiyet konusu olmadığı da kesin.

Hükümeti Bekleyen Zorluklar

AK Parti’nin sorunun çözümünü yürekten istediğini varsayacak olsak dahi geniş bir manevra alanına sahip olmadığını da görmek lazım. Kürt sorununa ilişkin girişimler karşısında “devletin bekasını ilgilendiren her konuda” devrede olduğu kabul edilen devlet aklı ve organlarının nasıl bir tutum izleyecekleri az çok belli. Başta askeri bürokrasi olmak üzere statüko muhafızlarının ciddi sayılabilecek reformlara karşı direnç gösterecekleri kesin. Unutmayalım ki, bütünüyle Meclis’in yetkisinde olması gereken bedelli askerlik gibi sıradan bir meselede dahi “Ben izin vermiyorum, yapılamaz!” mantığıyla hareket etmekten çekinmeyen bir Genelkurmay gerçeği var bu ülkenin.

Üstelik sorunu çözmeye yönelik girişimler konusunda tek engel statüko muhafızı anlayış ve çevrelerden de kaynaklanmıyor. AK Parti’nin milliyetçi-muhafazakâr kökleri de Kürt sorununa çözüm sadedinde gerçekleştirilebilecek açılımlar önünde ciddi bir engel oluşturmakta. Sağ siyasi anlayış ve gelenekte merkezinde askerin yer aldığı asıl iktidar bloğuyla iyi geçinme refleksinin etkinliği bilinmekte. Siyasi değerlendirme ve tavır alışlarda milliyetçi-devletçi ideolojik perspektifin etkisini de buna eklediğimizde bu çizgiden gelen bir kadro için Kürt sorununda cesur ve adil bir tutum geliştirmenin zorluğu daha da artmakta.

Ama tüm bu olumsuz faktörlere rağmen Kürt sorununun çözümü için somut adımların atılabilmesine imkan veren bir konjonktürün mevcudiyeti de ortada. Bunları genel hatlarıyla şöyle sıralamak mümkün: Kimileri açıkça itiraf etmekten çekinse de askeri yöntemlerle bu sorunun halledilebileceğine artık kimse ihtimal vermiyor. Bu yöntemin içeride toplumsal kutuplaşmayı giderek yükselttiği ve uluslararası planda da iktidarı ciddi planda zayıflattığını artık herkes kabul ediyor. Kürt sorununa dair silah ve şiddeti bugüne dek tek yöntem olarak dayatan ve neredeyse başka bir ihtimalin konuşulmasını dahi ihanet olarak tanımlayarak çözüm imkanlarını dinamitleyen askerin Ergenekon olayıyla ciddi bir geri çekilme sürecine girmek durumunda kalması da önemli bir fırsat teşkil etmekte.

Öte yandan 30 yılı aşkın silahlı mücadelenin ardından geldiği yer itibariyle PKK hareketinin radikal söylem ve taleplerini büyük ölçüde geri çekmesi ve uzlaşmaya yatkın bir tutum takınması da sorunun çözümü yönünde atılabilecek adımları kolaylaştırmıştır. Tüm bu zaman dilimi boyunca PKK da aynen karşısında konumlandığı güce özenmiş, ulusalcılığın tüm çıkmazlarına savrulmuş, başta temsil ettiğini iddia ettiği Kürt halkına olmak üzere geniş kitlelere sayısız acı yaşatmıştır. Örgüt içi infazlar, köy basmalar, çoluk çocuk katletmeler, zorla dağa çıkarmalar, haraca kesmeler, egemenlik kurma adına farklı anlayış ve örgüt mensuplarının imhası, adeta Anadolulu yoksul insanların evlerinde patlatılan mayınlar ve daha buna benzer sayısız vahşete imza atmıştır. Ve tüm bu kanlı sürecin sonucunda bu yöntemlerle gidilebilecek daha ileri bir nokta olmadığını kavramıştır.

Af ve Adalet

Aslında çatışmaların durdurulması ve çözüme yönelik politikaların geliştirilmesi için gündeme getirilen konuların çoğu gerçekleştirilmesi çok zor olmayan şeyler. Sorunun muhtemelen düğümleneceği nokta ise Öcalan konusu olacaktır. Gerek muhatap alınma meselesinde, gerekse de mahkûmiyet koşulları ile ilgili olarak Öcalan konusunda bir tıkanıklık yaşanacağı kesin gözükmektedir. Gelinen noktada Kürt sorununu PKK’dan, PKK’yı ise Öcalan’dan ayrı düşünmenin mümkün olmadığı anlaşılmış olmalıdır. İlk aşamada kamuoyu nezdinde ortaya çıkabilecek tepkiler nedeniyle Öcalan’ı da kapsayan bir affın gündeme getirilebilmesi mümkün gözükmemekle beraber, Öcalan’ın tümüyle kapsam haricinde tutulduğu bir formülü uygulamaya koyabilmenin imkansızlığı da görülmek durumundadır.

Bu kamuoyu algısının çok sorunlu ve seçmeci olduğu tartışma götürmez. Milliyetçi propagandanın da yönlendirmesiyle geniş kesimler sürekli biçimde ölen ya da yaralanan askerler üzerinden koşullanmakta, “Dökülen kanların hesabı sorulmayacak mı?” sorusuna odaklanmaktadır. Oysa makul bakış açısı daha fazla kan dökülmesini durdurmaya yönel­melidir. Bu konu her gündeme geldiğinde “şehit” aileleri ve yaşadıkları acılar hatırlatılmakta fakat ne hikmetse bundan sonra yeni “şehit” aileleri acısı ile karşılaşmamak için yapılması gerekenler üzerinde ise hiç kafa yorulmamaktadır.

Kamuoyunun çatışmaların sonlandırılması ve akan kanın durması için temel bir adım olacağı anlaşılan genel af konusuna yaklaşımında çarpıcı bir adaletsizlik mevcuttur. Binlerce faili meçhul cinayetin sorumlularından hesap sorulmamasını dert etmeyenler; yakılan köyleri, kirletilen ırzları, sebebiyet verilen açlığı, sefaleti, onursuzluğu hatırlamak bile istemeyenler; Kenan Evrenlerin, Çevik Birlerin, Şener Eruygurların, Hurşit Tolonların ellerini kollarını sallayarak serbestçe gezip dolaşmasını normal sayanlar genel af gündeme geldiğinde “Teröristler affedilemez!” diye vaveyla kopartmaktadırlar. Doğrusu suçluların cezasız kalmaması konusundaki bu hassasiyet ve bu derin adalet tutkusu insanın gözünü yaşartıyor!

Hastalıkla Yüzleşmek

Aslında gerek içeride Ergenekon süreciyle püskürtülmüş görünen militarist cephenin yaşadığı sarsıntı ve sendeleme, gerekse de Kürt halkının PKK’nın çatışmacı söylemine giderek daha mesafeli bir tutum geliştirmesi olgusu somut açılımlar için uygun bir vasat oluşturmuştur. Cesaretli ve tutarlı bir yaklaşımla ciddi mesafeler alınabilir. Ama ne yazık ki, şartların elverişli olması çözümün yakın olduğu sonucunu doğurmamaktadır. Şartlar makul, olgun bir siyasi zemin açısından elverişlidir fakat Türkiye siyaseti asla bu vasıflara sahip değildir. Resmi ideoloji saplantısı adeta bir bataklık gibi her şeyi içine çekip yutmaktadır. Öte yandan on yıllar boyunca pek çok kanaldan yürütülen otoriter söylemler ve faşizan politikalar neticesinde toplumun geniş kesimlerinde adalet duygusu aşırı biçimde örselenmiş, şoven eğilimler geniş bir tabana yayıl­mıştır. Bu marazi durum şimdi her türlü çözüm arayışı önünde ciddi bir engel oluşturmakta, korku ve endişe psikolojisi siyasi zemini felç etmektedir. Son dönemlerde militarist işleyişin geriletilmesine yönelik atılan devasa adımlara rağmen bu böyledir!

Bugün Türkiye bir yandan jandarma karakollarının bahçelerinde savcı gözetiminde ceset aramalarının yapıldığı, kirli geçmişiyle hesaplaşan bir ülke görünümündedir. Şimdiye dek faili meçhul olduğu düşünülen onlarca cinayetin sorumlusu bir albayın görev yaptığı alaydan gözaltına alınarak hapsedilmesi ve karanlık icraatlarının hesabının sorulması kuşkusuz çok büyük bir gelişmedir. Ama aynı manzaranın toplum tarafından adeta arkeolojik kazı yapılıyor gibi izlenmesi, medyanın tüm bu korkunç ifşaatlara herhangi bir adli vakadan daha fazla önem atfetmemesi de aynı oranda büyük bir hastalık, inanılmaz ölçüde bir duyarsızlaşma göstergesi olarak görülmelidir. İşlenen sayısız suçu, vahşeti Albay Cemal Temizöz ve benzeri birkaç canavarın sırtına yıkıp, devleti temize çıkartmak, geçmişle yüzleşme fırsatı ve sorumluluğunu atlamak bu hastalıklı halin tam gaz sürdürülmesi anlamına gelecektir.

Bu hastalıklı ruh hali sorunu gerçek boyutlarıyla algılamanın da makul temelde yaklaşım geliştirmenin de önünde bir engeldir. Dolayısıyla konu adalet ekseninde ele alınmak yerine rahatlıkla koyun pazarlığına dönüştürülebilmektedir. Kürtçenin okullarda okutulmasına izin verilsin mi, yoksa üniversitelerde bölüm mü olsun; genel af olmasın da dağdakilere üçüncü bir ülkeye gitme yolu açılsın; isimleri değiştirilen yerleşim birimlerinin eski adları iade edilsin ama anayasadaki Türklük tanımına dokunulmasın vs. vs.

Oysa gerçek manada bir çözüm arayışı ancak sorunun doğru tanımlanması ile mümkündür. Sorunun doğru tanımlanması ise milliyetçi hamasetten uzak, adil ve soğukkanlı bir perspektif geliştirilmesini zorunlu kılar. Sorunun kökeninde ırkçı-asimilasyoncu resmi ideoloji ve bu anlayış temelinde örgütlenmiş bir devlet yapısının yattığı gerçeğini dikkate almayı, çözümün zeminini de buradan kalkarak geliştirmeyi gerektirir.

Resmi İdeoloji Çözümsüzlüğün Kaynağıdır!

Kürt sorununun da buradan türeterek dillendirilebilecek başka etnik kimliklerle ilgili sorunların da mantıklı ve hakkaniyete uygun çözümü ancak sistemin etnik kimlik dayatmasından vazgeçmesiyle mümkün olacaktır. Bunun içinse çocuklarımıza mutlu olabilmeleri için belli bir etnik kimliğe mensubiyet dayatılmamalıdır! Türklük tanımının etnik bir öze mi dayandırıldığı, yoksa kuşatıcı, kapsayıcı bir çerçeve kimlik mi olduğu şeklindeki anlamsız tartışmalarla daha fazla vakit kaybedilmemeli ve her türlü etnik tanımlama ve sınırlandırmalardan kaçınılmalıdır. Anayasada Türklükle birlikte Kürtlük ifadesinin de kayıt altına alınması çabaları yerine etnik kimliklerin referans alınması yaklaşımı tümüyle terk edilmelidir!

Şüphesiz bu sayılanlar Kemalist resmi ideolojiyi esas alan bir ulus devlet yapılanması olarak TC devletinin temel misyonuyla çelişen önerilerdir. Kurucu ideolojiyle, tarihsel süreçte etnik kökeni ne olursa olsun halkın bütününe karşı uygulanan devlet terörüyle hesaplaşmayı, geçmişle köklü ve sarsıcı bir yüzleşmeyi gerektirir. Mamafih bu kangrenleşmiş sorunun gerçekçi temelde çözümü de ancak bu hesaplaşmayla mümkün olabilir. Aksi durumda yapılan iş ise koyun pazarlığını sürdürmenin ötesine pek geçmez. Belki birtakım politika değişiklikleriyle, uygulamada bazı esnemelerle etnik kimliklerin inkarı suçu hafifletilebilir. Kimi haksızlıklar giderilebilir, bazı mağduriyetler azaltılabilir. Mamafih bu cahili düzenin üzerine oturduğu inkarcı ideolojinin topyekûn tasfiyesi sağlanamadıkça tahakkümü altında tuttuğu topluma yabancılaşması sorunu her daim sürecektir. Yabancılaşmanın ise zulüm, belki değişen renklerde, farklı boyutlarda ama sürekli zulüm üretmesi kaçınılmazdır!

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR