1. YAZARLAR

  2. Zafer Bangaş

  3. İslami Hareket: Hedef ve Metotlarda Netlik

İslami Hareket: Hedef ve Metotlarda Netlik

Ağustos 2009A+A-

Müslüman aydınlar, İslami hareket aktivistleri ve hatta tüm Müslümanlar için en uygun ortamın İslam devleti olduğu konusunda hemfikirdirler. Merhum Dr. Kelim Sıddıki’nin deyimiyle İslam devleti dışında yaşayan bir Müslüman “suyun dışında kalmış balık” gibidir. Eğer durum buysa, dünyada neden İran İslam Cumhuriyeti’nden başka bir İslam devleti bulunmamaktadır? Doğru, birçok devlet İslami olduğunu iddia etmektedir ve hatta böyle görünmek için de kendilerine örneğin “Pakistan İslam Cumhuriyeti” gibi isimler verebilmektedirler. Mesela Suudi rejimi pratikte Kur’an ve Sünnet ile yönetilen bir İslam toplumu gibidir ama asıl olan hiçbir monarşinin İslami olamayacağıdır. Allah’ın elçisi (s) kendisini hiçbir zaman kral olarak görmemiştir; aksine her zaman Allah’ın (c) kulu ve elçisi olduğunu vurgulamıştır. Bir defasında kendine “Arapların prensi” diye hitap eden bir kişiyi bundan dolayı azarlamıştı. Şüphesiz ki, İslamilik iddiası bu kelimeyi devlet adının veya anayasanın başına eklemekten daha fazla şeyi gerektirir.

Müslüman aktivistler sık sık 1980’lere özlem duyarlar ve İran benzeri devrimlerin İslam dünyasının başka yerlerinde görülmemesi konusundaki hayal kırıklıklarını belirtirler. İslam devriminin başarısının hemen ardından, özellikle de Mısır, Türkiye, Tunus, Cezayir ve Pakistan gibi Müslüman ülkelerde köklü değişimlerin gerçekleşeceği konusunda büyük beklentilere girildi; ama devrim hiçbir yerde gerçekleşmedi. Aksine, bu ülkelerdeki İslami hareketler zalimce bastırıldı. Özellikle Cezayir’de, İslami Kurtuluş Cephesi (FIS) önderliğindeki İslami hareket, Aralık 1991 seçimlerinde büyük bir zafer kazandı ama Cezayir elitlerinin Batı’nın kolladığı Siyonist destekli ordusunun kadın, çocuk, bebek demeden yaklaşık 350.000 kişiyi katletmesiyle iktidardan edildi. Bosna ve Kosova’daki etnik temizliğin en yoğun olduğu aynı dönemlerde, Cezayir’deki katliam serbest seçim ve temsili demokrasi çığırtkanlığı yapan taraflı, küstah ve ikiyüzlü Batı tarafından resmen görmezden gelindi.

Mısır’daki rejim, 50’lerin ve 60’ların İhvan’ına karşı başlattığı haçlı seferini, bu sefer İran İslam Devrimi’nin ardından kendi halkına karşı deneyen ilk ülke oldu. 6 Ekim 1981’de askeri bir tören sırasında düzenlenen Enver Sedat suikastının ardından, Cemaat-i İslami halkın da katılacağını umarak Güney Mısır’da bir ayaklanma başlattı. Bu stratejik bir hataydı. Zira bir eylem çok titiz planlama gerektirir; halkın Hareket’in arzu ettiği şekilde kendiliğinden böyle bir eyleme dâhil olacağı beklenemez. Nitekim ABD ve İsrail tarafından finanse edilip desteklenen rejimin buna yanıtı çok acımasızca oldu. Ayaklanma sadece zalimce bastırılmış değildi, düzmece askeri mahkemeler kurularak muhalifler, akrabaları ve savunma avukatları suçlu bulundular. Binlercesi tutuklandı, saldırıya uğradı, işkence gördü; isyan ve başka sahte suçlarla hüküm giydi. Tek suçu yanlış zamanda yanlış yerde bulunmak olan binlerce insan günah keçisi olarak tutuklandı. Bu sayede Mısır hükümeti Amerika ve İsrail’in yanında İslamcı “isyancılara” ve devrimcilere karşı ne kadar sert olabileceğini göstermiş oldu. Yüzlerce insan işkencede alınmış “itiraflar”a dayanan gülünç davalarda suçlu bulunarak idam edildiler. Ortadoğu’daki diğer devletlerde de olduğu gibi Mübarek’in adamları da sanıkları eşlerine, kızlarına, bacılarına veya annelerine tecavüz etmekle tehdit ederek işlemedikleri suçları itiraf etmeye zorladılar. Müslümanların onur ve namuslarını çiğnetmektense ölümü tercih edeceklerinin bilincinde olan rejim bu itirafları kullanarak yüzlerce Müslümanı darağacına, on binlercesini de zindanlara gönderdi. Bunlardan çoğu isyanın üzerinden 30 yıl geçmesine rağmen hâlâ tutuklular. Amerikan ve İsrail istihbarat servisleri sayesinde Mısır rejimi İslami hareketi ezmeyi başardı.

Diğer yerlerdeki İslami hareketlerin durumu da bundan farklı olmamıştır. Vahşi ve tarifsiz zulümler Çeçenya, Tunus ve Özbekistan’da da kural haline gelmişti. Pakistan, Endonezya ve Malezya’da İslami partiler ‘değişim’e ikna edildiler, sonra seküler sistemlerin birer üyesi oldular. Suudi Arabistan, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri ve Kuveyt’te ise emperyalizm ve Siyonizm ile mücadele etmesi gereken İslamcı aydınlar milyon dolarlık evler, birden fazla eşler, lüks otomobil ve özel şoförler ile etkisiz hale getirildiler. Avrupalı Müslüman kimliğiyle ayakta kalmaya çalışan veya Amerikan kültürüne asimile olan Batı’daki lidersiz Müslümanlara gelince, durumun biraz daha iyi olduğu söylenebilir.

Cezayir’in durumu, ordu ile birlikte hareket eden seküler elitler tarafından uygulanan terörün hâkim olduğu yerlere tipik bir örnektir. Belki de Müslümanlar şaşırmamalıydılar. Cezayir’deki sistemin barışçıl bir şekilde İslami hareketlere bırakılacağını beklemek gerçekçi olur muydu? Dahası, Müslümanlar mevcut sistemi silahlı ayaklanma ile devirmenin uygun olup olmadığını sorgulamak zorundaydılar. Müslümanlar mevcut sistemden memnun değillerse ve sistemi barışçıl bir şekilde ele geçirme yolları tükendi ise başka hangi yollara başvurmalıdırlar? Bu ve benzeri sorular nerelerde yanlış yapıldığını ve gelecekte de aynı hataların tekrar edilmemesi için sorulması gereken önemli sorulardır.

İslam dünyasının içinde bulunduğu üzücü durumun değişmesi hususunda sabırsızlanmak doğal iken, mücadeleye başlamadan önce dersine iyi çalışmak önemlidir. Bu sadece teorik bir sorun değildir. Birincisi, düşünce ve hedeflerde net olunmalıdır. İkincisi, verili düzeni değiştirmeye can atan ve bu uğurda canlarını feda etmeye hazır birçok insan bulunmalıdır. Eğer İran tarzı devrimler herhangi başka bir yerde meydana gelecek olursa, hem entellektüel hem de fiziksel düzeyde benzer çabalar ortaya konulmalıdır. Aslında, Şii teolojisindeki neredeyse siyaset karşıtı eylemsizliğin aşılabilmiş olması, İmam Humeyni önderliğindeki devrimi daha bir dikkat çekici kılmıştır. O’nun yapması gereken, sadece halkı motive etmek değildi, aynı zamanda ve öncelikle, siyasi gelişmelere ilgisiz duruşlarının değişmek zorunda olduğuna Şii ulemayı ikna etmek zorundaydı. Ufuk açıcı Velayet-i Fakih kuramında özetlenen içtihatlarıyla İmam; 1300 yıllık Şia siyasi düşüncesini, İslami özgürleşme hareketine ve devlete yöneltti. İmam’ın içtihatları Şiilere kendilerini siyasette temsil etmenin ve 20. yy’da kendi hür iradeleriyle geleceklerini tayin etmelerinin kapılarını açtı. Sünni dünya İslami hareketler tarihi boyunca böyle bir teolojik engelle hiç karşılaşmamıştı; sadece kitleleri kendi toplumlarındaki yozlaşmış sosyo-politik düzenleri devirmek için harekete geçirmesi gerekiyordu ama kitleleri harekete geçirmenin bile neredeyse imkânsız olduğu anlaşıldı.

Biz, bu nedenle, şunu sorma ihtiyacı duyuyoruz: Neden Müslümanlar İmam Humeyni’nin İran’da başardığını başka yerlerde başaramıyorlar? Bu konuda birçok nedenden söz edilebilir. İslami hareketin başarılı olabilmesi için öncelikle düşüncede netlik, açık bir şekilde belirlenmiş hedefler ve bunları gerçekleştirecek uygun bir metot gerekir. Gücü ele geçirmek öncelikli hedef değildir; bir sonuçtur: Yeryüzünde Allah’ın yasalarıyla hükmedilmesi için hareketi muttaki bir liderlik yönetmelidir, dar görüşlü, kişisel çıkarlar veya mevki peşinde bir lider benimsenmemelidir. Ayrıca, takva sade bir dindarlıktan çok daha geniş bir biçimde tekrar tanımlanmalıdır. Dünyada dindar görünümlü milyonlarca Müslüman var; bazıları kuşkusuz çok dindar, ama sınırlı ve şekilsel bir çerçevede. Takvanın köklerinde Allah’a verilen bir taahhüt vardır. Bu kavramın herkesin amellerinin hesabının verileceği ‘gün’e kadar inen evrensel Kur’anî tanımını yeniden keşfetmek durumundayız.

Takva İslami liderlikte nasıl meydana gelir? Liderler açık ve net olmalıdır, açık ve net davranmalıdır; başarılı bir liderlikte anahtar kavram netliktir. Yani ne yaptığını, kimin ne yapacağını bilmek ve kendi amellerinden kişileri sorumlu tutmak noktasında bir netlik... Güçlü bir liderlik bu netliği karışık, istikrarsız zamanlarda, belirsiz ve sonu görünmeyen durumlarda doğru rotalar seçerek gösterir. Netlik, geleceğin beşer olarak bizlerin şimdiki kararlarıyla şekillendiğinin bilincinde olanların karakteristiğidir. Netlik, acele hareket edilmesi gerektiğini düşünen, geleceğin sadece sosyal ve ekonomik bir vizyonunu çizen ve Allah’ın yasalarının uygulanmasıyla tüm halkı güvenlik ve beslenme ihtiyaçları açısından memnun edenlerin bir özelliğidir.

İslami yöntem tesisinin Allah’ın iradesi ve muttakilerin niyetlerinin bir karışımı olduğu meallerde genellikle göz ardı edilmiştir. Buna atıf yapan ayetler kadar apaçık olan bir konu da bunun kadar önemli bir aktivite için Müslümanların Allah’tan başka kimseye başvurmamaları gerektiğidir. Böylece kendi şuurlarına Allah’ı da dâhil eden Müslümanlar bu etkileşimden güçlü liderler çıkarabilirler. Özetle, etkin bir lider cemaati için güçlü, kesin bir yöntem tayin etmelidir; yöntem tayini de netlik gerektirir ve Allah (c) bu yolu gösterecektir. Şöyle de söylenebilir: Eğer bir hareket İslamilik iddiasında ise ama seçtiği yöntem açık değilse, özellikle de esas bilgiler vahiy temelli değilse; bu hareketin liderliği takva temelli değildir, Müslümanları daha emniyetli ve barış dolu bir geleceğe taşıyamaz. Bugünkü İhvan, bu anlamda İslami bir liderlikten yoksundur, çünkü Kur’anî prensipleri batılı seküler kirlerle kombine eden bir yöntemi benimsemiştir.

Allah’ın resullerinin kesintisiz çizgisi onların sünnetleri sayesinde, her çağdaki muttaki liderlik çok kritik bir görev olan Allah’ın ve onun kurallarının takipçilerinin nasıl doğru yolda tutulacağına örnek olarak verilebilir. Allah’ın bu elçileri insanlığa Allah’a ve onun bir uyum ve denge içinde yarattıklarına karşı sorumluluklarını hatırlatmak için geldiler. Ama Allah onları öylece bırakmadı, onlara verilenler ile yakın ve uzak akrabaya, yoksula ve yolda kalmışa yardım etmeyi ve borç, sıkıntı, zulüm altında olanları kurtarmak için kalıcı önlemler almayı emretti. Kısacası Müslümanlar sorumlu insanlar olmak durumundadırlar. (2/177) Eğer Allah’ın her şeyi yarattığına iman ediyorsak -ki iman etmeye mecburuz-, o halde O’nun yasaları yeryüzüne hâkim olmalıdır; kısıtlı aklımızla dünyanın problemlerini çözeceğini düşünerek oluşturduğumuz yetersiz çerçevenin değil.

Bunun kadar önemli bir konu da Müslümanların çoğunlukta olduğu toplumlardaki hâkim sistemler konusunda etraflı bir bilgi sahibi olunmasının gerekliliğidir. Birçok Müslümanda bu konuya hassasiyet gösterme konusunda genel bir eksiklik hali mevcuttur. Bunlara kendi toplumlarındaki sistemlerin doğasının yanlış olduğunu düşünmeyen bazı İslami hareket önderlerini de dâhil ettiğimizde durum daha bir vahimleşmektedir. Bunlar, bu sistemlerin daha verimli işleyebilmesi için idareci pozisyonundaki insanların dürüst olmasını yeterli görürler. Adaletsizliğin, eşitsizliğin ve ayrımcılığın seküler formüllerle Batı’nın fabrikalarında dokunmuş kumaşlar olduğunu bir türlü anlamazlar. Onlar, adaletin adaletsizliğin basit tamirleriyle tesis edilemeyeceğini anlayamazlar. Bu basitleştirici yaklaşım Müslümanlar arasında daha karmaşık problemlere yol açmış ve birçok İslami hareketin sonunu getirmiştir. Seküler sistemlerde seçimlere katılmak bu yanlış düşüncenin basit bir örneğidir.

Batı propaganda makinesi tüm dünyaya şunu ima eder: Özgür seçimler sadece demokratik toplumlarda gerçekleştirilebilir ve tabi bu toplumlar tanrıyı reddeden, müstağni Batı-tipi demokrasilerdir. Küresel ölçekte geçer akçe olarak propaganda edilen bir yalan da şudur: Batı kültürünün tanrıya çıkan yollardan birçoğunu (Yahudilik, Budizm, Hıristiyanlık, İslam, Hinduizm...) kabul ettiği fakat özgür seçimlere giden tek yol olarak demokrasiyi esas aldığı iddiasıdır. Bu bir iktidar ayrımıdır: Onlar tanrının siyasi düzenlemede herhangi bir gücünün olmadığını ihsas ettirirken, demokrasi kavramıyla kamufle ettikleri sultalarının esas belirleyici olduğunu vurgularlar. Ve düşünmeden yaşamanın bir üstünlük, düşünmenin ise suç olduğu bu dünyada robot olmaktan başka bir yol olmağını varsayan sayısız insan da maalesef buna inanıyor. İran İslam Cumhuriyetinde de 25 yıldır özgür seçimler yapılıyor. Ama bu uygulama onun kişisel çıkar peşindeki leş yiyici ve parazitlerin ortaya çıkıp kurumsallaştığı bir demokrasi olmasını gerektirmiyor.

Asıl mesele bizatihi seçimler değil; seçimlerin hangi başlık ve çerçevede ele alınacağı, kimlerin organize edeceği ve nasıl uygulanacağıdır. Bu, birçok Müslümanın üstesinden gelebileceği bir şey değildir. Seküler bir sistem seçimleri açgözlü baronların ve gücü elinde bulunduranların çıkarlarının sağlamlaştırılması için yapar. Böyle bir sistem “İslami” bir partinin ya da İslami bir hareketin başa geçip gücü kontrol etmesini istemeyecektir. Buna Cezayir’de ve başka yerlerde trajik bir şekilde şahit olunmuştur. Sözde İslami bir partinin yönetimine müsaade edildiği Türkiye buna güzel bir örnek. Öyle sıkıntılı ödünler vermeye zorlanırlar ki onları dünya bankerlerinin finansal yatırımlarını koruyan seküler partilerden ayırt etmek zorlaşır. Seküler ve İslami ahlak ve siyasetin karışımı demek olan bu durum bilhassa da ahlaki, manevi ve siyasi açılardan İslam dünyasına çok hasar vermiştir.

“Müslümanlar seküler sistemlerde seçimlere katılmazlarsa, nasıl yönetime geleceklerdir?” sorusunun cevabı Hz. Peygamber’in siretinde görülebilir ve hatta daha da yakın bir örnek olarak İmam Humeyni önderliğinde İran’da yaşananlarda bulunabilir. Mekke’de, Allah’ın soylu elçisi Daru’n Nedve’deki toplantılara katılmadı ya da liderlik tekliflerini kabul etmedi. Kesin bir şekilde reddetti. Bu, Kâfirun Suresi’nin inzal olduğu dönemdi. Birçoğumuz çocukluğumuzdan beri bu sureyi biliriz, peki gerçekten anlamının bilincinde miyiz?

“De ki: Ey Kâfirler! Ben sizin kulluk ettiklerinize kulluk etmem. Siz de benim kulluk ettiğime kulluk etmezsiniz. Ben sizin kulluk ettiklerinize kulluk edecek değilim. Siz de benim kulluk ettiğime kulluk edecek değilsiniz. Sizin dininiz size, benim dinim de banadır.”

Bu surenin gücü ve içeriğinin farkında olmadan nasıl onu bildiğimizi söyleyebiliriz? Bu sure, Mekke müşriklerinin Hz. Peygamber’e götürdükleri tekliflere cevap olarak inzal olmuştur. Teklif, Mekke’nin bir sene onların kurumları, yasaları ve normlarıyla yönetilmesini bir sene de Allah’ın yasalarıyla yönetilmesini kapsıyordu. Bu Allah tarafından reddedilmişti ve Müs­lümanlar tarafından da tüm zamanlarda reddedilmeliydi.

“Allah ve Resûlü bir iş hakkında hüküm verdikleri zaman, hiçbir mü’min erkek ve hiçbir mü’min kadın için kendiişleri konusunda tercih kullanma hakları yoktur. Kim Allah’a ve Resulüne karşı gelirse şüphesiz ki o apaçık bir şekilde sapmıştır.” (33/36)

Tağutî yapılar ile işbirliği, uzlaşma ya da uyum olmamalıdır. Ve dahası, bunların iktidarda uzun süre kalmalarına müsaade edilmemelidir ve toplumu temsil durumları tamamen yanlış ve kişisel çıkarlara hizmet olarak nitelendirilmelidir. Kimse Allah’a karşı gelemez veya rakip olamaz. Peygamber eğer müşriklerin teklifini kabul etseydi en büyük şirki işlemiş olacağını biliyordu. O yüzden, İslami partilerin birçoğunun “dönüşümü içerden başlatmak” gibi bahanelerle bugün yaptığını yapmayarak teklifin üzerine atlamadı. Böyle bir teklifi kabul eden tüm “İslami” partiler için sonuç hüsran olmuştur. İslam’ı yönetime taşımaktan çok uzak olarak, baskın cahili sistem ile sıklıkla onların aşırılıklarını onaylayarak, basit şekilde bunlara iştirak etmiş ve bu süreçte kendi güvenilirliklerini yitirerek uzlaşmaya zorlanmışlardır. Peygamber (s) böyle bir adaletsiz sistemle uzlaşmaktansa sıkıntılara ve işkencelere katlanmayı tercih etmişti.

Sureden çıkarılacak ikinci bir husus da kâfirlerin gerçek renklerini cesur peygamberin önderliğindeki Müslümanların tabiri caizse, silahlarına sıkı sıkıya sarıldıkları ana dek belli etmedikleridir. Peygamber vahiyle ilk görevlendirildiğinde ortada bir karşıtlık gözükmüyordu. Ne zaman ki, İslam’ın adalet merkezli mesajı gündemi canlandırmaya ve samimi ve adanmış takipçiler toplamaya başladı ve müşrik güç odaklarının statüsünü değiştirmeye kalkıştı; işte o andan itibaren statükonun savunucuları bu adalet ortamının tesisine şiddetle direndiler. Bugün de aynı durum söz konusu; tüm Müslümanlar davranışlarını sadece Allah’ın kitabına göre şekillendirme azminde oldukça, mazlumların ruhlarını neşelendirdikçe ve tağutî güç dengesizliğini sona erdirmeye azmettikçe; bu haçlı seferinin diş ve pençelerini sökecek, özgürlük, bağımsızlık, eşitlik ve refah söylemlerinin ardındaki kana susamış canavarı ortaya çıkaracaklardır. İmam Humeyni’nin başarısının nedeni işte bu nebevî sünnete sıkı sıkıya bağlı olmasıydı. Mevcut sistemi tamamıyla reddetti, İslam düşmanı olarak tanımladı, korkusuzca ona karşı konuştu ve insanları direniş ve devrim için harekete geçirdi. İslam devriminin zafere ulaşmasından birkaç hafta önce, uzlaşma teklifleri aldı. Daha az takvalı liderler bu fırsatın üzerine atlarlar ve bu yozlaşmış sistemin sona erdirilmesiyle ilgili niyetlerini sona erdirirlerdi. İmam bu önermelerin hepsini reddetti. İran’daki gelişmeler bu duruşunun haklı olduğunu göstermiştir.

İran devriminin bir diğer özelliği de şudur: İmam insanlardan silahlarını alıp Şah rejimini yıkmaları için sokağa dökülmelerini istememiştir. Rejim yoğun saldırılarını ve katliam çılgınlıklarını yaşarken, ona hiç bir şiddetle cevap verilmemiştir. Aksine, askerlere kendi insanlarını öldürmemeleri yönünde ahlaki telkinlerde bulunulmuştur. 9 aydan daha kısa bir sürede kendi halklarından 80 binden fazla kişinin -ki birçoğu kadın ve çocuklardı- şehid edilmesiyle Şah’ın askerleri, bazı durumlarda kendi akrabalarını da içeren anlamsız cinayetler nedeniyle bunalıma girdiler, isyan edip silahlarını kendi komutanlarına çevirdiler. Bu gerçekleşince oyun bitti ve Şah kaçmak zorunda kaldı.

Cezayir’de, ne yazık ki, farklı kokular ortaya çıktı. İnsanları şiddet içermeyen protesto gösterilerine yönlendirmek yerine, FIS, ordunun da beklediği silahlı çatışmalar içine çekildi. FIS’e karşı adil olmak gerekirse, ordunun provokasyonlarını kontrol etmesi mümkün değildi. Askeri cunta Cezayirli sivillere yönelik terör uygulamaya başladı ve bunların sorumluluğunu FIS’e yükledi. Çok kısa bir sürede ordunun bu ölümlerden sorumlu olduğu ortaya çıktı. 1997’de katliamdan bıkmış bazı subaylar, ülkeyi terk ettiler ve rejimin cinayetlerini Fransız ve İngiliz gazetelerinde ifşa ettiler. (Bkz: Le Monde ve The Independent gazeteleri, 8-9 Kasım 1997) Ama Batı devletleri ve insan hakları organizasyonları bu ifşaatları görmezden geldiler. Çünkü Batı destekli bir rejimin cinayetlerine dikkat çekmek kendi yatırımlarına hizmet etmeyecekti. Bununla birlikte, başka bir İslami partinin de Müslüman bir ülkede iş başına geçmesine müsaade etmeyeceklerdi. Zaten mevcut olan bir İran yeterince endişe veriyordu.

Öyle görünüyor ki, İslam dünyasındaki rejimler Batılı efendileri gibi, İran devriminden Müslümanlar ve İslami hareket önderlerinden çok daha fazla şey öğrendiler. Bazı Müslümanlar mezhepçilik tuzağına yakalandılar, bazıları da İslam devriminden ne anlaşılması gerektiği konusundaki kendi kıt anlayışlarının kurbanı oldular. Bu engellere rağmen, durum o kadar da umutsuz değil. Müslümanlar SSCB’nin dağılma nedenlerinden biri olan Kızıl Ordu’nun Afganistan yenilgisini hatırlamak zorundalar. Benzer şekilde dünyanın üçüncü büyük ordusu sayılan Siyonist ordunun Hizbullah eliyle -hem de bir kere değil, iki kere- yenilmesi, hiç de önemsiz şeyler değil.

Ufukta başka parlak noktalar da var. Filistin intifadası İran devriminin ve Lübnan Hizbullah’ının zaferinden doğrudan etkileniyor. Artık aralarında karşılıklı bir ilişki var, Hizbullah sadece İsrail’in yenilebilirliğini göstermedi, ordunun fiziksel üstünlüğünün konuyla ilgisiz olduğunu da ispatladı. İntifada Filistin’e büyük etkileri olacak bu derslerin bazılarını uyguluyor. Filistinlilerin karşı karşıya olduğu üstünlük ve buna karşı kendilerini feda etmeleri muazzam ama mücadele hiçbir zaman kolay olmadı. Karşılarındaki şeytanın çok güçlü silahları ve tasarruflarında bulunan çok ciddi kaynakları var.

Müslümanların yoksun olduğu kaynaklar imanımızı düzelterek elde edilmelidir. Bu konuda Müslümanların benzeri yoktur, ama önümüzdeki mücadele yine de çok zor olacaktır. Müslümanlar güçlünün haklı olduğu, orman ve dikta kanunlarıyla yönetilen dünyada kendi güvenliklerini tesis edene değin birçok kurban verilecektir. Tarihten çıkarılacak bir ders de zalimlerin iktidarlarını kendi istekleriyle terk etmedikleridir. Onlar iktidarı terk etmeye zorlanmalıdır. İslami hareketin emin olması gereken bir husus da seküler düzenlerde veya başka yerlere sadık, yozlaşmış elit güçlerin olduğu düzenlerde yapılan seçimlerle aldatılmamaları gerektiğidir.

Özetle, İslami hareketin birinci önceliği, düşüncede netliktir, gerisi bunu takip eder. Batı’ya sıkıntı veren bugünkü finansal karışıklıklar inisiyatifi ele almak için büyük fırsatlar sunmak­tadır. Benzer şekilde, Batı’nın Afganistan, Irak ve Lübnan gibi yerlerdeki askeri yenilgisi çok yakında çökeceklerinin işaretlerini vermektedir. En azından, dünyanın durumu radikal bir şekilde değişmiştir ve mazlumların lehine dönmüştür. Müslümanlar bir fırsatın daha ellerinden kaçıp gitmesine fırsat vermemelidir.

Crescent / Haziran 2009

Çev: İ. Emre Çetin

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR