1. YAZARLAR

  2. Rıdvan Kaya

  3. Mazeretlerle Değil, Sahih Ölçüler ve İzzetle Yaşamak

Mazeretlerle Değil, Sahih Ölçüler ve İzzetle Yaşamak

Şubat 2020A+A-

Tevhid üzere bir hayat yaşamak hayatın bütünü içinde Rabbul Âlemin’i tek otorite bilmeyi ve Allah Teâlâ’nın rızasını her türlü çabanın merkezine oturtmayı gerektirir. Müminler olarak nasıl fikir ve amellerimizi terbiye etmek, sahih ölçülerle tanzim ve tertip etmek zorundaysak; aynı şekilde özlemlerimizi ve kaygılarımızı da bu ölçüler doğrultusunda şekillendirmeye mecburuz. Bu şekilde tüm duygularımız temel ölçülerimizle bağdaşmalı; hayat içinde gelişen, öne çıkan, kişiliğimizi ve davranışlarımızı yönlendiren beklentilerimiz de korkularımız da mutlaka kimliğimize uygun bir mahiyet arz etmelidir.

Gereken hassasiyeti, ciddiyeti, teyakkuz halini ortaya koyamadığımızda yaşadığımız hayatın birtakım geçici, değersiz, sahte hedeflerle bizi, zihnimizi, ilişkilerimizi kuşatma altına aldığını biliriz. Sabitelerimizi merkeze alma ve hayat seyrimizi buna göre şekillendirme hususunda zaaf gösterdiğimizde pratiğin akla galip gelmesi ve ilkelerimizi, ölçülerimizi tedricen aşındırması zor olmaz. Öyle ki gevşeklik ve duyarsızlık gibi hastalıklara karşı tedbir alıp gereken mücadeleyi ortaya koyamadığımızda artık zaaflarıyla, yanlışlarıyla hayat tarzımız pratiğimizi, hatta akidemizi yönlendirmeye başlar. Oysa olması gereken şey tam tersidir: Akidemizi hayatımızın belirlemesi değil, hayatımızı akidemizin rengine büründürmektir!

Müslüman olarak en büyük idealimiz İslam’ın tüm hayatımızda ve Allah Azze ve Celle’nin bütün bir arzında hâkimiyetinin tesisi; en büyük korkumuz ise şirkin, fesadın bizi ve tüm dünyayı kuşatmasıdır. Kuşkusuz sahip olduğumuz imkânlar, avantajlar, araçlar da maruz kaldığımız sıkıntılar, zorluklar, eziyetler de hep gelip geçicidir. Ne kadar haz, ne kadar sevinç sağlarsa sağlasın ve ne kadar acı verirse versin hepsi bir gün bitecek ama bunlar vasıtasıyla kazandığımız günahlar ya da sevaplar ahiret hesabımıza kalıcı biçimde kaydedilecektir.

Dünyevi Endişelerin Merkeze Konulması

Bu perspektiften bakıldığında bir Müslümanın Rabbin rızası dışında herhangi bir şeyi, uğraşı hayatının temel meşguliyeti, misyonu, gayesi haline getirmesi elbette anlamsızdır, çelişkilidir. Dünyevi telaş ve endişelere kapılarak hududullahı çiğnemesi akıl dışıdır. Ve elbette iş telaşıyla, eş telaşıyla, akrabalık, ticaret, makam, mevkii kaygısıyla kimliğiyle çelişen, ilkelerini göz ardı eden Müslümanların tavrı çok yaralayıcıdır. Bu şekilde hem kendileri kaybeder, hüsrana uğrayanlardan olurlar hem de temsil ettikleri kimliğe zarar verirler.

Bu olumsuz gidişat, gerileme, çürüme hali bir anda ortaya çıkmaz. Belli aşamalar izler. Her aşamada yanlışa, çelişkiye birtakım gerekçeler aranır; değişen mazeretler öne sürülür. Bu bazen rızık endişesi, bazen hak ettiği düşünülen mevkie gelmek ya da ulaşılan pozisyonu korumak olur. Bazen daha konforlu ve huzurlu bir hayat sürme arzusunun bir tezahürü olarak karşımıza çıkarken, kimi zaman da ilkesizlik temelinde kurulmuş bulunan ilişkilere boyun eğmek şeklinde boy gösterir.

İnancımızdan, ilkelerimizden taviz vererek bir ilişkiyi sürdürmenin maliyetine katlanmakta sorun görmezsek, bir müddet sonra o ilişkinin kişiliğimize zarar vermesinin, kimliğimizi yıpratmasının, içimizde derinleşen bir sıkıntıya yol açmasının önünü açmış oluruz. Amirimizle arayı bozmama, eşimizle, akrabamızla, hocamızla, arkadaşımızla iyi geçinme endişesi, müşteriyle ilişkiyi iyi tutma hesabı, otoriteyi temsil edenlerden gelebilecek zararı göze alamama kaygısı vb. hesaplar eğer Allah Teâlâ ile aramızı bozma korkusunun önüne geçmişse ciddi bir kimlik ve kişilik erozyonuna uğramışız demektir.

Bu hali bir misalle izah etmeye çalışalım. Sosyal hayatın değişik alanlarında yaşanan karşılaşmalarda farklı cinsler arasında el sıkışma ritüeli giderek sıradanlaşan bir davranış biçimi halini almıştır. Modernlik algısının zorunluluk olarak dayattığı bu durumun İslami hassasiyet sahibi çevreler nezdinde de giderek yaygınlaştığı görülmektedir. Nitekim konunun fıkhi boyutunu esnetmeye yönelik birtakım argümanların sıklıkla dillendirilir olması, herkesin kendince fetvalar üretmeye başlaması da elbette tesadüf değildir. Bu şekilde konunun önemsizleştirilmesine ve daha kolay hazmettirilmesine çalışıldığı anlaşılmaktadır.

Oysa bu tür bir arayışa, rahatsızlık duyulan bir eylemi vicdanımızda hafifletmeye çalışmaya neden ihtiyaç duyalım ki? Müstakim olmak, net ve açık davranmak daha güzel, daha yakışan değil midir? Nitekim Ahmed ibni Hanbel’in tahric ettiği bir hadiste Vâbisa bin Mabed rivayetiyle Resulullah’ın (s) şöyle buyurduğu bildirilmiştir: “Fetvayı kalbine sor! İyilik, vicdanın tasvip edip kalbin mutmain olduğu şeydir. Günah ise vicdanda sıkıntı ve tereddüt hâsıl eden şeydir. Her ne kadar insanlar sana fetva verseler ve tasvip etseler bile bu böyledir.”

Basit Bir Ritüel Değil, Kimliksel Tavır Alış

Yukarıda değinilen ve basit gibi görünüp kimilerince önemsiz addedilen bu davranış biçimi en temelde kimliksel tutumun bir tezahürü, Batılı hayat tarzının dayattığı bir ritüeldir. Reddetmenin birtakım sıkıntılar, zorluklar doğurması ihtimali mevcut olmakla birlikte, reddedilmediğinde doğrudan haram sınırının aşılması söz konusudur. En baştan kimliksel tutumdan taviz verilmesi anlamına gelen bu zaaflı tavır sonuçta kişinin muhataplar nezdinde de saygınlığını artırmamakta, bilakis tutarsız-zaaflı bir konumda algılanmasına sebep olabilmekte, daha önemlisi de kişinin kendisiyle çelişkiler yaşamasına, vicdanen sıkıntı hissetmesine yol açabilmektedir.

Basit olduğu zannedilen bu konunun hiç de basit olmadığını ortaya koyan o kadar çok gösterge var ki! Danimarka’da 2019 yılı başından itibaren yürürlüğe giren yasayla vatandaşlığa kabul töreninde karşı cinsten memurla el sıkışma zorunlu kılınmış, bu şartı yerine getirmeyen kişilerin vatandaşlık müracaatlarının iptal edilmesi hükme bağlanmıştır. Benzer gelişmeler başka Avrupa ülkelerinde de yaşanmış, Fransa’da erkek memurun elini sıkmadığı için Cezayir asıllı bir hanımın vatandaşlığı iptal edilmiş; İsviçre’de aynı gerekçeyle bir çiftin vatandaşlık başvurusu geri çevrilmiştir. Bu örnekler bize konunun bazılarının zannettiği gibi basit ve sıradan bir şey olmayıp bilakis çok temel bir kimlik izharı olduğunu ortaya koymuyor mu?

Elbette insanlarla iyi geçinmek, güzel, sağlıklı diyaloglar ve ilişkiler kurmak arzulanan bir tutum, güzel bir haslettir. Her şeyden önce tebliğ ve davet misyonumuzu gerektiği şekilde yerine getirebilme hedefiyle de uyumlu bir çabadır. Ne var ki kullarıyla iyi münasebetler geliştirme adına Allah Teâlâ’nın emirleri hilafına bir tavır içerisine girmek ise elbette yanlış, çelişik, batıl bir tutumdur. Mümin hududullahı gözetme ya da aşma arasında tercihte bulunma kararsızlığı yaşamaz, bunlar arasında seçim yapma tereddüdüne düşmez aksine Rabbul Âlemin’in hükmüne itaatin yegâne güzergâhı olduğunu bilir.

Zaaflara Kılıf Olarak Zaruret Gerekçesi

Yetkililerle iyi geçinme, müşteriyi memnun etme, patrondan ya da amirden aferin alma, eş dostla takışmama, ters düşmeme türünden kaygılarla haktan, adaletten sapan, harama meyleden bir tavır mümin tavrı olamaz. Daha çok para kazanmak, daha yüksek not almak, daha itibarlı bir mevkie gelmek veya daha çok insanın beğenisini kazanmak gibi gayeler asla haramı helal kılmaz.

Bu noktada mazeret üretme ve bunların ardına saklanma yaklaşımı da kişinin kendisini kandırma çabasından başka bir şey ifade etmez. Hoşa gitmeyen, tutarlılık arz etmeyen, sahibi için de yakışır bir görüntü ortaya çıkarmayan birtakım durumları, eylemleri zaruret/mazeret gerekçesinin ardına sığınarak meşrulaştırmaya kalkışmak, vicdanların sızısını, sıkıntısını bu yolla bastırmaya çalışmak muttakilere yakışmaz.

Bireyciliği esas alan ve mutluluğu daha çok sahip olmak ve daha çok tüketmekte arayan modern hayat tarzı müstağnileşmeyi beslemektedir. Müstağnileşme ise muhkem ölçüleri aşındıran, hayata ilişkin temel kararlarını, ilişkilerini belirlerken kişinin kendisini adeta her şeyin merkezine koymasını getiren bir tutumdur. Bu tutum gerek fırsatlarla gerek zorluklarla karşılaşıldığında sebat etmeyi, muhkem ve sahih ölçülere bağlı kalmayı, sabretmeyi değil, kolaylıkla rasyonel ve pragmatik tercihlere sapmanın yolunu açabilmektedir.

Ticari fırsatları kaçırmamak için faize bulaşmak, siyasi ikbal sağlar umuduyla resmî ideolojik putlara tazimde bulunmak, daha iyi bir kariyer adına müfsid insanlara temenna etmek, eş dost ve yakınların tasvibini kazanmak adına hak etmediklerini elde etmelerine aracılık yapmak vb. bir dizi tavır hep aynı gerekçeyle, zaruret izahıyla savunulur. Oysa insan bu şekilde ancak kendini kandırmaktadır. Hayatın tüm bu sıralanan yanlışlara düşmeden de yaşanabileceği aşikârdır ama şeytanın tuzağına düşerek insan kendisini haktan saptıran tavrını terk etmek, tövbe etmek yerine yanlışa daha fazla saplanmasını getirecek bir tutuma yönelmektedir. 

Rabbul Âlemin’e Güvenmek ve O’nun Lütfunu Beklemek

Sorunun temelinde Allah’ın rahmetine iman etmeyle alakalı bir eksiklik, bir zaaf mevcuttur. Sonsuz ahiret hayatının mükâfatı yerine kolay ve çabuk elde edileni, yakın görüleni tercih etme zaafı belirleyici rol oynamaktadır. Oysa bu tutum iman değil, nifak ehlinin tutumudur. Nitekim Tebuk Seferi söz konusu olduğunda zorluğu göze alamayıp mazeretlerden bir ordu yığan münafıkların bu durumuna Tevbe Suresinin 42. ayetinde şöyle dikkat çekilir: “Eğer yakın bir dünya menfaati ve kolay bir yolculuk olsaydı, mutlaka sana uyarlardı. Fakat meşakkatli yol, onlara uzak geldi. Gerçi onlar, ‘Eğer gücümüz yetseydi, elbette sizinle beraber çıkardık!’ diye Allah'a yemin edeceklerdir. Onlar kendilerini helake sürüklüyorlar. Allah, biliyor ki onlar kesinlikle yalancıdırlar.” .

Müminler dünya telaşının beslediği zaafları aşmak zorundadırlar. Menfaat saikiyle haram sınırlarını esneten, gevşeten bir tutum sergileyemezler. Her türlü imkânın, nimetin, lütfun kaynağının Rabbul Âlemin olduğu inancından hareketle şer’i sınırları muhafaza ederler. Tevbe Suresinde bu tutum da hatırlatılmakta ve kazancın azalması korkusuyla necasete bulaşma eğilimine giren Müslümanlar uyarılarak Allah Teâlâ’nın lütfedeceği nimetlerin göz önünde bulundurulması emredilmektedir: “Ey iman edenler! Allah'a ortak koşanlar ancak bir pislikten ibarettir. Artık bu yıllarından sonra, Mescid-i Haram’a yaklaşmasınlar. Eğer yoksulluktan korkarsanız, Allah dilerse lütfuyla sizi zengin kılar. Şüphesiz Allah hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” Yani, necis varlıklar olan müşriklerin Kâbe’den uzak tutulması emri sizi mali açıdan korkutmasın, kazancınızın azalacağı endişesine sevk etmesin, Allah onların yerine size başka şeylerle lütfeder, denilmektedir.   

Allah’ın Hükümleri Aşılarak Dinine Hizmet Edilemez!

Şeytanın aldatması sadece ferdi düzlemle de sınırlı kalmamaktadır. Allah’ın dinine hizmet etmek, insanlara destek olmak, yardımcı olmak gibi gerekçelerin dahi ardına sığınarak yanlışların hoş görülmeye başlandığını, sınırların aşıldığını, düne kadar reddedilen, uzak durulan tutumların içselleştirildiğini görmek mümkündür. Burada da sahih ölçülerin değişik maslahat hesaplarıyla aşındırılması tutumu belirleyici olmaktadır. Hayırlı bir neticeye ulaşma adına, hayırdan uzak olduğu aşikâr birtakım yaklaşımlar geliştirmek, ölçüsüz işlere yönelmek süreç içinde temel çizgiden uzaklaşmaya kapı aralamaktadır.

Belki dünyevi manada planlanan birtakım hedeflere ulaşılmakta ama gelinen yer itibariyle asli çizgiden sapılmakta, dolayısıyla elde edilen netice bir değer ifade etmemekte, bilakis hüsrana dönüşmektedir. Burada da yine mazeretçi tutuma bağlı olarak tedrici bir şekilde rotadan uzaklaşma halinin yaşandığı görülmektedir. “Ne yapalım başka türlü olmuyor!” mantığı kimliksel bir sapmaya, bir duruş bozukluğuna sebebiyet vermekte; temel ölçülerin korunması ve hassasiyetlerin sürdürülmesi hususunda sergilenen zaaflar yola çıkarken belki de salih niyetlerle belirlenen hedeflerden bambaşka mecralara savrulma sonucunu doğurmaktadır.

Oysa net olarak anlaşılması, kabullenilmesi gereken gerçek şudur ki Allah Teâlâ belirlediği ölçülerin çiğnenerek dinine yardım edilebileceğine cevaz vermemiştir. Rabbul Âlemin haram kıldığı bir şeye kulunu mecbur ederek hayr murat etmekten münezzehtir. Müminler gerek ferdi gerekse de topluluk olarak izzetli bir hayat yaşamak ve Rablerinin rızasını elde etmek istiyorlarsa sahih ölçüleri esnetmeye, aşındırmaya yönelen mazeretçi tutumlardan kaçınmaya ve her durumda Hakk’a tabi olmayı kendileri için temel güzergâh benimsemeye mecburdurlar. 

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR