1. YAZARLAR

  2. Ali Bulaç

  3. Küresel Operasyonun Filistin-İsrail Boyutu

Küresel Operasyonun Filistin-İsrail Boyutu

Mart 2003A+A-

Hedeftekiler

11 Eylül'den sonra Japon asıllı Amerikalı stratejist Francis Fukuyama'nın ne dediğini hatırlayalım: "İslami hareketlerin büyük bir bölümü ılımlı ve demokratik talepleri öne çıkarmaktadır. İktidara geldiklerinde hepsinin otoriter ve totaliter rejimler kuracakları söylenemez. Ama bunlar aynı zamanda Batı karşıtı hareketlerdir ve ABD'nin çıkarlarıyla çelişmektedir." Benzer bir görüş bugünkü Amerikan politikasının önde gelen kuramcılarından biri olan Samuel Hungtinton tarafından da dile getirildi.

Fukuyama ve Hungtinton'ın işaret ettikleri husus, Batı tarafından oluşturulmuş yüzyıllık bir statükonun devamını sağlayan her türlü unsurun tehdit altına girmesi durumunda, Batı'nın en yüksek düzeyde önem verdiği değerlerin ihmal edilebileceği hususudur. Burada artık "Batı"dan anlaşılması gereken ABD'dir. Çünkü Irak konusunun da işaret ettiği üzere 20. yüzyılda blok halinde hareket etmiş bulunan Batı, fiilen Roma gibi ikiye bölünmüş bulunmaktadır. "İki Batı" arasındaki kavganın ilk raundu ABD'nin İslam dünyası üzerinde tahakküm kurma girişimi olarak başlamaktadır.

İster sömürge döneminde isterse sömürge sonrasında olsun, 20. yüzyıl boyunca İslam dünyası baskı rejimleri altında yaşadı. Bu rejimlerde en temel hak ve özgürlükler çiğnenirken demokrasi ve insan hakları hiç önemsenmedi. Ancak mevcut statükonun daha fazla devam edemeyeceği de bir gerçek. Baskı rejimlerinin varlığı, gelir dağılımındaki adaletsizlik, giderek açlık sınırlarına dayanan yoksulluğun yaygınlaşması, kültürel varlıkları küçümsenen milyonlarca insan ile modern dünya arasında açılan psikolojik mesafe ve bütün bunlara ilaveten İsrail'in hiç bitmeyen işgalleri, her türlü hukuk normunu hiçe sayan küstah tutumu bölgenin belli başlı sorunları arasında yer almaktadır.

Fukuyama'nın şahin politikalara arka çıkması basit bir yanılma değildir; her halükarda yeni bir iktidar değişiminde tek alternatif durumunda olan İslamcı akımlara ilişkin ABD'nin yeni tutumunun açığa vurulmasıdır. Kısa tercümesi şudur: Siyasetin, kaynakların ve imkanların adil dağılımını isteyen bütün hareketler sindirilecek, aktif elemanları tasfiye edilecektir. Demokratik yollarla iktidar mücadelesi verenler de tek bir dünya gücünün patronajlığında formüle edilen "küresel modernlik"le ilişkilerini yeni bir düzenlemeye tabi tuttukları takdirde amaçlarına ulaşabileceklerdir. Bu arada AB, Rusya, Hindistan ve Çin gibi muhtemel ve potansiyel rakiplere dünya rekabet sahnesindeki yerlerini almaya zaman ve fırsat bırakmadan ABD, Balkanlar'dan Çin seddine kadarki coğrafyayı, enerji kaynaklarını, stratejik bölgeleri ve nakil hatlarını kontrol altına alacaktır. İşte 11 Eylül'den sonra açığa çıkan "yeni strateji"nin işaret ettiği hedefler bundan ibarettir. 

Afganistan'a yapılan müdahaleden sonra olup bitenlere bir göz atalım: Amerika, Taliban rejimi ve El–Kaide örgütünün peşine düşmüş gibi görünürken, aslında 1980'lerden bu yana dünyanın her tarafında nerede bir kriz varsa orada savaşa giden "uluslar üstü İslami gruplar"ın üyelerini tek tek avladı, kimini öldürdü, kimini Küba'daki esir kamplarında topladı. Cenk Kalesi'nde 400 kişi bir anda öldürüldü; bu hiçbir zaman bir "mukatele"değildi, açık bir katliamdı. Bugüne kadar ancak hukuk normu bilincinin hiç geçerli olmadığı kabile topluluklarında görülebilecek uygulamalar yapıldı; mesela El-Kaide örgütüne mensup olduğu düşünülen bazı şahısları yakalamak için CIA, onların küçücük çocuklarını alıp rehine olarak kullandı. Filipin ordusuyla ortaklaşa yürütülen operasyonlar İslami kimliği olan her ferde yöneldi.  Çeçenistan'da Rus ordusuna tanınan opsiyonla yürütülen savaş, Çeçen savaşçılar yanında Arapları ve Pakistanlıları da hedef aldı. Hindistan'da 2 bin insan hayatını kaybetti ve Hintli Müslüman kaynakları, bunların içinde çeşitli İslami gruplara mensup çok sayıda genç eleman olduğunu belirtiyor.

Fakat askeri ve teknolojik bakımdan üstün olan bir gücün, kendisinden çokça zayıf bir güce karşı giriştiği operasyonların en karanlık yüzü Filistin'de ortaya çıktı. Görünürde İsrail'in yürüttüğü operasyon doğrudan İntifada'ya katılan elemanlara yönelmiş bulunuyor. İsrail ordusu, açıkça ve herkesin gözü önünde çocuk öldürüyor, Filistin devletinin altyapısını çökertiyor. Burada çökertilen sadece bir devletin veya bir yönetimin alt yapısı değil, herhangi beşeri bir hayatı mümkün olmaktan çıkaran her türlü yapıdır. Amerika'nın her türlü hukuki norm ve müeyyideye karşı "muaf ve korunmaya mazhar" olarak saydığı İsrail tarafından yüzlerce Filistinli öldürüldü; çölde kurulan toplama kamplarına beş bin kişi sürüldü. İsrail, asıl hedefini burada direnişi sürdüren grupları tamamen tasfiye etmek yanında, toptan bir halkın direnişini kırmak ve onları kendi yurtlarıyla ilgili her türlü tahayyülden vazgeçirmek esasına göre belirlemiş bulunuyor.

Filistin dramı ve arkasından Irak'la başlayacak sürecin nasıl gelişeceği ve hangi sonuçlara yol açacağını kestirmek güç. Operasyonun ikinci aşaması, bölgedeki bütün siyasi rejimlerin ve genel haritanın temel bir değişikliğe uğratılması olacaktır. Bundan bir süre önce George W. Bush, "Artık Ortadoğu'daki rejimlerin seçimle işbaşına gelme vakti gelmiştir" diyordu. İster monarşik veya askeri diktatörlük ister görünürde demokratik, fakat özünde baskıcı siyasi yapılar olsun; bölgede hiçbir rejim eski halini koruyabilecek durumda değildir. İçeride istikrarı korumada imkanlarının son sınırına gelip dayanmış olan mevcut rejimlere karşı dış askeri işgalin son alternatif olarak ortaya sürülmesi durumuyla karşı karşıya bulunuyoruz. Fakat bizzat Amerikalılar'dan bazıları bu alternatifin kalıcı barış ve istikrar getirmeyeceğini söylüyor. Askeri işgalle bölgenin politik yapısına müdahale uzun vadede sadece küresel ölçekte terör ve istikrarsızlık üretir. Hiçbir süper gücün de küresel yöntem ve araçlar kullanan teröre karşı koyabilecek donanıma sahip olduğu söylenemez.

Bu süreçte Filistin ve İsrail konusu önemini muhafaza etmeye devam edecektir. Yahudi kamuoyu kendi içinde bir dilemmaya düşmüş durumda. Şaron ve ekibi için Irak'la başlayan süreç, İsrail için tarihi bir fırsatın kapısını aralamaktadır. Aksini düşünenler de var. Bunlara göre İsrail ve Yahudiler, büyük bir değişim projesinin küçük bir enstrümanı olarak kullanılıyor. Bugünkü İsrail yönetimi, yarın kaybedeceği tavuğun hesabını yapmadan, bugünün yumurtasına kanmış olarak İsrail'in varlığı yanında yer alan insanlar nezdinde bile meşruiyet çerçevesini aşındırıp feda ediyor.

Bu açıdan Irak'a karşı başlatılacak bir savaş durumunda İsrail'in nasıl bir tutum içinde olacağı merak konusu. ABD'de olduğu gibi İsrail yönetiminde de "şahinler"in inisiyatif sahibi olduğu göz önünde bulundurulursa, İsrail'in savaşı destekleyeceği, Amerika ve İngiltere yanında savaşa katılacağı ve bu fırsattan azami kazancı elde etmek isteyeceği düşünülebilir. Mevcut göstergeler bu yönde.

Ne var ki bu, yönetim kademelerinde ağırlık kazanan bir eğilimdir. Gerek İsrail'de gerekse dünyanın başka yerlerinde yaşayan Musevilerin tümü aynı görüşte değil. Bir grup Musevi, aksi ihtimal hesaplarına rağmen muhtemel bir savaşın her durumda İsrail'in aleyhinde olacağını ve üstelik uzun zaman telafi edilemeyecek sonuçlar doğuracağını savunuyor. Bu kuşkucu Yahudilere göre, bu operasyonun bölgesel kapsamı içinde "Hiç istemediği bir biçimde İsrail'in de Filistinliler'le bir barış anlaşmasına zorlanması" hedefi vardır.

Şalom Gazetesi'nde (25 Aralık 2002) yayınlanan iki yazı hem İsrail seçkinleri hem de Yahudi kamuoyunda varolan tedirginliği anlatması bakımından önemliydi. Viktor Kuzu'nun değerlendirmesiyle yayınlanan yazılardan biri The Jewish Week'ten alınma; diğeri Colorado Üniversitesi'nden ilahiyatçı Iran Chernus'a ait.

İlk yazıya göre "Saddam'a karşı yapılacak saldırı konusunda karar verme zamanı şimdi." Çünkü Saddam, 1991 savaşından sonra yenilgiyi kabul edip kendine çeki düzen vereceğine kitle imha silahları geliştirdi. Biraz daha beklenecek olursa vakit geçmiş olacak. "Kötü niyetini açıklayan bir despota inanmak gerek. Bu Hitler'den öğrenilecek derstir." Yazıya göre "Tevrat bize, düşman bizi öldürmeden bizim düşmanı öldürmemiz gerektiğini öğretir. Kendini korumaya izin vermez; emreder. İsrailliler, Saddam'ın geleceklerini tehdit ettiğinin farkındalar." ABD, Şaron'dan savaşın dışında kalmasını istiyor, ama bu sefer İsrail savaşın dışında kalmamalı, Irak'ın füze saldırısına karşı saldırı yapmalı.

İsrail savunma uzmanlarına göre savaş sonrasında Ortadoğu'daki dengeler "olumlu yönde" değişecek. Mesela Saddam sonrasında İran'daki dini liderlik zayıflayacak; Mısır ve Suud yönetimleri Bush yönetimini darıltmamak için "İslamcı militanları" durdurmak isteyecek. Ayrıca muhtemel bir savaş, "İsrail'in 1999'da çekildiği Lübnan'a girip Hizbullah'ın kökünü kurutması fırsatını verecek."

İkinci teze göre muhtemel bir savaş "İsrail halkını tehlikeye atacak." Ortadoğu'nun kafasına inecek bir darbe gerçek anlamda İsrail'in güvenliğine zarar verecek. Saddam'ın elinde kitle imha silahları olup olmadığına Talmud'un hükümleri açısından bakmalı. Her iki durumda da (yani silah varsa da yoksa da) İsrail savaşa girmemeli. Varsa Saddam bunları İsrail'e karşı kullanacak; bir çok Yahudi ve Yahudi olmayan bundan zarar görecek. Buna mukabil "İsrail'in nükleer silahlarla karşılık vermesi ve Irak'ı haritadan silmesi riski vardır." Bu da "İsrail'in bu kirli işi ABD adına yapacağı anlamına gelir." Tabii aynı şey Irak için de geçerlidir. Yani Irak'ın elinde iddia edildiği kadar silah varsa, o da İsrail'i haritadan silebilir. Bir de Irak'ın elinde bu türden silahların olmadığını ve silah konusunun savaş için mazeret olarak kullanıldığını düşünün, bu da İsrail'in dünya kamuoyunun tepkisini tek başına çekmesi demektir. Belki savaş sonrasında İsrail bu tehditten kurtulabilir, ama hiç olmadığı kadar kapanık bir döneme girebilir.

Bir başka felaket, eski Kudüs Valisi Meron Benveniste'nin yaptığı uyarıdır. Benveniste, Şaron'un, Irak savaşı ile Filistin arasında bir bağ kurup Filistin topraklarına yoğun saldırılarda bulunabileceğini söylüyor. Savaş sonrasında Ortadoğu'nun alacağı politik durum da hesaba katılmalı. Kısaca "İsrail bu savaşa katılmamalı ve kim Yahudileri seviyorsa bu savaşa karşı çıkmalı. İsrail'in yapması gereken şey, Filistinlilerle barış sağlaması ve güvenlik içinde iki devletin yan yana yaşamasıdır. Bu Arapları ve dünyayı memnun eder. Eğer İsrail bir adım atıp savaş karşıtı devletler safında yer alırsa dünya kamuoyunun sempatisini kazanabilir."    

Filistin'i algılamak ve anlamak

Anlaşılabilir "toprak işgali"nin ötesinde Filistin sorunu çok karmaşık özelliklere sahiptir. Basit anlamda İsrail, binlerce yıldır Filistinlilerin üzerinde yaşadığı toprakları işgal etmiştir. Ancak herhangi bir işgalin ötesinde konunun din, tarih, ırk, hukuk, ahlak ve yerkürenin geleceğiyle ilgili boyutları vardır. Muhtemelen bu yüzden olacak ki, herkesin zihni bir parça karışıktır.

Bugünkü insanlık camiası; Filistin'i, Filistin sorununu ve bu sorunun içinde yoğrulurken "insanlık durumu"nda nitel bir değişime uğrayan Filistin halkını nasıl algılıyor? Bu sorunun cevabını yönetimleri, borsaları, bankaları, üniversiteleri, medyayı, sinemayı denetim altında tutanların değil, beşeriyetin hakiki ve asli unsurları olan sıradan insanların nezdinde aramak daha anlamlı olur. Bu, Filistin sorununun nihai çözümüyle de yakından ilgili görünmektedir.

Şunu söylemek gerekir ki, ortada bir tek "Filistin sorunu" yoktur; dünyanın birçok bölgesinde ve özellikle Müslümanların yaşadığı havzada kanayan yaralar vardır, ama Filistin  gün geçtikçe daha derin boyutlarda süren bir dram olma özelliğine sahip olduğu için ele alınmaya değer tipik bir örnektir.

İnsanlığın "Filistin algısı"nın ne olduğunu, nasıl teşekkül ettiğini anlamadan önce belki ilk sormamız gereken şudur: "Böyle bir insanlık camiası" var mıdır ki, kaale alınmayı hak edecek bir algısı olsun? Eğer tarihin ve tarihsel kırılmaların her zaman insan-dışı faktörler veya büyük adamlar/ulu önderler ya da iktidar seçkinlerinin belli dinamikler üzerinde belirleyici rolü olan mutlak iradeleri tarafından gerçekleştirildiğini düşünüyorsanız, her iki soruyla ilgilenmenizi gerektiren bir sebep yoktur. Sizin baş vuracağınız kaynaklar "uluslararası ilişkiler", devletlerin hiç bir zaman ihmal etmediği "denge politikaları" ve "insanlık alemini birer kukla gibi gören stratejistler"in o deli saçması analizleri ve senaryoları olacaktır.

Ama varsa eğer böyle bir camia, bu camianın Filistin konusunda kesin olarak iki ana algı çeşidine sahip olduğunu söyleyebiliriz. Doğuda ve güneyde yaşayanlara göre Filistinliler, gururu incinmiş bir halk olarak işgal altındaki toprakları için direniyorlar. Herkes, evine zorbalıkla girene karşı direnir. Batı'da ve kuzeyde yaşayanlara göre ise Filistinliler "terörist barbarlar güruhu"ndan başkası değil. Bu ikinci kategoridekileri genel olarak "Batı veya Batılılar" olarak isimlendirmek mümkündür.

Kategorik olarak iki ayrı algıdan ancak en genel anlamda söz edilebilir. Batı ve kuzeyin bütünüyle yani blok halinde Filistin'i böyle algıladığı söylenemez; öteden beri hükümetler ve karar mekanizmaları üzerinde etkisi zayıf olan gruplar, Filistin konusunda Batılı insanın bilincinin sistemli bir çarpıtmaya uğratıldığının farkındadır. Bunun yanında Batılı kamuoyunu blokaj altında tutan demir blokun içinde baş gösteren çatlaklıklar sonucunda giderek artan sayıda insan "Filistin'de taraflar arasında süren bir savaş" önermesinin koskoca bir yalan olduğunu, asıl sistematik ve amaçlı bir ırkçılığın bütün bir bölgeyi ve giderek dünyayı felakete götürdüğünü görmeye başlıyor. Yine de mesela Amerika'da milyonlarca televizyon seyircisi hiçbir şekilde İsrail ordusunun sivil yerleşim birimlerindeki operasyonlarını bilmiyor; ama "intihar komandoları"nın eylemlerini ayrıntılarına varıncaya kadar izleyebiliyor. Kamuoyunun haber alma hakkı vardır; buna mukabil haberi taşıyanların seçme ve tanımlayarak sunma imkanları da vardır.

Her toplumda "hanif fıtrat"ın harekete geçirdiği insanlar olur. Hakikati kabul etme kabiliyetine sahip olan vicdan, haksızlığa karşı çıkma sorumluluğunu da gösterir. Eğer Allah insana akıl ve vicdan vermeseydi hiç bir peygamberin daveti başarılı olamazdı. Vicdani ret, ahlaki erdem ve insan olmanın en alt sınırında tutunma noktasıdır. Bu ret hareketi sadece Batı'da değil, İsrail'in içinde de uç verecek kadar güç kazanmış bulunuyor. Zaman zaman onbin kişiyle yürüyen vicdani retçiler, işgal altındaki topraklarda işlenen açık cinayetleri ve mültecilere karşı yürütülen politikaları protesto ediyor.

Ramallah'taki karargahında tutulan Yaser Arafat'ı barış yanlısı 50 Avrupalı'nın ofisinde ziyaret edip bunlardan 32'sinin Arafat'la beraber kalma kararı alması, kamuoyunu sersemleten ve zihinleri güçten düşüren yüz kızartıcı propagandanın eskisi kadar iş görmediğini gösteriyor.

Bunun izdüşümlerini Amerikan toplumunda da gözlemek mümkün. Ama kamuoyunun ana gövdesi Filistin'de çocukların öldürüldüğünü, ırkçılığın Filistin'i kan gölüne çevirdiğini ve İsrail ordusunun savunmasız halka karşı kullandığı pahalı silahların kendi ödediği vergilerle alındığını bilmiyor.

Filistin'de yaşanan trajedi bizim insanlığımızın sınandığı bir turnusol kağıdıdır. Mahzenlerde çürüyen cesetler, tank mermileriyle yerle bir edilen evler, doğuma giderken kocalarını kaybeden kadınlar, gözleri önünde babaları öldürülen çocuklar karşısındaki tutumumuz; dini, siyasi veya ulusal kimliğimizin ötesinde "insanlık telakkimiz"in ve dolayısıyla "insanlığımız"ın en belirgin göstergesidir.

Bir topluluğa, bir kültüre veya bir inanca sempati duymayabilirsiniz, ama yaşlı kadınların ve çocukların infaz edildiği bir katliam ortamında tarafsız kalamazsınız. İnsanlık durumuyla ilgili tutum alışta karşılaşılan ahlaki tereddüt psikolojik savaş teknikleri konusunda uzmanlaşmış birimlerin işini kolaylaştırır ve bu halkı Müslüman olan Türkiye'de bazı çevreler için de geçerlidir.

"İkinci İntifada"dan sonra yüzlerce çocuk öldürüldü. 1982'de Sabra ve Şatilla kamplarında binlerce mültecinin –çoğu yaşlı, kadın ve çocuktu- infazından sorumlu Ariel Şaron'un yeni, amaçlı ve sistematik cinayetleri sürerken, katliama uğrayan Filistinli ve Arapların geçmişte "bize karşı tutumları"ndan söz edip "yoksa bizim ahımız mı tuttu?" diyenler, hiç kuşkusuz, Şaron'la suç ortaklığı içindedirler. Siz eğer geçmişin bohçalarını orta yere seriyorsanız "psikolojik savaş stratejisi"ne bağlı olarak Şaron'un işini kolaylaştırmış olursunuz.

Ama bu orta yere serilen bohçanın içinden herkesi mahcup edecek şeyler çıkabilir ve bunların sayısı temiz olanlardan çok daha fazladır. Bunların bir kaçına bakalım:

1.  "Araplar bizi arkadan vurdu." Bu kısmen ve mevzii olarak doğrudur. Ancak İttihat ve Terakkiciler, 600 yıllık bir imparatorluğu ölüme götürürken, Cemal Paşa'nın "Arapça'yı yasaklamaya kalkıştığını", Halep'te buna karşı çıkanlardan beş altı tanesinin her sabah muntazaman sokak ortasında sallandırıldığını da hatırlamak lazım. 900 yıllık Ezher'in tedrisat dilini, Arapça'yı yasaklayıp Türkçe yapmaya kalkışmanın bir çılgınlık olduğunu ve bu çılgınlığın insanları çileden çıkardığı unutmayın.

2. "Araplar Kıbrıs davamıza sahip çıkmadı." Evet doğru. Ama acaba Türkiye, Kıbrıs'ın tanınmasını istedi mi? Pakistan'ın tanıma isteğini Türkiye reddetmiştir. Hiçbir Orta Asya Türk cumhuriyeti Kıbrıs'ı tanımamıştır. Ancak 1974 yılı 18 Temmuz günü Suriye'den Mısır'a kadar birçok bölgede camilerde "Müslüman Türklerin zafer kazanması ve şehitlerin ruhu için dualar okutulduğu"nu, Muammer Kaddafi'nin yardım talebi için giden uçaklara bizzat kendisinin mühimmat taşımak istediğini de unutmayın. Büyük Libyalı Şeyh Senusi'nin Mustafa Kemal'e destek olmak üzere Anadolu'yu bir baştan bir başa dolaşıp halkı Kurtuluş Savaşı'na hazırladığını da unutmayın.  Daha önemlisi, BM'de İsrail'i tanıyan Türkiye kaçıncı sırada oy kullandı?  Türkiye, 1,5 milyon şehit veren Cezayir'in BM'de aleyhinde oy kullanırken hangi konularda mazlum Cezayir halkını suçlu gördü de Fransa lehine oy kullandı? Ve sonra niye resmen özür diledi?

3. "Lübnan kamplarında PKK militanları eğitildi." Eğer bundan kast edilen hiç kimsenin siyasi otoritesi altında olmayan Bekaa vadisi ise, burada bu kampların kiralarının hangi devletlerin örtülü ödeneklerinden karşılandığı da araştırılabilir.

Güneydoğu meselesinin neredeyse tümünü Filistin'e ve Araplara fatura edenler, PKK'nın Batı Avrupa ülkeleri, özellikle Almanya, İtalya ve Yunanistan'la olan ilişkilerini aynı cesaretle dillerine alamıyorlar. Abdullah Öcalan, Ramallah'ta değil, Roma yakınlarında bir ay misafir edildi ve herhangi bir Arap ülkesinden değil, Yunanistan'ın Kenya Büyükelçiliğinden çıkarılarak teslim alındı. Şimdi Türkiye AB sürecinde bu ülkelerle ortak bir evde yer almaya çalışıyor da, Filistin cehennem hayatı yaşarken beyaz elitler "Araplar'ın bize ne kadar ihanet ettikleri"nden bahsediyorlar.

4. Hadi diyelim ki bunların hepsi doğru. AB'nin kurucu ülkeleri Almanya, Fransa, İngiltere, İtalya vd. iki dünya savaşını yaşadılar, birbirlerinin şehirlerini harabeye çevirdiler. Bu savaşlarda yaklaşık 60 milyon insan hayatını kaybetti. Şimdi AB içinde tek devlete doğru gidiyorlar da, Türkiye ile Araplar arasındaki bu kan davası niçin bir türlü bitmiyor? Türkiye, Anadolu'yu işgal edenlerle entegrasyona gidiyor, yani dünün işgalcileriyle tek devlet olmaya çalışıyor. Peki bu "beyaz elitler", neden bütün bir Filistin kan gölüne dönerken bize bu eski düşmanlığı hatırlatıyorlar?

Filistin meselesine bakış

Türk, Arap ve diğer ülke aydınlarının zihni berrak değil. Varlığa, Aydınlanma'nın genel perspektifinden baktıklarından, tamamen bir tasarım ve zihni bir inşa olarak iki ayrı kategorik alana ayrılmış dünyanın sınırları birbirine karışmakta, bundan da karmaşık, bulanık yapılar türemektedir. Bu yapılar üzerinde kurulmuş bütün söylemler sahtedir ve sahte oldukları oranda hiçbir şeyi açıklama gücüne sahip değildirler.

Bu, sanıldığının aksine salt spekülatif veya felsefi bir konu değildir. Özünde zihnin varlık tasavvuruna ilişkin bir krize işaret eder; bu yüzden hangi olaya uygulanırsa uygulansın, bize sadece sahte ve yanıltıcı kanaatler kazandırır.

Neredeyse herkesin üzerinde ittifak ettiği sahte söylem "sorunun öncelikle dini mi, yoksa siyasi mi" olduğu yönünde şizofrenik bir soruya verilen cevaba  dayandırıldı. Temelsiz cevaptan hareketle türetilen sahte söylem şöyle şekilleniyor: "Her ne kadar sorun 'dini' gibi görünüyorsa da, gerçekte 'siyasi'dir. İddiaya göre Din ve Şeriat bu olayda tarafların yürüttüğü bir siyaset aracı olarak kullanılmaktadır." Sorun bu şekilde vaz'edildiğinde kendiliğinden kilitleniyor. Yanlış soruya sonsuza kadar yanlış cevap aranır.

Bir örnek olmak üzere, 11 Eylül saldırısından sonra Türk halkı arasında belli bir sempati toplayan El-Cezire televizyonunun Türkiye temsilcisi (Yusuf Şerif), bir tv programında 8 yıllık Türkiye deneyiminden sonra "laik olmayan bir demokrasinin mümkün olmadığını" öğrendiğini söyledi. "Aydınlanmış bir Ortadoğulu aydın" kimliğiyle verdiği örnekler ilginçti: "Suudi Arabistan'ı ele alalım. Diyelim ki bu ülkede çok partili hayata geçildi, düzenli olarak seçimler yapılıyor. Tamam, ama ortada Şeriat oldukça bu ülkede demokrasiden söz edilebilir mi?" Demokratik bir rejim için gerekli şart olan çok partili hayat ve periyodik seçimlerin olduğu bir ülkede Şeriat'ın bir demokrasiye hangi noktalardan engel teşkil ettiğine dair somut bir örnek verseydi ve mesela bazı düşüncelerin dile getirilmesinin yasak olduğu, resmi ideolojinin eleştiri dışında tutulduğu Türkiye demokrasisi arasında bir mukayese de yapsaydı tezi çok daha açıklayıcı olacaktı.

Hukuki davalarda olduğu gibi entelektüel ve politik konularda da "iddia müddeiye aittir." Kim hangi iddiayı ortaya atıyorsa, bunu inandırıcı ve somut delillerle kanıtlaması lazım. Yıllardan beri İslam dini ve Şeriat'ın, "toplumsal gelişme"ye ve demokratikleşmeye engel olduğu iddia edilir; ama bu iddiayı öne sürenlerin hiç biri bizi tatmin edici biçimde ikna etmiş değiller. Pek az kimsenin dikkat ettiği temel bir gerçek şudur: İslam dünyasında demokrasiyi engelleyen ana faktörler dünya sisteminin bölge için öngördüğü statüko, İsrail'in ve baskıcı rejimlerin bu yönde birleşen çıkar ilişkileridir. Bundan hareketle denebilir ki, İslam dünyasının liberalleri, milliyetçileri ve sol aydınlar, kaçınılmaz olarak "İslami tehdit"e karşı olduklarından, baskıcı rejimlerin ve demokrasiden korkan statükonun yanında yer almaktadırlar. Bugün, adına "İslami tehdit" denen şey, demokratikleşmeyi ve özgürleşmeyi temsil eden akımların hareket noktası haline gelmiştir.

İşgale uğramış topraklarını kurtarmak üzere mücadele veren Filistinliler'in "İslami kimlikleri" dolayısıyla sorun bu şekilde vaz'edildiğinde kaçınılmaz olarak, "bir dinin" ve onun öngördüğü "Şeriat"ın Filistin meselesinde hangi ciddi boyutlarda engelleyici ve çatışmaları derinleştirici olduğu sonucuna varılır. Bundan hareketle "kutsal"ın ve "din"in aradan çıkarılması önermesine dayanak bulunur. Ama her nedense bu olayda Yahudi Şeriatı'nın rolü görmezlikten gelinir. Ve çok garip bir şekilde süren çatışma ve derinleşen krizden neredeyse "Şeriat", dolasıyla sadece İslam Şeriatı sorumlu tutulur. Yahudi Şeriatı ve Ahd-i Atik'in bu can yakıcı sorunda oynadığı rol dikkate alınmaz.

Filistin meselesi "siyasi" mi, "dini" mi?

1948 yılında İsrail kurulduğunda BM, tarihi Filistin topraklarının yüzde 55'ni bu devlete verdi. Bir daha trajik çatışmaların yaşanmaması için uluslararası hukuku öne çıkaran BM'nin ilk önemli uygulaması bir halkın toprağının başkasına verilmesi oldu. Bugün çeşitli anlaşmalarla İsrail'in elde ettiği topraklar yüzde 78 gibi yüksek bir orana ulaşmış bulunmaktadır. Yani tarihi Filistin topraklarının beşte dördü Filistinliler'in elinden çıkmış durumda. Buna tek kelimeyle "işgal" denir. Ve zaten Filistin meselesinin özünde, toprakları işgal edilmiş bir halkın verdiği mücadele yatmaktadır. Soru şudur: Bu, haklı ve meşru bir mücadele midir, yoksa bir dini topluluğa karşı yürütülen "terör" müdür?

Garip olan şu ki, Madrit'te masaya oturmaya razı olan ve Oslo anlaşmasını kabul eden Filistinliler, topraklarının yüzde 20'sine bile sahip olamıyorlar. Bugünkü Filistin Özerk Bölgesi ve gelecekte Filistin devletine temel teşkil edecek topraklar, İsrail devletinin av sahası içinde bir koruluk hükmünde her gece ve gündüz yeni saldırılara maruz kalıyor. İsrail burayı harabeye çevirmiş, on binlerce ağacı kesmiş, bütün bağlantıları koparmış, yerleşim birimlerini ve iktisadi faaliyetin yürütüleceği alanları çökerterek ve yerleşim birimlerinin bağlantı noktalarını parçalayarak inisiyatifi elinde tutmuştur. Buna rağmen FKÖ, bu adaletsiz, haksız gaspı ve onur kırıcı durumu kabullenmiş olmasına rağmen bir türlü kendini beğendiremiyor; ne İsrail'e ne onu kategorik olarak sınırsızca destekleyen ABD yönetimine.

Etkili Yahudi lobisinin yönlendirdiği medya perspektifinden Hamas ve İslami Cihat 'terörist örgütler'dir. Bugüne kadar İsrail'in dışında ve İsrail'le bağlantılı olmayan eylemler yaptıkları görülmüş değildir. Her işgalci kuvvete göre, toprakları için direnenler 'çapulcu ve terörist'tir. Anadolu işgal altındayken 19 Mayıs'ta Samsun'a ayak bastığı andan itibaren Mustafa Kemal'in kafasında tek bir şey vardı: Misak-ı Milli sınırları dahilinde işgalden kurtarılmış, bağımsız Türkiye. Ülkeyi işgalcilerden temizlemeye karar verenler, bunu "Ya istiklal, ya ölüm" şeklinde formüle etmişti.  Eğer onlar, FKÖ gibi topraklarımızın yüzde 78'ini işgalci kuvvetlere bırakmaya razı olsalardı bugün ne olurdu? Bunu yapmadılar ve çok ümitsiz gibi görünen şartlarda salt istiklal ve ölümün dışında üçüncü bir şıkkı –hatta manda yönetimini bile- ihtimal dışında tuttukları için sonunda zafer kazanıldı.

Bazan toprak için ölümü göze almak, o toprağın bağımsızlığı için tek seçenektir. Bu perspektiften, işgal altındaki toprakları bütünüyle kurtarıncaya kadar mücadeleyi göze alan Filistinliler'in, Anadolu'nun işgalcilerden temizlenmesi için verilen mücadeleye paralel bir yol izlediğini söyleyenler temelsiz bir analoji mi yapıyor?

Buna rağmen hiçbir Müslüman veya Filistinli'den "bu topraklardan son Yahudi de sökülüp atılıncaya kadar mücadele sürecektir" sözü duyulmamıştır. Bu topraklarda Yahudiler de yaşayacaktır. Ama 1986'da Libya'ya saldırı düzenlediğinde ABD Başkanı Reagen, "İsmailoğullarının son ferdini de çölün derinliklerine sürünceye kadar bu mücadele sürecektir" demişti. İşgalin bilinçaltında son İsmailoğulları'nın da imha edilmesi veya köle olarak yaşaması vardır ve bu "dini" bir argümandır.

Eğer Tanrı bu toprakları İbrahim ve oğullarına vaat ettiyse, İsmail ve çocukları da İbrahimin soyundandır. Ama Yahudi öğretisi, cariye ve siyah Hacer'den olduğu için İsmail'i ve çocuklarını mirasta hak sahibi görmez, bu mirasın sadece Sara'dan doğan İshakoğullarına ait olduğunu söyler. Bu apaçık bir ırkçılıktır ve bütün bir savaş stratejisi bu ırkçılık dolayısıyla sahip olunduğuna inanılan hak üzerinde kurulmuştur.

Bugün gelinen durumda Filistin sorunu üç ana noktada düğümlenmiş bulunmaktadır:

1. İsrail'in 1967'den beri işgal ettiği toprakları boşaltmaması,

2. Daha çok yerleşim bölgeleri açmayı sürdürmesi, haksız yere evlerine ve topraklarına el koyduğu insanlara mallarını mülklerini iade etmemesi,

3. Süleyman Mabedi'ni yeniden inşa etme adı altında Mescid-i Aksa'yı yıktırmaktan vazgeçmemesi.

Yahudi'nin "kendine dönük ben algısı" ile başkalarını algılama biçimi arasında doğrudan bir ilişki var. Yahudi, kendini Tanrı'nın seçtiği üstün bir kavmin üyesi olarak görür. Varlık zincirinde sıradan insan, hayvanlar ile Yahudiler arasında ara bir yerde durur. Tanrı'nın seçtiği kavim ile 'diğer milletler' –ki bunlara centile veya goyim demek mümkün- aynı mahiyette değildirler. Tarihte daima nüfusları az olmuştur, ama "vaat edilen topraklar" dışında eğer mümkün olursa, üzerine bastıkları her toprak parçası da onların olacaktır.

Kutsal toprakların İsrailoğulları'na vaat edildiği fikri Tevat'ta yer alır; Kur'an hiç kimseye ve hiçbir kavme bu türden herhangi bir toprak vaadinde bulunulduğunu yazmaz. Eğer inandığınız Tanrı, size başkasına ait bir toprağı vaat ediyorsa, bu, o topraklarda yaşayanların sürülmesi, öldürülmesi hakkının size verildiği anlamına gelir; üstelik başkalarını kendi ana yurtlarından sürmeye kalkıştığınızda "Tanrı'nın emri"ni yerine getirmiş olursunuz. Kur'an-ı Kerim, İsrailoğulları'nın "bütün alemlere üstün kılındığı"nı zikreder, ama bu üstünlük bu kavmin peygamberlerin tebliğlerine kulak vermeleri, Şeriat'a bağlı kalmaları ve yeryüzünde salih amellerde bulunmaları şartına bağlanmıştır.

İsrailoğulları'nın peygamberlerine isyan ettikleri, onları 400 sene süren Mısır köleliğinden kurtaran Hz. Musa'nın sözünü dinlemeyip tekrar köleliği açık hidayete ve özgürlüğe tercih ettikleri sadece Kur'an tarafından değil, Tevrat tarafından da teyid edilmektedir. İsrailoğulları'nın bir vasfı da 'peygamber katili' bir kavim sıfatını almalarıdır. Elbette bu nitelik onların dinlerinin veya ırklarının doğal bir sonucu değildir; tarihte bunu doğrulayan çok sayıda örnek olsa bile, Kur'an-ı Kerim açık bir ifadeyle Hıristiyanlar ve Yahudileri içine topladığı "Kitap Ehli"nin "hepsinin bir olmadığını" söyler. İçlerinde ihanet eden, peygamberlere karşı çıkan ve Allah'a isyan edenler olduğu gibi, "Allah korkusuyla gözyaşı döken, emanetlere titizlikle riayet eden ve insanların iyiliğini isteyenler" de var. Eğer Kur'an-ı Kerim bu açık ve hassas ayırımı yapmamış olsaydı, özellikle Yahudiye bakış açısının temeli dinen de desteklenen bir anti semitizm olurdu. Denebilir ki, sadece bu ayet tek başına tarihte Müslümanlar arasında anti semitizmin kök salmasına engel olmuştur.

En son vahyedilmiş Kitap olarak Kur'an-ı Kerim, Ehl-i Kitap olarak ele aldığı Yahudi ve Hıristiyanları kitaplarından veya dinlerinden dolayı eleştirmez. Eleştirdiği konu, onların kitaplarını kendi elleriyle tahrif etmeleri ve buna rağmen dinlerinin hükümlerine riayet etmemeleridir. Bu açıdan hiçbir zaman anti semitizmin İslam'da bir dayanağı yoktur ve bugüne kadar da olmamıştır. Ama Hıristiyanlar, Hz. İsa'yı "tanrı" kabul ettikleri ve Hz. İsa'nın "öldürülmesi"nden Yahudileri sorumlu tuttukları için kaçınılmaz olarak anti semitiktirler. Çünkü Hıristiyanlar'ın tarihi hafızalarında Yahudiler "Tanrı katili"dirler.

İslam dininin bağlayıcı referansları, Kur'an-ı Kerim ve Sünnet ile bu iki kaynaktan meşruiyetini alan tarihi tatbikat, nasıl dün Müslümanlar arasında anti semitizm denen haksız ve vahşi fikir ve husumetlerin ortaya çıkmasına izin vermediyse, bugün ve yarın da izin vermeyecektir. Fakat bu, dinin yoruma muhtaç kaynaklarını siyasetin meşruiyet temeli haline getiren ve bundan 'Siyonizm' adı altında ırkçılığa dayalı bir devlet ideolojisi çıkaran İsrail'in her yaptığına, toprak işgallerine ve çocukları katletmesi gibi fiillerine ses çıkarılmayacağı, ses çıkaranların 'anti-semitik' sayılacağı anlamı çıkmaz.

Siyonist kuramcıların refleksi 'dini saf halinde yaşanır kılmak'tan çok, dinin bir tür suistimaline dayalı siyasetlerin geliştirilmesi ve yürütülmesidir. Adına sol, sosyalist ve laik denen Yahudi politikacıları, 'Ortodoks Yahudiler'den çok daha fazla dini istismar etmişlerdir ve elan etmeye devam etmektedirler. Eğer laikliklerinde samimi iseler, 'laik İsrailli siyasetçiler'in  şu üç konuda açık bir tavır almaları ve bunu yüksek sesle telaffuz etmeleri gerekir:

1. Nil ile Fırat arasındaki geniş bölge, yani Arz-ı Mev'ud, her ne kadar kitapta yer almış olsa da, İsrail'in böyle bir emeli ve stratejisi yoktur.

2. Süleyman Mabedi'nin inşaı talebiyle Harem-i Şerif ve Kubbetu's-Sahra'nın bulunduğu yer ve Mescid-i Aksa'nın yıktırılması söz konusu değildir.

3. Yahudilerin bu topraklardaki varlıklarının ve her türlü emellerinin onlara Tanrı tarafından verilmiş bir yetki ve hak olarak tanındığına dair fikir kabul edilemez.

İnsanlık suçu
Eğer Cenin'de ve Batı Şeria'nın diğer yerleşim birimlerinde İsrail suç sayılabilecek hiçbir eylemde bulunmadıysa; eğer insanların evlerini başlarına yıkmak, ambulanslara ateş açmak, yaralılara müdahale edilmesini engellemek, insanları kalkan olarak kullanmak ve teslim olan veya olmak istediğini bağıra bağıra anlatmaya çalışan insanları öldürmek "suç" değilse, insanoğlunun hukuk kültüründe "suç sayılabilecek hiçbir eylem" kalmamıştır. Bundan böyle orman yasalarının geçerli olduğu küresel bir döneme girdik; kim kime güç yetiriyorsa kazançlı odur ve zaten Tanrı'nın kaale alınmadığı bir dünyada hukuk da kaale alınmaz; dolayısıyla Dostyoveski'nin dediği gibi "her şey mübahtır."
Haksız, adaletsiz ve vahşi savaşlar, içinde yer alan askerlerin tabiatını değişikliğe uğratır. İsrail ordusunda bazı askerlerin ruh haleti buna somut örnek oldu Ramallah'taki Yaser Arafat karargahının duvarlarına işeyen askerler yan yana dizilip kameraların önüne geçerken nasıl bir ruh haleti içindeydi acaba? Ya evlerine girdikleri Filistinliler'e reva gördükleri muameleye ne demeli? Haaretz Gazetesi'nin baş yazısına (1 Mayıs 2002) bakalım:
"Askerlerin çatışma dışında mülklere zarar verdiğine dair rapor maalesef ordu tarafından da doğrulandı. Filistinli ailelere ait pek çok mülk, sırf yağmalamak olsun diye gelişigüzel yağmalandı. Askerlerin bazı ev ve işyerlerinden para ve elektronik eşya çaldığı da belliydi." 
Askerler Haaretz'in deyimiyle sadece yağma yapmakla kalmadılar, vandalizm de yaptılar. Ele geçirdikleri paraları, ziynet eşyalarını ve değerli her şeyi alıp götürdüler. Bu askerler zaten silahları ve karşı koyma güçleri olmayan insanlara karşı savaşmadı, savunmasız insanları öldürdü, hırsızlık ve yağma yaptı.
"Soykırım" ve "katliam" derken, üstün körü yapılan gözlemler asgari seviyede İsrail ordusunun bir "savaş suçu" işlediğini AB Komisyonu, İnsan Hakları İzleme Örgütü, Uluslar arası Af Örgütü, İnsan Hakları Doktorları vb. bir çok kuruluş ve örgüt açıkça söyledi; bunun için de geniş kapsamlı bir araştırmanın yapılması gerektiğini önerdi. BM Genel Sekreteri Kofi Annan'ın da istediği buydu. Tarafsız bir komisyon Filistin'e gitsin, inceleme yapsın ve bir rapor hazırlayıp herkesi bilgilendirsin. Şaron Hükümeti bunu kabul etmedi, hiçbir şekilde işbirliğine yanaşmadı, sonunda tespit komisyonu dağılmak zorunda kaldı.
Şaron ve hükümeti, bunu iki sebepten dolayı reddetti: İlki, işlediği vahşi cinayetler, irtikap ettiği insanlık suçu kayda geçecekti; ikincisi 1996 İstanbul Habitat II'de alınmış bir karara göre, tahrip ettiği bütün yerleşim birimlerini tazmin etmek zorunda kalacaktı.
Suçu olmayanın saklayacak bir şeyi olamaz. Korkmaz da. İnceleme komisyonu teknik düzeyde incelemeler yapacağından önemliydi; ama ortada sadece bir savaş suçu değil, katliam boyutlarını aşan bir insanlık suçu işlendiğini anlamak için günü gününe televizyon ekranlarına yansıyan haber ve görüntülere bakmak yeterliydi. Asıl ekranlara yansımayanlar çok daha dehşet vericiydi. AB yetkilileri tablonun "utanç verici" olduğunu söylerken, diğer gözlemciler, böyle bir komisyonunun engellenmesinin, İsrail'in bundan sonra benzer türden yeni katliamlarına "yeşil ışık" yakmak anlamına geleceğini söylediler. İşte asıl dehşet verici olanı buydu. Ama Amerika'nın etkin müdahalesiyle bir kere daha kulaklar sağırlaştırıldı.
Filistin'de insan öldürülüyor. Ve bunların içinde çok sayıda çocuk var. Çocuklar sistemli bir şekilde ve amaçlı olarak öldürülüyor. Çocukların her biri geleceğin "intihar komandosu" olacak düşüncesiyle keskin nişancıların hedefi oluyor. 
Kimliğimiz ne olursa olsun, kendimize soralım: Bir çocuğa kurşun sıkmak, küçücük bedenini yere sermek nasıl bir duygu acaba? Tetiğe basan parmak ne türden bir beyinden emir alıyor? Böyle bir beyin özel olarak incelense, hiç kuşkusuz bütün insanlık tarihini aydınlatmaya yetecek bilgilere ulaşılır. Vahşi cinayetlerin, türümüzün saldırganlığının kökenleri ve elbette kan akıtma tutkusunun esir aldığı doğamızın yol açtığı beşeri trajediyle ilgili bilgiler.

Savaş makinesine karşı beden

İnsanlar birbiriyle kavga eder, savaşır. Kavganın en yalın ve ilkel şekli el ve ayakla olanıdır. Türkçe'de "tekme tokat" deyimi hiçbir aletin kullanılmadan birinin diğerini dövmeye kalkışmasını ifade eder. Muhtemelen ilk topluluk hayatında insanlar birbirleriyle tekme tokat kavga ettiler. Bunu ilk cinayetin işlenme şeklinden anlamak mümkün:

Habil kendisini öldürmeye kalkışan Kabil'e şöyle demişti: "Eğer beni öldürmek için elini bana uzatacak olursan, ben seni öldürmek için elimi sana uzatacak değilim." (5/Maide, 27-28.) Bu ayetten, ilk cinayet suçunu irtikap eden Kabil'in cinayeti ellerini kullanarak işlediği anlaşılmaktadır. Ama yine de ilk cinayet suçunu irtikap eden ve kıyamete kadar işlenecek olan cinayetlerde pay sahibi olan Kabil, kardeşinin cesedini toprağa gömmüştü. İsrail tanklarının bir bölgede öldürdüğü 52 insanın cesedinin çıkarılmasına izin bile verilmedi.

Elbette demirin güç ve kesici alet olarak kullanılmasından önce kavga ve savaşlarda ilkel aletlerin kullanıldığı muhakkaktır. Sözgelimi taş, sopa, sivriltilmiş aletler, sicim vs. Alet bedenin bir araç olarak kullanılmasını ikinci plana itmiştir. Aletleri kullanan eldir, ama zeka ve teknik için gerekli becerilerin gelişmesi öldürme kastıyla kullanılan aletlerin gelişmesini sağlamıştır.

Modern bilimsel sıçramaların savaş zamanlarında ve öncelikle silah teknolojisinin kullanımı amacıyla vuku bulmuş olması tesadüfi değildir. Zamanla yay, ok, mızrak, mancınık, balta, kılıç vb. aletler barutun bulunmasıyla yerlerini patlayıcı silahlara bırakmıştır. Tabanca, tüfek, top ve sonra konvansiyonel silahlar. Şimdi en yüksek düzeyde caydırıcı ve imha edici etkisi olan nükleer silah dönemine girdik. Daha gelişmiş düzeyde biyolojik silahlar da, en az nükleer silahlar kadar etkilidir.

Hiç şüphesiz silah teknolojisi geliştikçe savaşlarda insan zayiatı katlanarak artmış, üstelik bu zayiata siviller, diğer canlılar ve tabii çevre de dahil edilmiştir. Modern dünyanın en büyük çelişkilerinden biri sivillerin korunması yönünde gösterilen bunca hassasiyete paralel olarak savaşmayan herkesin bu silah türleri dolayısıyla ve kaçınılmaz olarak toplu öldürmelere maruz kalmasıdır. Ya nükleer silah kullanılmasından vazgeçilecek ve bu herkese yasaklanacaktır, ya da sivilleri koruyucu hukuk ve buna bağlı geliştirilen söylemler boş ve anlamsız sözlerden ibaret kalacaktır.

Orduların gücü artık sayılarıyla değil, hareket kabiliyeti ve sahip oldukları silah üstünlüğüyle ölçülmektedir. Hind Okyanusu'ndan Kandahar'a fırlatılan füzeler noktasal hedefleri vurabilmektedir. Her ne kadar savaşın sonucunu kara ordularının tayin ettiği söyleniyorsa da –ki bu bir yere kadar doğrudur- amacı imha etmek olan bir ordu, hava üstünlüğünü kullanarak hasmını haritadan silebilir. Sonuç alıcı bir hava saldırısı için gerektiğinde mevzii ve geçici iklim değişiklikleri yapılabileceğini NATO'nun Kosova'ya yaptığı müdahalede açıkça müşahede ettik. Matkap gibi yer kabuğunu delen füzeler geniş bir alanda depreme yol açabilmektedirler.

Şimdi bu çerçevede yıllardır Filistinliler ile İsrail arasında süren "sözde savaş"a göz atacak olursak, ortada "savaş" denen bir olayın olmadığını, hiçbir zaman güç dengeleri eşit veya hiç değilse birbirine yakın "iki taraf arasında süren bir çatışma"nın vuku bulmadığını görüyoruz. İsrail'in 19 tümene sahip olduğu söyleniyor; 45 yaşına kadar her yurttaş "yedek" hükmündedir, her an silah altına alınabilir ve her sene belli bir süre askerlik hizmetini yerine getirir. Buna mukabil Filistin'de eli silah tutan insan sayısı 32 binden biraz fazladır. Burada sayısal değerlerin hiçbir öneminin olmadığı açıktır. Çünkü düzenli ordusu olmayan Filistinlilerin silahları da yoktur. Herkesin televizyon ekranlarından izlediği üzere silah namına gençlerin elinde bulunan şey basit hafif makineli tüfeklerden ibarettir. İşin garip yanı şu ki, İsrail'in silah gücü konusunda hiç kimsenin gerçek bir fikri ve bilgisi yoktur.

Blackhawk ve Apaçi helikopterleri, 200 adet olduğu söylenen F-16 uçakları, lazer güdümlü Hellfire füzeleri, son derece gelişmiş tankları, M-16 otomatik silahları var. F-15 ve F-16 uçaklarıyla günde 3 bin sorti yapabiliyor. Resmi verilere göre diğerleriyle birlikte 448 uçağı ve 3.900 tankı var. Fakat asıl kapasitesi, türü ve etkisi hiç bir zaman bilinmeyen nükleer gücüdür. Bölgenin tek ve dehşet verici nükleer gücüne sahip bu ülke isterse bir anda 100 milyon insanı öldürebilir. Yahudi asıllı Rus İsrael Şamir'e göre, Amerika'dan sonra en büyük nükleer güç İsrail'de bulunmaktadır. Elinde kitle imha silahı var diye ABD Irak'a karşı savaş açarken, dünyanın ikinci büyük nükleer gücüne sahip İsrail'i görmezlikten geliyor. BM görevlileri bu ülkeyi denetleme gibi bir görevi akıllarına getirmiyorlar. İsrail, ABD tarafından "korunmaya mazhar bir ülke" olduğundan nükleer silahsızlanma anlaşmasına imza atmıyor ve tesislerini uluslararası denetime açmıyor. Mühimmat ve lojistik destek açısından sahip olduğu zenginliği ayrıca zikretmeye gerek yok.

Kısaca Filistinliler'in kendisine taş ve sapanla karşı koymaya çalıştıkları İsrail bölgenin en büyük ve belki dünyanın ikinci büyük savaş makinasıdır.

Filistinliler ile İsrail arasında güç dengeleri açısından herhangi bir mukayese yapmak mümkün olmadığından yıllardır süren çatışmayı da 'savaş' olarak adlandırmak mümkün değildir. Tanklara  ve uçaklara karşı çocukların taşla ve sapanla karşı koyması bu çatışmanın hangi boyutlarda trajik olduğunu göstermeye yetiyor.

Düşmanı ile eşit güçte olmayan insanın yapabileceği iki şey vardır ; ya düşmanına kayıtsız şartsız teslim olmak veya varlığını ve onurunu korumak için mücadeleye devam etmek. Fakat M-60 tanklarına, F-16 uçaklarına, Apaçi helikopterlerine ve M-16 otomatik silahlara karşı hiç bir silahı olmayan Filistinli ne yapacaktır ? Kayıtsız şartsız teslim olmak istemediğine, işgal edilmiş toprağını kurtarma, çiğnenen onurunu ayağa kaldırma mücadelesini verdiğine göre, geriye elinde insanlığın ilk dönemlerinden kalma tek bir silah kalıyor, o da kendi bedenini silah olarak kullanmak.

'İntihar saldırıları'nı düzenleyen gençlerle ilgili yapmamız gereken ilk tespit, onların silah olarak ellerinde kendi bedenlerinden başka hiç bir şeyin kalmamış olmasıdır. İnsan kanını donduran saldırıları yapan gençlerin profiline baktığımızda durumun gerçekten vahim olduğunu anlıyoruz. Yapılan araştırmalara göre, 'intihar saldırıları'na katılanların büyük bir bölümü 13-17 yaş arası gençlerdir. Çoğu da lisede veya üniversitede okuyor. İşin ilginç tarafı Filistinli gençlerin yüzde 70'inin bu saldırıları yapabileceğini, hatta arzu ettiğini beyan etmesidir. İnsan kalabalığının olduğu yerlerde, otobüslerde, duraklarda, marketlerde bedenini havaya uçuran gençler, önce aileleriyle helalleşiyorlar, dualar okuyorlar ve genellikle benzer temaları öne çıkararak kısa bir konuşma yapıyorlar. Konuşma metninde umutsuzluk, nefret ve Arap liderlerine öfke vardır.

İntihar saldırıları 'istişhad' yani kutsal bir dava uğruna 'şehit olmak' mı, yoksa 'vahşice bir terörist eylem' mi? Dil bilgisi saçısından «istif'al» babından gelen «istişhad» aslında «şehadete yakın, bir tür şehitlik » demektir. Bazı bilginlere göre, başvurulacak başka bir seçenek kalmadığından bu gibi saldırılara cevaz verilebilir. Bunun aksini savunanlar da var. İKÖ'nün Kuala Lumpur'daki toplantısında "BM'nin bir terör tanımı yapması gerektiği" vurgulandı ve "Filistin'deki intihar eylemlerinin bilinen terör kapsamı içine alınmayacağı" yönünde görüşler dile getirildi.

İslam dininde beden üzerinde iki tasarruf yasaktır: İntihar ve zina. Buna bağlı olarak bedene işkence ve eziyet ile beden üzerinden cinsel tahrik de haramdır. İntihar saldırılarında hedef noktasal olarak askeri değil, sivil insanlar, sıradan halk, hatta bazan okula giden masum çocuklardır. Sivillerin hiçbir dahilleri yokken siyasi veya askeri amaçlı bir eyleme kurban gitmeleri yine İslamiyet tarafından yasaklanmıştır.

Ancak cevaz verenler ve vermeyenler ne derse desin, ortada başka bir gerçek var. Bu saldırılar çok sert ve yıkıcı mukabelelere yol açsa da, belli ölçülerde etkili ve pratik sonuçlar veriyor. Bütün bir İsrail korku ve dehşet içine giriyor, insanlar giderek güvenliklerinden endişe eder hale geliyorlar. Hatta İsrail'i terketmeyi düşünenlerin sayısını arttırıyor. Saldırıların görünür olmayan amacı İsrail yöneticilerinden ve askerlerinden intikam almak değil, korku ve dehşet yaratmak; İsrail'de bütün yerleşim birimlerini güvensiz hale getirmek ve bu sayede siyasi otorite üzerinde baskı kurmaya çalışmak, mümkünse Filistin toprakları üzerindeki Yahudi nüfusu azaltmak.

Fakat sonuç verici etkilerine rağmen bu, tipik bir insanlık dramıdır. İsrail yönetimi karşılık verdikçe, ortada Filistinlilerin nizami bir ordusu olmadığından kaçınılmaz olarak gençlere, çocuklara ve sivil halka yöneliyor; bu da bütün dünyada meşruiyetinin kaybolmasına yol açıyor. Sonuçta her iki taraf sivil öldürüyor.

Bu durum, intihar saldırılarının İslam'ın bilinen fıkhi çerçevesinin çok ötesinde başka bir şeye işaret ediyor. Aynı şekilde Fuad Acemi ve benzeri yerli antropolog ve oryantalistlerin iddia ettiklerinin, yani " bu gençlerin etrafındaki kültürün, bu vahşi terör eylemlerini kutlayan coşkunun, şehitler ve aileleri etrafında yaratılan kültün bir parçasıdır" dediği şeyin ötesinde olduğunu da gösteriyor. Sorun güç dengeleri hiçbir şekilde birbirine yakın olmayan iki taraf arasındaki ihtilafın, sadece ve salt güç kullanarak bir zemine oturtulmuş olmasıdır. Her iki taraf da, yani Filistinliler bedenleriyle, İsrailliler silah güçleriyle farklı şekillerde intihar ediyorlar. Bu intihara yol açan derin nefretin kaynaklarına inmek lazım.

Ortadoğu'da demokrasi ve İsrail

Bir an için Filistin meselesinin sadece Arapları ilgilendirdiğini düşünelim. Bütün bir Arap alemi nasıl oluyor da bu küçücük devletin hakkından gelemiyor? "Hakkından gelemiyor" derken, "bütün Yahudileri son ferdine kadar bölgeden çıkarıp atmayı" veya İsrail devletinin hiç bir güvenlik sınırını tanımamayı kast etmiyorum. Bir kere bu devlet kuruldu, milyonlarca insan bu topraklara göç etti ve İsrail denen bir realite ortaya çıktı. Denmek istenen, Filistinlilerin maruz kaldığı haksızlıkların önlenmesi ve onların da herkes gibi kendi ana yurtlarında bağımsız ve özgür yaşama hakkına saygı gösterilmesidir.

İsrail işgalci ve yayılmacıdır; bu yüzden hak ettiğinden çok daha fazla toprağa sahip bulunuyor. Sadece Filistin'in tarihi toprakları değil, civardaki Arap ülkelerinin de toprakları işgal altında. BM, defalarca 1967 savaşından sonra işgal edilen toprakların boşaltılması yönünde karar aldı. Filistinliler, kendi topraklarının yüzde 22'si üzerinde bile insanca bir hayata sahip değildir. İsrail, bugüne kadar BM'nin hakkında aldığı 65 kararın hiç birine uymuş değil.

Arap ülkeleri yılda bir kaç kez bir araya geliyorlar, bazen olağanüstü kararlarla toplanıyorlar ve fakat kendi aralarında işe yarar bir birlik sağlayamadan dağılıyorlar. Arapları uluslararası sistem içinde önemli kılan temel faktör sahip oldukları petrol kuyuları ve üzerinde yaşadıkları toprakların stratejik konumudur. Yönetim kademeleri ile yönetimlere yakın olan aileler Arap aleminin iktidar seçkinlerini teşkil ederler. Petrolün büyük şirketlerin denetiminde Batı'ya ve sözde düşman oldukları İsrail'e akması, akarken gelirinin toplumsal refah için reel ekonomiye ve yatırımlara dönüşmemesi için gerekli tedbirlerin alınması Arap iktidar seçkinleri ile çok uluslu şirketler ve Batılı güçler arasında bir bölüşüm düzeninin kurulmasını gerekli kılıyor. Bu bölüşüm düzeninden geniş halk yığınlarına düşen payın devede kulak bile olmadığı muhakkak.

Fakat bu madalyonun bir yüzüdür. Madalyonun öbür yüzünde İsrail vardır. Denilecek ki, bölgede korunmak istenen istikrarın petrol kuyuları ile İsrail'in güvenliğini temel aldığını bilmeyen yok. Doğrudur; ama yine de bu hiç bir şeyin açıklaması değildir.

11 Eylül saldırısından sonra bir kere daha gündeme gelmiş bulunan ve bir türlü doğru cevabı bulunamayan soru şudur: Bütün dünya demokrasi, insan hakları ve hukuk devleti istikametinde kayda değer adımlar atarken, Ortadoğu'da niçin kayda değer bir demokratik kıpırdanma dahi yok? Bu bölge neden Latin Amerika'dan bile geri kaldı?

Yakından bakıldığında, İslam dünyasında ve Arap aleminde yüksek düzeyde bir demokratik talep görülür. Bu dünyada siyasi ve kurumsal düzeydeki geleneksel yapılar aşınıyor; kentleşme, ticaret ve eğitimde önemli mesafeler alınıyor. Arap entelektüel hayatı canlı, nüfus genç ve toplumsal enerji çevreden merkeze doğru akma yönünde hareket ediyor. Arap kamuoyu baskı altında ve aynı zamanda infial halinde; her Allah'ın günü Filistin'de yaşanan insanlık trajedisini seyrettikçe kendi içinde hastalıklı bir ruh hali yaşıyor. Ama hiç bir şey de yapamıyor; çünkü insan hakları, hukuk ve demokrasinin sözünün bile suç teşkil ettiği baskı rejimleri var.

Eğer kamuoyunun iradesi ve isteklerinin tayin edeceği yönetimler olsa, Araplar öncelikle petrol dahil bütün imkanlarını kullanıp bu haksızlıklara karşı direnişe geçecek, arkasından gerekirse canlarını dişlerine takıp mücadele edeceklerdir. Bunun da mümkün olan tek yolu iyi işleyen temsilin olması, halkın duyarlılıklarını dikkate alan demokratik rejimlerin kurulmasıdır. Halka dayalı bir yönetim, gelir dağılımında adaleti sağlar, doğal zenginliklerden elde edilen refahı tabana yayar ve toplumu üretici hale getirir; bunun yanında yönetimler üzerindeki kamuoyu baskısını arttırır ve devletleri daha aktif tutum almaları için zorlar.

Eğer bu söylenenler doğruysa, Ortadoğu'da süren baskı rejimleri en çok İsrail'in işine gelir ve bölgede demokrasiyi en çok istemeyen İsrail'dir gibi bir sonuca varıyoruz. Bu, "Müslümanlar demokratik kültüre yatkın değildir, onların tarihsel ve toplumsal yapıları baskı rejimini üretir" şeklindeki yaygın söylemin de kimler tarafından ve hangi amaçla canlı tutulduğunu açıklar. Pek üzerinde durulmuyor; ama yerine göre bu faktör bölgenin demokratikleşememesinde belirleyici rol oynamaktadır. Konuya biraz daha yakından bakmakta yarar var.

Winston Churchill "demokrasi mevcutlar içinde en az kötü olan rejimdir" demişti. "Mukayeseli rejimler tarihi" diye bir disiplin ihdas edilse ve rejimler arası mukayeselerde meşruiyet, çoğulculuk ve adalet gibi kriterler kullanılacak olsa, hem teorik hem tarihsel modeller açısından İslam ile demokrasi arasında muazzam mesafelerin olduğu ortaya çıkar.

Öyle de olsa, demokrasinin bireysel vicdani duyarlılık ve toplumsal genel zihni ve ahlaki gelişmişlik düzeyleriyle belli bir ilgisi olduğu doğrudur. Demokrasi teorisinin çok yönlü sorunları ele alınmıştır, ama demokrasinin, yüksek ahlaki ve insani değerlerin ne kadar garantisi olabildiği sorusu üzerinde çok az durulmuştur. Peygamber Efendimiz (s.a.)'in söylediği rivayet edilen bir hadise göre "her nasıl iseniz öyle yönetilirsiniz." Yönetilenler ne durumda olduklarını anlamak için aynaya bakar gibi yönetime bakmalıdırlar. Bu, "halk padişahın dinindendir" önermesini yanlışlar. Ama bir yönüyle de doğrular.

Bu bakımdan demokratik rejimin bir ölçüde o rejime oy vererek katılan  toplumların genel durumlarıyla ilgili olduğu söylenebilir. Bu şu demektir: Bir siyasi rejim olarak demokrasi herhangi bir insan toplumunu temel bir takım yüksek değerler konusunda sıçrama yapmaya sevk edemez. Toplumun sarıldığı değerlerin ahlaki kalitesi yüksek ise, kuşkusuz demokratik rejimde yönetim bu değerlerin taşıyıcısı, koruyucusu ve hatta geliştiricisi olur. Eğer demokrasi yönetimin bir biçimi ise, biçim ile içerik arasında belli bir bağlantı olması lazım. Kısaca yönetimi insan yüzlü ve ahlaki kılan veya aksine değerlerin düşüşüne bir araç haline getiren de o Büyük İnsan ruhuna sahip küçük insan, sıradan "yurttaş"tır.

Bu perspektiften Ariel Şaron'a bakalım. Şaron, iki defadır seçimleri kazandı. Kendisinden önceki Benjamin Netenyahu ve Ehud Barak'la mukayese edildiğinde ilginç bir profil ortaya çıkar.

Her üçü de işgalin tahkimini, yerleşimcilerin alan genişletmesini büyük bir kararlılıkla sürdürdüler. Netanyahu ilk seçildiğinde onun öne çıkan "dini kimliği"nin İsrail'i ve bölgeyi büyük bir felakete götüreceği yönünde kaygılar yaşandı. Ancak bu sadece retorik düzeyde kaldı ve bu retoriği her zaman dünyayı ustalıkla kandırabilen İsrailli laikler kullandı. İsrail'de laikler sadece bir devlet ideolojisi olarak Siyonizm'i destekleyen dindar Yahudileri değil, devletin kuruluşunu Mesih'in gelişini geciktiren günahkar bir teşebbüs gören samimi inançlı (anti Siyonist) Yahudileri de suiistimal etmesini biliyorlar. Bu açıdan İsrail'in işgallerinden ve cinayetlerinden Yahudi dinini ve Yahudileri sorumlu tutmak yanıltıcıdır; asıl Ahd-i Atik'i böylesine zorba ve haydut bir devletin ideolojik zemini olarak kullanan laik Siyonistleri mercek altına yatırmak lazım.

Nitekim Netanyahu'nun iktidarı süresince beklenen olmadı. Ehud Barak'ın da çok büyük bir trajediye imza atacağını kimse beklemiyordu; aksi yönde işaretler bile verdi. Hatta bir defasında Barak "Eğer ben Filistinlilerin yaşadığı ağır ve tahammülsüz şartlarda yaşasaydım, herhalde yaptıklarının aynısını yapardım" dedi.

Peki ne oldu da İsrail halkı, Netanyahu veya Ehud Barak'ı ya da benzerlerini bir kenara bırakıp Ariel Şaron'a oy verip iktidara getirdi? Arkasına 1.200 kişiyi alıp Harem-i Şerif'e çıkartma yaptığında, Şaron'un İsrail devlet aygıtını kullanıp bölgeyi nasıl bir ateşin içine atacağı belliydi. Hiçbir şeyi gizlemedi, seçim meydanlarında ne yapacaklarını açık açık ilan etti, somut taahhütlerde bulundu.

Şaron'un suçlu bir kasap olduğuna Belçika mahkemesinden önce İsrailli yargıçlar karar vermişti. Sabra ve Şatilla kamplarında irtikap ettiği katliam suçu sabit görülmüş, çoğu çocuk, kadın ve yaşlı binlerce Filistinli mültecinin öldürülmesinden sorumlu tutulmuş, ancak onu sadece savunma bakanlığından uzaklaştırmakla yetinilmişti. Peki, Mahkemenin insanlık suçunu işlediğine karar verdiği bir kişi nasıl oldu da ezici çoğunlukla başbakan seçildi?

İsrail'de göklere çıkartılan demokrasiyle ilgili can alıcı soru şudur? Etnik/dini temizlikten, on binlerce Filistinliyi ana yurtlarını terke zorlamaktan ve bu yöntemlerle Büyük İsrail (Erez İsrail)'i kurmaktan başka derdi olmayan, üstelik İsrail yargısı tarafından yüzlerce mültecinin katlinden sorumlu tutulan Şaron'u İsrail halkı nasıl seçer?

Eğer şekil şartlarını haiz bir seçim demokrasinin yeterli şartıysa ve bir yönetici ekip, seçmenin çoğunluk oylarını elde etti diye her yaptığında serbest kalabiliyorsa, Hitler'i de iktidara getiren aynı şekil şartlarıydı. Hitler'in çoğunluk oylarını demokrasinin işaret ettiği yüksek insani idealler açısından yeterli şart saymayanlar –bence haklı olarak- Avusturya'da Heider'ı da top atışına tabi tuttular. Ama Heider'inki sadece bir ideolojiydi. Ya Şaron! O katliam, kıyım ve sistematik terör, onun bütün geçmişi, açık ideolojisi ve iktidara geldiğinde yerine getireceğine dair bulunduğu taahhüttü. Şaron, Sabra ve Şatilla katliamına karışmamış olsaydı bile, sadece açığa vurduğu ırkçı-faşist düşünceleri dolayısıyla en azından Heider'in maruz kaldığı tepkilere maruz kalmalıydı.

Fakat ne dünyada ne de demokrasi konusunda duyarlı Avrupa'nın aktif çevrelerinde Şaron'a ilişkin ciddi bir eleştiri yükselmedi. Aynı Avrupa, sadece "niyet tahmili ve muhtemel bir tehlike" adına RP'nin kapatılmasına ses çıkarmadı. RP'nin bütün geçmişinde şiddete karıştığı, şiddeti teşvik ettiği ve iktidar olduğu yerel ve merkezi yönetim dönemlerinde baskıcı ve totaliter eğilimler içine girdiği görülmemişken siyasi faaliyetten men edildi. AİHM de bunu onayladı.

Evet, dünya niye Şaron'a itiraz etmedi? İsrail halkı onu nasıl seçti? Daha ibret verici olanı bütün dünya laiklerinin güven duyduğu sözde "sosyalist, aydın ve ılımlı lider Şimon Perez"in Şaron'un suç ortağı olmasıdır. Nobel Barış Ödülü Komitesi'nden Hanna Kvanmo "1994'te Şimon Perez'e verilen ödül geri alınmalıdır" derken hiç de haksız değil; Oslo Piskoposu Gunner Staalsett de "Bu olaylardan Perez sorumludur, en azından istifa etmeli" diyor.

Çifte standart ahlaki tutuma mazeretler arayıp İsrail'e istenildiği kadar opsiyon tanınsın, ortada somut bir gerçek var: Şaron, "İsrail demokrasisi" denen bir fenomen varsa, o bu fenomenin bir aynasıdır. Başlangıçta "nasıl ise öyle bir yönetimi" yani Şaron ve ekibini iktidara getirenler, bir süre sonra "iktidardaki padişahın dininden olmaya" başlayacak ve giderek Şaron'un ideolojisi ve yöntemleri kitleselleşip sonunda herkesin içine gömüldüğü bir Şaronizm bataklığı ortaya çıkacaktır. Hitler'i iktidara getirenlerin belki hiç biri başlangıçta Hitler'in bu kadar uç noktalara gidebileceğini hesap etmemişti, ama zamanla Nazizm bir toplumun yaygın ve savunulur ideolojisi oldu; Almanya'da akıl, vicdan ve insani değerlerin yerini anomi aldı.

Elbette Guş Şalom ve "Vicdani Ret" hareketine katılan, Şaron ve cinayetlerini hapse atılma pahasına eleştiren, karşıt imza kampanyaları açan, tepkilerini gösteriler yaparak açığa vuran İsrailliler'i görmezlikten gelemeyiz. Belki onlar, Şaron ve seleflerinin bir gettoya çevirmeye çalıştıkları İsrail'i içinden çıkartabilecek tek potansiyel imkanı temsil ediyorlar. Çünkü açık olan şu ki, Erez İsrail projesine işlerlik kazandırmak isteyen Şaron ve onun destekçi seçmenlerinin gayesi, sadece Filistinliler ile Yahudiler arasında Çin Seddi veya Berlin Duvarı benzeri taştan ve betondan bir duvar (Koruyucu Duvar) çekmek değil, dünya ile aralarına harcı ırkçılık, acımasızlık ve fanatizm olan psikolojik, kültürel bir duvar çekmektir. Böyle bir duvarın örülmesi, sadece demokrasiyi yozlaştırmaz; meşruiyetini kaybetmiş, artık herhangi bir ahlaki değerin garantisi olmaktan çıkmış sözde demokratik bir rejim içinde toplumu da hasta eder.

Filistin sorununun nihai çözümü ve İsrail halkının toplum ve ruh sağlığı açısından iki seçenek var; ya dışarıdan bir müdahale ya da içerden vicdani retçilerin güç ve inisiyatif kazanması. Şaron'un destekçileri bilmeliler ki, Filistinli intiharcılarla birlikte İsrail'i de intihara sürüklemektedirler. Irak'tan önce İsrail'in bir müdahaleye ihtiyacı var.

İsrail, sadece Ortadoğu'da değil, Amerika'da da "demokrasinin yozlaşması"na sebep oluyor.

      Prof. Ahmet Davutoğlu'nun verdiği bilgilere göre "ABD'deki 10 milyon Musevi, 280 milyonluk Amerikan nüfusunun yaklaşık yüzde 3'ünü oluşturuyor. Buna karşı Amerikan siyaset ve ticaret hayatında yüzde 11 oranında temsil ediliyorlar. ABD üniversitelerindeki her 5 akademisyenden biri Yahudi kökenli. Amerikan medyasında ise yüzde 25 oranında bir güce sahipler. Yani nüfuslarının 8 katı fazla bir temsil oranı yakalamış durumdalar. ABD Savunma Bakan yardımcısından NBA başkanına, en ünlü Hollywood yönetmenlerinden Merkez Bankası başkanına, New York belediye başkanından Senato üyelerinin yüzde 10'una, Kongre'nin yüzde 6'sına kadar her alanda inanılmaz bir ağırlıkları var."
Bir başka bilgiye göre "İsrail, ABD'den son 20 yılda 80 milyar dolar yardım almış. (Bu, Amerika'nın her bir İsrail vatandaşının cebine yılda 1000 dolar koyduğu anlamına geliyor). Amerika'daki Musevi lobisini oluşturan sayısız kuruluştan Amerikan Yahudi Komitesi, 1994'te lobi faaliyeti için 16 milyon dolar harcamış. Komitenin 50 bin üyesi ve 32 kentte temsilciliği var."

Bunlar bilebildiklerimiz. İsrail'le ilgili iki bilinmezden biri onun sahip olduğu silah gücünün yüksek düzeydeki kapasitesi, diğeri başta Amerika olmak üzere dünyanın her yerinde faaliyet halindeki "Yahudi lobilerinin derinliği ve etki gücü"dür.

Illinios Üniversitesi öğretim görevlisi Carl Estabrook "ABD dış politikasının İsrail güdümlü" olduğunu söylüyor: "İsrail, ordusu olan bir devlet değil, devleti olan bir ordudur." Toplumsal hayatın bütünü militarizm çerçevesinde kurulmuştur ve böyle bir ülkede demokrasiden söz edilemez. Washington Post Gazetesi'nde yayınlanan yazısında (19 Şubat 2003) Zbigniew Brezezinski "George W. Bush yönetiminde en etkili makamlarda görev yapanların Likud hayranları olduğunu ve bunların ABD'yi Irak'a karşı savaşa götürdüklerini" yazmaktadır.

Güç temerküzünü sağlayabilmiş grupların siyaset üzerindeki etkileri tarih boyunca sürmüştür. Modern demokrasiler de bu türden güçlerin derin etkisi altında bulunmaktadırlar. Siyaset biliminin temel varsayımlarına göre, siyasetin ortaya çıkması devletin toplumun denetiminde siyasi alana dahil edilmesiyle mümkün olabilmiştir; bunu da tarihte sağlayabilen demokrasidir.

Belli ve makul sınırlar dahilinde kaldığı sürece, baskı ve çıkar gruplarının demokratik siyaset ve karar mekanizmaları üzerinde etkili olabilecekleri kabul edilir. Belki de sivil toplumun örgütlü bir faaliyet içinde olmasının anlaşılır amacı budur. Ancak bu, belli siyasi sınırları olan bağımsız bir devletin yönetim alanlarıyla ilgilidir; din ve ırkın kurucu ideoloji halinde bir ulus devletin zemini olduğu özel durumda güç temerküzü yoluyla lobilerin bütün dünyayı kendi etki alanları içine katmaları, sivil toplum-devlet ilişkisinin çok ötesinde bir anlam ifade eder. ABD'deki Yahudi lobileri sadece ABD'de yaşayan Musevi toplulukların siyaset üzerindeki sivil talepleriyle ilgili değil, İsrail'in bölgedeki varlığının gücü, işgal ve yayılma hedefleriyle yakından ilgilidir. Başka ülkelerde İsrail'in siyasi ve askeri tasarruflarıyla ilgili tanımlayıcı ve eleştirel bir eğilim baş gösterdiğinde, o ülkenin Yahudi lobileri örgütlü, sistemli ve ısrarlı bir biçimde etkileyebildikleri güç odaklarını harekete geçirip inanılmaz bir baskı ve sindirme faaliyetine girişirler.

Yurttaş-devlet ilişkisinin hukuki doğası açısından burada üzerinde durulmaya değer iki sorun var: İlki, daimi olarak, bağımsız ve ayrı bir siyasi varlık olan İsrail devletinin lehinde faaliyet gösteren lobi üyelerinin hukuki sadakatleri ve siyasi mensubiyetleri hangi devlete aittir? İçinde yaşadıkları ve yurttaşı oldukları devlete mi, yoksa İsrail'e mi? Her tasarruf ve faaliyeti için İsrail lehine karar çıkartmak niçin bir Yahudiyi bu kadar ilgilendirsin? Eğer kendini dini ve ırkıyla özdeşleşmiş olarak görüyorsa, bu durumda o din ve ırk temelinde kurulmamış olan devletle yurttaşlık ve sadakat bağını hangi anlaşılır çerçeveye oturtmak mümkün olabilecektir? Bunun yanı sıra, genel modern, laik ve demokratik siyaset, eğer tarihsel başarısını ve misyonunu, devletin her türlü dini etki ve ırk temelinde örgütlenmesi dışında bütün dinlere, inançlara, kültür ve etnik gruplara eşit mesafede uzak durması iddiasına dayandırılıyorsa, din ve ırkın belirleyici olduğu yahudi lobiciliği buna aykırı düşmez mi?

İkinci sorunlu alan, doğrudan demokrasi teorisinin bildik klasik konusuyla, yani temsille ilgilidir. Azınlık hakları ve temel özgürlüklerin dokunulmazlığı hangi anayasal değerlere sahip olursa olsun, sonuçta demokratik temsilin esası niceldir; yani sayısal olarak belirlenir. Bir toplumsal grubun sayısal gücü parlamentodaki temsilini tayin eder. Eğer yüzde 3'lük sayısal ağırlık yüzde 11'lik bir temsil gücüne sahipse; ekonomide, medyada ve eğitimde bu yüzde 25'lere kadar çıkıyorsa ve bu güç, amaçlı ve sistemli olarak siyasi, ekonomik ve askeri kaynakların kullanımını belirliyorsa, elbette adil veya eşit temsilden söz edilemez; burada bir lobinin çoğunluğun rızasına uymaksızın ve aleyhine olmak üzere kendi öngörüleri ve çıkarları doğrultusunda demokratik rejimi suiistimalinden ve yozlaştırmasından söz edilebilir ancak.

Tarihi haklar hurafesi
Bazı düşünceleri ciddiye almak lazım. Rivayete göre, Nazilerin yaptığı yüz kızartıcı soykırımdan yıllar önce, Alman basınında Yahudilere karşı nefreti körükleyen ve fakat pek de dikkat çekmeyen küçük yazılar, abuk sabuk haberler çıkıyordu. Pek ipe sapa gelmez şeyler olduğundan kimse önemsememiş, ancak soykırım düşüncesinin teşekkülünde bu zamanında önemsenmeyen yazı ve haberlerin büyük payı olmuştur.
Kaderin tecellisine bakın ki, benzer bir durum bugün hem İsrail, hem de Batı medyasında Filistinliler için söz konusu oluyor. Şimdi bize son derece aşırı ve hatta aklını şaşırmış fanatik Yahudilere ait saçma sapan düşünceler görünse bile, zamanla bu düşüncelerin icraata konabileceğini büsbütün gözden uzak tutmamalıyız. Bir düşünce eğer ifade edilmişse, bu "sesli düşünce" olarak kabul edilse bile, sonuçta bilinç düzeyine çıkmış olduğundan ciddiye alınmalıdır.
2002'nin Mayıs ayı başlarında ABD Temsilciler Meclisi'nde Cumhuriyetçi çoğunluk lideri Dick Armey tarafından diye getirilen düşünceler tam da bu kabilden dehşet verici nitelikteydi. MSNBC televizyonunda kendisiyle yapılan bir konuşmada, Amerikan siyaseti üzerinde büyük etkisi olan bu muktedir siyasetçi, açıkça İsrail'in "Batı Şeria'nın tümünü işgal etmesini ve Filistinlileri en yakın Arap ülkelerine sürmesi gerektiğini" söylüyor. Ona göre "Filistin devletini oluşturmak için Arap devletlerinin yüz binlerce dönümlük arazisi var. Oralarda Filistin devletinin kurulması için (bu) bir fırsat olabilir." Armey'nin "fırsat" olarak işaret ettiği şey, İsrail'in 29 Mart 2002'de başlattığı işgal harekatını Filistinlilerin tümünü bu
topraklardan "etnik temizlik" yaparak komşu Arap ülkelerine sürmesidir.
Benzer düşüncelerin ima yoluyla başkaları tarafından ifade edildiğini tespit etmek mümkündür. "Filistin sorunu dini mi, siyasi mi?" soruma cevap gönderen Danis Ojalvo, şunları demektedir: "Tanrı, Hazreti İbrahim zürriyetine Nil ile Fırat arasındaki toprakları vaat ettiyse, bu toprakların tümü, artı tüm Kuzey Afrika İsmailoğullarının egemenliğindedir. İshakoğulları ise 20.000 km2 toprakta tutunmaya çalışıyorlar. Büyük Arap Ulusu, 23 devlet (Arap ligi ülkeleri) ile Atlas Okyanusundan Hint Okyanusuna uzanan bir coğrafyayı kapsıyor ( yani İshak oğullarının 670 misli toprakları var)."
Ojalvo, dünyanın her tarafından getirtilen Yahudilerin yerleştirildiği yerler için –ki bunların zor kullanılarak yurtlarından kovulan Filistinlilerin topraklarına yerleştirildiğini biliyoruz; yoksa 2.5 milyon Filistinli pikniğe çıkmak üzere yurtları dışında yaşamıyor- şunları demektedir: "Cetlerine ait olan ve atalarının yaşamış olduğu, Yahudi (ki Yehuda'lı demektir) isminin kaynağı olan Yehuda topraklarında kuruyorlar."
İsrail'de yurttaşlığa kabul edilme ölçüsü salt "Yahudi olmak"tır; yani yurttaşlık bağı ve
yurttaşlığı kazanma hakkı "ırk ve din şartı"na bağlanmaktadır. Dünyanın neresinde olursa
olsun, herhangi bir Yahudi anında İsrail yurttaşlığına kabul edilir ve her Yahudi'nin İsrail
devleti tarafından tanınmış "geri dönüş" hakkı vardır. Bir Yahudi'nin Filistin topraklarına geri
dönüş hakkını sağlayan tek kriter onun "atalarının bu topraklarda yaşamış" olmasıdır. Ancak bunun ne kadar "modern bir yurttaşlık hakkı" olduğu, hangi düzeyde makul sayılabileceği her devlet için tartışma konusu olsa bile, İsrail için hiçbir şekilde tartışma konusu olmuyor. Muhmmed Esed'in söylediği gibi, eğer bir zamanlar bir toprakta yaşamış olmak bir hak ise, bugün Müslümanların İspanya üzerinde hak iddia etmeleri gerekir, çünkü yaklaşık orda 800 sene yaşadılar. Hem Filistinliler, İbraniler daha tarih sahnesine çıkmadan önce bu topraklarda yaşıyorlardı. Ve dünya üzerinde yayılmış sayısız kavim ve halk, ilk atalarının bulunduğu topraklara dönüp devletler kuracak, o topraklarda yaşayanları ordan sürme hakkını kendinde bulacaktır.
Benzer itirazları Yahudi asıllı aydın ve yazarlar da yapıyor. Britanya İnsan Hakları
Derneği Başkanı Claire Rayner: "İnsanlar, Yahudilerin bu topraklar üzerinde yaşamalarının tarihi bir hak olduğunu savunuyor. Bu nasıl bir yalan, nasıl bir saçmalık. O zaman Safaradların İspanya'da hakkı olduğunu da söyleyebilirsiniz." (Radikal, 22 Nisan 2002.)
Dick Armey, Martin van Creveld ve başkaları tarafından şimdi açıkça telaffuz edilen senaryo, bu "tarihi haklar hurafesi"ne dayanarak Filistinlileri son ferdine kadar kendi topraklarından sürüp çıkarmayı hedefliyor. İnsanın kanını donduran çılgın fanatiklerle karşı karşıya bulunuyoruz. 

Harita değişikliği

Bundan bir süre önce Iraklı muhalif grupların Londra'da toplandığını hatırlayanlarımız var. Bu çok önemli toplantıya Ürdün Kralı veliahdı Prens Hasan da katılmıştı. Bir çok kişi  Saddam sonrasındaki siyasi durumun alacağı şeklin ele alındığı toplantıda Prens Hasan'ın ne işi vardı diye sordu. Savaş sonrası senaryolar ortaya çıktıkça, bu soru da cevabını bulmaya başlıyor.

Öteden beri ABD'nin Irak'a düzenlemek istediği operasyonun Saddam'ın rejimi veya elinde bulundurduğu öne sürülen kitle imha silahlarıyla ilgili olmadığı; özellikle 11 Eylül'den sonra iyice su yüzüne çıkan ABD'nin niyetinin, Irak'ı işgal edip burada uzun yıllar kalmak ve bu sürede çok köklü değişiklikler yapmak olduğu konusu üzerinde duruyoruz. Stratejik, siyasi ve askeri değişiklik, temel bir harita değişikliğiyle gerçekleştirilecektir. Görünen o ki, ilk elde bundan en çok etkilenen iki ülke Ürdün ve Türkiye olacaktır. Fakat en büyük felaket hiç şüphesiz Filistinlileri beklemektedir.

Eğer gelişmeler şekillenmekte olan niyetlere göre vuku bulursa Irak'ın üç parçaya bölüneceğini söyleyebiliriz. 32. paralelin altında kalan Şiilerin yaşadığı bölge, 32-34 arası Sünni Arapların yoğunlukta olduğu bölge ve Kuzey'de Kürtlerin yaşadığı bölge.

Irak'ın bugünkü toprak bütünlüğünü ortadan kaldıracak olan bu bölünmeden en büyük kazancı İsrail elde edecektir. Çünkü Şaron'un kafasında olup bugünkü Amerikan yönetimince de kabule mazhar bir görüş olarak karşılanan plana göre, -ki bu eski bir düşüncedir- işgal altındaki bütün Filistinliler Ürdüne sürülecek, Şiiler'in güneydeki özerk bölgelerinin de içinde yer alacağı 34. paralelin altında kalan büyük parça Haşimoğulları'nın yönetimine devredilecektir. Kral Abdullah yanında veliaht Prens Hasan'ın bölünmüş Irak'taki en büyük Arap parçasının başına getirilmesi muhtemeldir. Bu ilk aşamada başvurulacak bir plan olmasa da zaman içinde düşünülen budur. Yoksa Kral Hüseyin'in ölümünden sonra Prens Hasan yerine Abdullah'ın kral olmasının sebebi bu muydu?

Filistinlileri kabul etmesine karşılık Irak'tan büyük bir parçanın Ürdün'e bağlanması projesi gerçekleşinceye kadar Irak'ın başında ya Afganistan'daki gibi Hamid Karzai'nin rolünü oynayacak biri bulunacak –ismi geçenler arasında Ahmet Çelebi şanslı görünüyor-; ya da bizzat işgal kuvvetleri komutanı Amerikalı general inisiyatifi elinde bulunduracaktır.

Tarihi Filistin toprakları İsrail'in işgali altındadır. Çeşitli anlaşmalarla bugün için Filistinlilere verilen topraklar ancak yüzde 22'dir ki, Filistinliler bunlara da tam sahip olamıyorlar. Son iki sene  "özerk bölge, Filistin devleti" vb. bütün statüler berhava edilerek İsrail ordusu her an operasyon yapıyor, evleri bile havaya uçuruyor. Sorun toprak yanında  nüfustur. 2,5 milyon Filistinli yarım asırdır mülteci hayatı yaşamaktadır. İsrail ve Filistin'deki nüfus da hesaba katılırsa, tarihi Filistin toprakları üzerinde Yahudi nüfusu azınlığa düşüyor.

İsrail, zaman içinde bütün Filistinlileri kendi topraklarından çıkarmak ve şurada burada yaşayan mültecilerle beraber Filistin nüfusunu Ürdün'de toplamak istiyor. Bu artık gerçekleşmesi büsbütün imkansız gibi görünmeyen planda Kudüs ayrı bir sorundur Muhtemelen İsrail bu tarihi/kutsal şehri tümüyle egemenliği altına alma peşindedir.

Irak sonrası harita değişikliğinde öngörülen ikinci hedef –yakın vadede olmasa bile- zaman içinde Kuzey Irak'ta "bir Kürt devleti"nin kurulmasıdır. Türkiye, İran ve Arap ülkelerinin karşı olduğu böyle bir devlet, hem siyasi, askeri ve ekonomik olarak İsrail'in bir tür himayesi altına girecek, hem de kendisinden İsrail gibi Batı'nın bölgedeki ileri karakolu rolünü oynaması istenecektir.

Bütün bunlar hayal mi veya komplo teorisi mi? Çok önemli bir süreçten geçiyoruz. Her şey mümkündür. Her şeyi ihtimal hesapları içinde ele almak gerekir. Bunu teyit eden en önemli faktör, Bush yönetiminin Hıristiyan sağın, Mesih'in gelişiyle kurtuluşun sağlanacağına inanan fanatik Protestanların derin etkisinde bulunmasıdır.

 "Tanrı'yı kıyamete zorlamak!"

Savaş lobisi ABD'nin hiçbir meşruiyete dayalı olmayan savaşını haklı göstermek için muhtemel her türlü kötü ve yıkıcı sonucun bir "komplo" olduğunu söylüyorlar. Onlara bakılırsa ABD, kadife eldivenler takıp Irak'a gidecek, hiç kimsenin burnu kanamadan kötülük imparatorluğuna son verecek. Arkasından gelecek olan sadece Irak için değil bütün bölge  için yeni bir cennet hayatının başlamasıdır.

Bütün bölgenin büyük bir felaketin eşiğinde olduğu apaçık ortada. İlk aşamada bu kıyamet senaryosundan en çok etkilenecek olanlar ise kimsenin kuşkusu olmasın Filistinliler'dir. Şaron ve İsrail şahinlerinin büyük bir iştahla bekledikleri savaş, eğer öngörüldüğü şekilde yapılacak olursa tarihi Filistin topraklarında yaşayan yüz binlerce Filistinli yerlerinden sürülecektir.

Yukarıda bu senaryodan söz etmiştim: Şaron ve Amerika'daki uzantıları Irak savaşının önlerine tarihi bir fırsat koyduğu inancındadırlar. Yıllar öncesinden üzerinde çalışılan meşum bir plana göre "Filistin meselesi"nin nihai çözümü Filistinlilerin tümünün Ürdün'e sürülmesi ve tarihi Filistin topraklarının tümüyle İsrail'e bırakılmasıdır. Irak savaşı eğer Irak'ın bölünmesine yol açarsa, ülkenin güney kısmı Haşimoğullarından birinin –bu muhtemelen Prens Hasan'dır- yönetiminde Ürdün'e verilebilir. Böylelikle bugün Filistin'de yaşayan Filistinliler ve Filistin'in dışında yaşayan mülteciler burada toplanacaktır. Kudüs'ün ise tamamen İsrail'in yönetimine verilmek istendiğini ayrıca zikretmeye gerek yoktur.

Bu bir kehanet veya bir komplo teorisi değildir. Sadece bir fanatizmdir, bir çılgınlıktır. Yıllar önce üzerinde çalışılmış bir hedef, uygun zamanda gerçekleştirilmesi istenen bir plandır. Şaron'un ve Amerika'da bugünkü yönetimi derin bir şekilde etkileyen fanatik Yahudilerin ideali olan söz konusu meşum planı bizzat İsrailliler artık yüksek sesle dile getiriyorlar. Çünkü onlar da bir kıyamet senaryosundan derin endişe duyuyorlar.

25 Ocak 2003'te İstanbul'da "100'ler Meclisi"nin düzenlediği savaş karşıtı toplantıya konuşmacı olarak katılan İsrail Kadın Barış Örgütü Başkanı Raya Rotem bunu hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak şekilde dile getirdi. Rotem "Şaron hükümeti, Filistinlileri sürmek için Irak savaşını paravan olarak kullanacak" dedi. (Zaman, 26 Ocak 2003) Raya Rotem, savaşın sadece Irak'ın değil, bütün Ortadoğu'nun yapısını değiştireceğini söylüyor.

Dünyada her zaman bütün stratejik hesapların ve bu hesaplara dayalı savaşların salt "doğru akli çerçeve"de yapıldığını düşünenler çoğu zaman yanılıyor. Öyle büyük fecaatler var ki, temellerine inildiğinde bunlara kör bir fanatizmin yol açtığı görülür. Hitler'in çılgınlıklarının hangisi sağ duyunun ürünüydü?

Bugün de Amerikanın yeni stratejik hedeflerinden bir bölümünün akıl almaz bir fanatizmden beslendiğini, örneğin ABD Hıristiyan Sağı ile İsrail arasındaki ilişkinin İncil'in  emri olarak nitelendirdikleri bir Armagedon inancından kaynaklandığını söyleyenleri bir parça da olsa kaale almak lazım. Bu inanca göre Mesih'in inişi için bütün Yahudiler İsrail'de toplanmalı, Filistinlilerin tümü sürülmeli ve "kan atın sırtını geçinceye kadar akmalı". O zaman İsa yeryüzüne inecek ve iyilerin başına geçerek kötülere karşı savaşacak. Jerry Falwell gibi fanatikler insanlık tarihini sona erdirmek ve nihai kurtuluşu sağlamak için Tanrı'yı "kıyamete zorlamak" gerekir, diyorlar. Hıristiyan sağ politikacılar ve bu inançta olan Protestanlar, İsrail'in Tanrı'nın bir emri olduğu inancındadırlar. (Bkz. Grace Hallsell, Tanrıyı Kıyamete Zorlamak, çev. M. Acar-H. Özmen, Kim yayınları, Ankara, 2002.)

Ronald Reagen, "Armagedon'u yaşayacak nesil biz olabiliriz" demişti. Bu inanç, buna inanmayanların kitlesel imhasını öngörür (Türbülasyon) ve Virgine papazı McLean'a göre, "Kitab-ı Mukaddes'teki kehanet gereği Türbülasyon Holokost'tan daha yıkıcı olacaktır".

 

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR