1. YAZARLAR

  2. Tamer Ataç

  3. Küresel Kapitalizmin Dayattığı Tarımsal Kirlenmenin Boyutları

Küresel Kapitalizmin Dayattığı Tarımsal Kirlenmenin Boyutları

Eylül 2005A+A-

"Kimi insan var ki, dünya hayatı ile ilgili konuşması hoşunuza gider ve en amansız düşman olduğu halde kalbindeki duyguların samimi olduğuna Allah'ı şahit gösterir. İş başına geçince yeryüzünde kargaşa ve bozgunculuk çıkarmaya, ekini ve nesli mahvetmeye çalışır. Oysa Allah kargaşa ve bozgunculuk çıkarmayı kesinlikle sermez." (Bakara 204-205)

Bugün İslam coğrafyası olarak nitelendirilen topraklarda yaşayan toplumların en büyük sorunu, kalkınma, modernleşme adına kendi tarihsel yürüyüşünü terk ederek kaynağı kirli ve köksüz, yüz milyonlarca insanın yok olması ve çevre felaketlerine neden olan bir düşüncenin etki alanına girmesidir. Bu düşünce ki etkilediği tüm coğrafyalarda başta insanın ahlaki kirliliği olmak üzere tüm canlı ve cansızların uyumlu ve birbirinin içine girmiş olan yaşam alanlarını sonsuz üretim ve tüketim aşkı adına kirletmekte ve yok etmektedir. Tüm stratejisini düşmanlık ve tabiatı kontrol etmek üzerine kuran bu anlayış, tüm beslenme zincirini fesada uğratmakta ve yaşamı başta insan soyu olmak üzere tüm canlılar için bir tehdide dönüştürmektedir.

Özellikle konvensiyonel tarım teknikleri, çevresel felaketin niceliksel bir birikimi olarak önümüzde durmaktadır. Batıdaki sanayi devrimi ile başlayan tarımda mekanizasyon gelişimi ayrıca 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başında yüksek verim hedefleri ile geliştirilen kimyasal gübre ve zirai ilaçların (tamamı I. Dünya Savaşı'ndaki karşılıklı kıyım projelerinin ürünü olarak doğmuştur) kullanımı ile ürünlerde verim artışı, çeşit özelliklerinin ulaşabileceği en son noktaya ulaşması sağlanmıştır. Varoluşun düşmanı Maksizmin de dahil olduğu bu kalkınmacı anlayış, (SSCB'nin pamuk üretimi adına Aral Gölünü nasıl kuruttuğu ve Batı Türkistan bölgesinde nasıl bir çevre felaketine neden olduğu bilinmektedir) çeşitlerin yaratılışlarından var olan özelliklerini de değiştirme yolu ile üretimi artırmayı seçmiştir. Konuyu daha anlaşılır kılmak için şu örnek yeterlidir: 19. yüzyılın başında bir çiftçi 1 dekar araziden 250 kg mısır alırken konvensiyonel tarım olarak nitelendirdiğimiz tekniklerle bu miktar 550-600 kg civarına çıkarıldı. Yaklaşık 10 yıldır ise bu rakam mısırın genleri ile oynanarak 1500-1600 kg'a ulaşmıştır. Evet üretimde bir artış söz konusudur. Ya kaybedilenler, geri döndürülmesi mümkün olmayanlar!? Onlar uzun bir liste halinde önümüzde durmakta ve kimliğimizde var olan hakikatin şahitliğini yapma sorumluluğu, bize bunu açıklama zorunluluğu yüklemektedir.

Modernitenin bu yüzyılın başında hedef gösterdiği savaşla tabiatın egemenlik altına alınmasına ilişkin Liberalizm ve Marksizmin kalkınmacı modellerinin iflas ettiği, artık genel kabule dönüşmüştür. Bugün Marksizm çevre ile ilgili tüm önerilerinde kapitalizmin doymak bilmez kâr etme isteğinin tüm insani değerlerin üzerine geçtiğini ilan ederken kendisinin geçmişte ürettiği modellerin çok da iç açıcı olmadığı görülmektedir. Varoluşun nedenleri ve madde karşısında insan ve diğer canlılarla olan ilişkiler noktasında, her iki düşünceye de materyalizm temel esin kaynağı olmuştur. Kapitalizm ve sosyalizm varoluşun nedenleri üzerine cevap ararlarken ayrılık yaşamadıkları gibi, bireyin varlığın anlamsızlığı ve tesadüflülüğü gibi temel yaklaşımların refleksi olarak ortaya çıkan tahribat, bize göstermiştir ki çöken Marksizm bugün kapitalizmi açıklama noktasında nedenleri cevaplandırırken, niçinler konusunda suskunluğunu sürdürmektedir. Marksizm pratik düzlemde iddialı olmasına rağmen teorik alanda kapitalizme ve onun önermesi insan tipine vereceği hiçbir cevap yoktur. Her seferinde de yenilmeye mahkumdur. Çünkü paradigmanın içindedir. Çıkması da mümkün değildir.

Geleceğe sundukları ise bugünü tekrar etmekten başka bir şey değildir. Materyalizmin kucağında büyüyen modernitenin tarım alanında çevrenin tahribatına nasıl niceliksek bir katkı yaptığını incelemeye devam edelim.

Zirai İlaçların İnsan ve Çevreye Olumsuz Etkileri

Toksikologlara göre bugün insanlar "kimyasal maddelerin oluşturduğu bir okyanus içinde yaşamak" zorunda kalmışlardır. Bugün zirai ilaçlar da dahil olmak üzere bilinen kimyasal maddelerin sayısı 2 milyonu aşmıştır. Zirai ilaçlar, canlıların çeşitli hayat formlarına karşı farklı toksik etkiler göstermektedir. Genel bir kural olarak da bitki koruma ilaçlarının insanlar ve hayvanlar için zehirli olduğu kabul edilmelidir. Zira bütün canlı organizmalar dikkate alınırsa, ekosisteme sokulan zirai ilaçların bazı gruplara direkt olarak zehir etkileri olmasa bile sonradan bunlara dolaylı şekilde toksik olması mümkündür. Bitki koruma ilaçlarının çevredeki sirkülasyonu, çok yönlü karmaşık bir yapıya sahiptir. Örneğin tarla, bahçe veya orman ağaçlarının hastalık veya zararlılara karşı ilaçlanması sırasında ilaç zerreleri havaya, toprağa topraktan yağmurlarla yer altı sularına ve dolayısıyla su ekosistemine karışabilmektedir. Bitkiler üzerinde kalan zirai ilaç kalıntıları ise bazen besin yoluyla insan ve hayvanlara geçmekte ve ani zehirlenmeler, genetik yapıyı etkileyecek ve kansere sebep olabilecek düzeyde tehlikeler yaratabilmektedir. Örneğin zararlı diye nitelendirilen mantar ve böceğe karşı uygulanacak ilaç sınıflandırmalarında "sisteme giren ilaçlar"la "dokunma ile etkili olan ilaçlar" sınıflandırılması yapılmaktadır. Burada sisteme girenler bitkinin meyvesinden yaprak, dal ve odunsu yapısına kadar olan kısmının hücre özsuyuna zirai ilacın girmesidir. Bunun ilaçlamadan sonra bitkiden atılmasının çeşitli sürelerde olduğu ifade edilmektedir. Genel süre 21 gün civarıdır. Bundan önce yenilecek bir meyve ile birlikte vücuda zirai ilaç alınmış olur. Diğeri ise dokuma/değme tesirli olması dolayısı ile yıkanma ile giderilmesi mümkündür. Dokuma tesirlilerin etkisinin zayıflığı, yıkanmaya açık olması nedeniyle çiftçiler sisteme girenleri tercih etmektedir. İlaçlamanın arkasından çok kısa bir sürede meyveler ve sebzeler toplanmakta ve tüketime sürülmektedir. Burada öncelenilen kârlılık ve kazançtır. İnsan sağlığı, insana bakış açısı ve hesap verme bilincinin olmayışı ve çok uluslu şirketlerin bu alandaki lobi faaliyetleri bu konunun yeterince önemsenmesini, gündeme getirilmesini önlemektedir.

Zirai ilaçların direkt etkisi, insan vücuduna ilacın solunum, deri veya ağız yoluyla doğrudan girmesiyle olmaktadır. Zirai ilaç bulaşmış besinin yenilmesi veya içilmesi ile toksik etki meydana gelmektedir. Ancak intiharlar hariç bu safhada ölüm genellikle az olmakta, alınan zirai ilacın toksisite derecesi ve dozuna bağlı olarak zehirlenme belirtileri kısa bir süre sonra başlamaktadır.

Tüketilen besin maddeleri içerisinde bulunmasına izin verilen en fazla kalıntı miktarı "tolerans" olarak ifade edilmekte ve milyonda kısım (ppm) ile gösterilmektedir. Toleransın üzerinde ilaç kalıntısı bulunan tarım ürünlerinin tüketilmesi insan sağlığı açısından son derece sakıncalıdır. Zirai ilaç üretimi veya kullanılışı sırasında meydana gelen iş kazaları, ilaçların insan sağlığına karşı olumsuz etkilerini göstermektedir. Örneğin Hindistan'ın Bhopal kentinde 3 Aralık 1984 tarihinde ABD'ye ait Union Carbide Şirketinin bir böcek ilacı fabrikasından çevreye yayılan yaklaşık 45 ton metil izosiyanit gazı, civardaki 2500 kişiyi uykularında öldürmüş ve fabrika çevresindeki çok geniş bir alanı yaşanmaz duruma getirmiştir. Aradan yıllar geçmiş olmasına rağmen, fabrika çevresindeki köylülerden her yıl ortalama 500 kişinin ölmesi tehlikenin boyutlarını göstermesi açısından önemlidir.

Zirai ilaçların su ekosistemine ulaşmaları değişik yollarla olmaktadır. Örneğin drenaj ve sulama kanalları içindeki ve çevresindeki yabancı otlar veya sivrisinek gibi vektör böceklerle mücadele sırasında, bataklıklara doğrudan yapılan zirai ilaç uygulamaları ile sulara çeşitli ilaçlar karışmaktadır. Zirai ilaç kullanılmış alanlardaki ilaçların, yağmur suları ile ırmaklara karışması yoluyla da çeşitli ilaçlar akuatik bitki ve böceklere ulaşmaktadır. Ayrıca havadaki ilaç zerrelerinin rüzgarla sulara taşınması veya zirai ilaç üretimi yapan fabrika artıklarının durgun veya akarsulara boşaltılması sonunda, denizler zirai ilaçla kirlenmektedir. Uygulama aletlerinin ve boş ambalaj kaplarının yıkanıp temizlenmesi sırasında da ilaç artıkları sulara karışmaktadır. Ot mücadelesi ilaçları kalıntıları ile kirlenen suların, sulama suyu olarak kullanıldığı tarlalardaki bazı bitkilere fitotoksik olduğu, balıklara toksik etki yaptığı bilinmektedir.

Sulara çeşitli yollarla karışan düşük yoğunluktaki birçok zirai ilacın kalıntısından balıkların olumsuz şekilde etkilendikleri ve davranışlarında farklılık meydana geldiği anlaşılmıştır. Bazı balık türlerinde yavruların tarım ilaçlarına karşı çok hassas oldukları belirlenmiştir. Durgun sularda minimal düzeydeki bir zirai ilaç kalıntısı bile, sudaki oksijeni hızla azalttığı ve balıkların beslenme ortamını bozduğu saptanmıştır. Kontrolsüz kullanılan zirai ilaçlar yağmur, rüzgar gibi çeşitli abiyotik etkenlerle toprağa dolaylı yolla ulaşabilmektedir. Topraktaki zararlı böceklere, nematodlara ve tohum ilaçlamaları sırasında tohuma uygulanan zirai ilaçlar ise direkt olarak toprağa karışmaktadır. Bu şekilde toprakta devamlı birikim halinde olan ilaçlar, tüketilen ürünler aracılığı ile insan, evcil hayvanlar ve yaban hayatına ulaşarak çevre sağlığını olumsuz yönde etkileyebilmektedir. Zirai ilaç kalıntıları bulaşmış topraklarda yetiştirilen ürünlerin, topraktan bünyelerine ilaç aldıkları belirlenmiştir.

Yapılan çeşitli araştırmalar, yıllar önce yasaklanmış olmasına rağmen DDT'nin bazı topraklardaki miktarında henüz bariz bir azalmanın olmadığını ortaya koymaktadır. Bu kalıntılar, yarılanma ömrü uzun olan bazı zirai ilaçların toprakta hareketsiz ve depolanmış halde kaldığını göstermektedir. Zirai ilaç kullanımı ile ortaya konulan bu kirlenmenin nasıl yeryüzünü fesada uğrattığı ve bu durumun nasıl "ekini ve nesli yok ettiği" gözler önündedir. Bugün etrafımıza baktığımızda kanser, kalp ve böbrek yetmezliği gibi rahatsızlıkların nasıl önceki yıllara göre katlanarak arttığını bir istatistiki değere gerek kalmadan gözlemlerimizle bile görebiliriz. Bu karanlık tablonun sahipleri gelişme ve üretim adına yeryüzünü fesada boğan bugün Irak'ı ve Afganistan'ı kan çanağına döndürenlerden başkası değildir. Birbirinin içine geçmiş şirketlerin yönettiği küresel diktatörlük zirai ilaç alanında da olanca hızı ile faaliyettedir. Bugün Basf, Bayer, Monsanto, Union Carbide gibi çok uluslu şirketler tüm dünyadaki zirai ilaç piyasasını ellerinde tutmaktadırlar.

Hatırlanacağı üzere İran-Irak Savaşı'ndan sonra Irak'a verilen, İran ordusuna ve Halepçe'de sivil halka karşı kullanılan kimyasal silahların izleri takip edildiğinde çok uluslu kimyasal ve zirai ilaçlar üreten şirketlere çıktığı Birleşmiş Milletler raporlarına da yansımıştır.

Zirai ilaç kullanımında hiçbir sınırlama yoktur. İsteyen çiftçi istediği miktarlarda ilaç almakta ve istediği kadar kullanmaktadır. Zirai ilaç kullanımı ve miktarlarının belirlenmesi tamamıyla ticari kaygıyla hareket eden ilaç bayilerinin tavsiyesi çerçevesinde yapılmaktadır. Çiftçi, zararlı diye tabir edilen haşarata karşı aklınıza gelebilecek (örneğin hidrokolorikasit, gazyağı, mazot) her türlü ilacı kullanmaktadır. Tarım Bakanlığı zirai ilaç kullanma miktarlarını köylere bildirmekte ama zorlayıcı hiçbir yasal tedbir olmaması bu alanı tamamıyla kontrolsüz bırakmaktadır. Ancak özellikle batılı ülkelere giden ürünlerde kalıntı kontrolleri yapılmakta, eğer sınırın üzerinde bir kalıntı izine rastlanırsa ürünün ihracatına izin verilmemektedir.

Basında yer aldığı üzere geri dönen tüm ürünler iç piyasaya verilerek halkın tüketimine sunulmaktadır. Kâr adına yapılan bu cinayete kimse dur dememektedir. Bu, modernitenin ürettiği insan tipidir ki, bazen savaş araç gereçleriyle, bazen tarım alanında bazen de sanayi alanında egemenlik, güç, kazanç, sonsuz yaşama isteği gibi dürtülerle yeryüzünü ifsat etmektedir. Bugün pazarlara giren yaş sebze ve meyveler zirai ilaç ve ağır metal yönü ile tamamıyla kontrolsüzdür.

Aşağıda Türkiye'de 1996 yılından itibaren, zirai mücadele ilaçlarının tüketim miktarları verilmiştir. Ayrıca bu verilen miktarların tamamının patentli ürünler olduğu unutulmamalıdır.

Yıllar

Genel Toplam

1996

27, 174, 632

1997

33, 056, 874

1998

29, 905, 489

1999

31, 985, 443

2000

33, 548, 313

Türkiye'de Zirai Mücadele İlaçlarının İmalat Miktarları (Kg/lt)

Kimyasal Gübrelerin İnsan ve Çevreye Olumsuz Etkileri

Bitkilerin beslenmesi, kendileri için gerekli olan elementleri ya topraktan kökleri ile yada yapraktan almaları ile oluşmaktadır. İnsanlar ve bitkilerin yaşamsal faaliyetlerini sürdürebilmesi için besin elementlerini almak zorundadır. Bu nedenle insan ve bitki arasında çok önemli bir bağ vardır. Bitki beslenmesinde her besin elementinin rolü farklıdır, bunların dengeli bir şekilde bitkiye uygulanması, insan beslenmesi açısından ise her besinin dengeli bir şekilde alınması gerekmektedir. Ticari gübreler bitkiler için mutlak gerekli olan besin maddelerini kapsayan kimyasal bileşiklerdir. 20. yüzyılın başında özellikle de I. Dünya Savaşı'nda kimyasal savaş tekniklerinin geliştirilmesi ve bu kimyasal tekniklerin tarıma uygulanması sonucunda kullanım alanı bulmuşlardır. Konvensiyonel tarım tekniklerinin başat uygulanan bir unsuru olan kimyasal gübreleme, bitkiye topraktan veya yapraktan uygulanmaktadır. Topraktan bitkinin kök bölgesinin ulaşabileceği yerlere gübrenin verilmesi şeklinde olan bu yöntem yaklaşık 80-90 yıldır uygulanmaktadır. Ayrıca bitkinin sulama suyuna kimyasal gübrelerin katılması ile bitkinin kök bölgesine yollanan sıvılaşmış gübre bitki tarafından alınmaktadır. Yapraktan uygulama ise sıvılaştırılan gübrelerin bitkiye püskürtülmesi ile gerçekleşmektedir. Tüm dünyada konvensiyonel tarım tekniklerinde kimyasal gübre bu çerçevede uygulanmaktadır. Burada sorun uygulayıcının ortalama değerler içinde hareket edip etmediğidir. Yapılan tüm arazi gözlemleri göstermektedir ki kullanılan tüm kimyasal gübre miktarları olması gerekenin 4-5 katı kadardır. Burada olayın mali boyutunun yanında yaşanan çevre felaketinin nasıl ekolojiyi tahrip ettiği gerçeği görülmelidir.

Karadenizli bir sanatçının ölümü ile birlikte gündeme gelen Çernobil felaketinin (olayın olduğu dönemde SSCB varlığını devam ettirmekteydi. Buradan kalkınmacı Marksist modele de gönderme yapalım.) Karadeniz bölgesine açtığı söylenen tahribatın yanında özellikle çay ve daha sonra fındık gübrelemesinde yaşanan aşırı gübrelemenin de yer altı suları ile kaynak sularında nitrat ve nitrit artışına neden olarak, bu vakaları artırdığı noktasında çeşitli yaklaşımlar bulunmaktadır. Tabi bu, bir araştırma konusudur. Gübreleme ile kirlenme olasılığının ortaya çıkabileceği en önemli biyosfer öğesi sudur. Kimyasal gübrelerin suyla karışıp ekolojik çevrime girmesi, bu çevrimde var olan tüm yaşamı riske ettiği bir gerçektir.

Bu risk kimyasal gübrelerin aynı kimyasal zirai ilaçlarda olduğu gibi sulara karışması sonucu, içme ve kullanma sularında ve hayvansal besin üretiminde kullanılan sularda konsantrasyonun artması şeklinde olmaktadır. Bu konuda üzerinde en çok durulan iki besin maddesi azot ve fosfordur. Sonuçta sularda oksijensizlik olayı meydana gelmektedir. Gübreleme-su kirlenmesi ilişkisinden sonra üzerinde en çok durulan ikinci konu gübreleme-bitki kirlenmesi ilişkisidir. Yüksek kanser yapıcı maddeler olarak bilinen nitrosaminler ile özellikle azotlu gübreler arasında doğrudan bir ilişki kurulmamasına karşın yine hayvan ve insan sağlığı üzerine bazı olumsuz etkileri söz konusu olan nitrat ve nitrit miktarının bitkide gübreleme ile artması bazı tereddütler yaratmıştır. Bu konuda da zirai ilaç da olduğu gibi kullanım miktarları konusunda bağlayıcı hiçbir tedbir yoktur. "Ne kadar çok gübre kullanırsam o kadar yüksek oranda ürün elde ederim" mantığı, bu konuda ülkenin ithalata açık olması ve ülkeye sokulan gübrelerin yine kontrolsüz ve keyfi kullanımı ülkemiz insanını ve ekosistemi ciddi oranda tehdit etmektedir

Örneğin enginar yetiştiriciliğinde dekara en fazla 12-13 kg saf azot verilmesi gerekirken 30 kg saf azot uygulamanın bu sebzede nasıl bir nitrit birikimine neden olacağı açıktır. Bazı gübre türlerinin ham maddelerinde insan sağlığı için olumsuz elementler bulunmaktadır. Örneğin, ham fosfatlar, uranyum, flor, kadmiyum içermektedir. Uranyumun böbreklerde akümüle olması sonucu nefropati hastalığı meydana gelmektedir. Flora ise dişlerde mine hastalığı (florosis) ve kemiklerde kalınlaşmaya neden olmakta, Kadmiyum ise akciğer, böbrek, idrar yolları, prostat kanserine ve böbrek yetmezliğine neden olmaktadır. Fosfor ve potasyumlu gübreler bir miktar radyasyon içerdiği için bunların radyasyon etkisi söz konusu olabilir. Çinko ise fazla alındığında tüm organları tutan kanserler, çeşitli deri hastalıkları nefes yollarında tahriş ve zatürree, nefes almakta güçlük, akciğerlerde su toplaması ve kanlı balgam oluşturma gibi hastalıklara neden olmaktadır. Bakır fazlalığı ise akut gastrid ve karaciğer sirozu meydana getirmektedir. Bunlar tanımlanabilen ve gübrelerle ilişkisi kurulabilen rahatsızlıklardır. Bunun dışında dolaylı etkileri ise daha çoktur.

Tarımın Kapitalistleşmesi ve Bir Emperyalist Kuşatma Aracı: GDO'lar

Uzunca bir zamandır sofralarımızı, sağlığımızı, geleceğimizi tehdit eden bir hayalet dolaşıyor etrafta. Çok uluslu şirketlerin, gözü doymaz girişimcilerin başımıza sardığı bu belanın adı: Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar; kısa adıyla GDO. GDO, uluslararası literatürde kısaltılmış şekliyle "GM" veya "GMO" olarak geçen "Genetically Modified Organism"in Türkçe karşılığı. GDO'nun kapsamı içine genetik olarak değiştirilmiş bütün organizmalar giriyor. Daha teknik tarif edilirse: "Modern biyoteknoloji kullanılarak elde edilmiş yeni bir genetik materyal kombinasyonuna sahip olan herhangi bir canlı organizma."

Yani aklımıza gelebilecek bitki, hayvan ve insan unsuru da dahil olmak üzere yaratılışın değiştirilmesi, daha yüksek verim, daha verimli hayvanlar! Ve daha sağlıklı insanlar! Bu iddialar içinde yeniden insanlığın ve hatta tüm yaşamı felakete götürebilecek bir yolun başlangıcını barındırmaktadır. Modernite ve onun ekonomi politiği kapitalizm, insanlığa ve tüm canlılara yaşattığı acıları katlayarak yeniden yaşatma çabasındadır. Kurguladığı uygarlık anlayışını sorgulamayan ve onu tarihin sonu gibi gören bu anlayış, insanlığı felaketlerden felaketlere götürmektedir. İşte acı olan bu durumdur. Yeni bir sanayileşmiş tarım çağının başlangıcı olarak sunduğu bu yöntem, aslında tarımın tamamen kapitalistleştirilmesidir. İnsanların en önemli ihtiyaçlarından ve olmazsa olmazlarından olan beslenmenin de çok uluslu şirketlerin eline geçmesiyle birlikte neokapitalizme karşı mücadele cephelerinin en önemli unsurlarından olan, kendi kendine yetebilen ve dünya küresel ekonomisinden bağımsız hareket edebilen köylü unsurunun çökertilmesi hedeflenmektedir. Genleri ile oynanarak dekar başına 1500 kg çıkarılan mısırın, soyanın, fasulyenin ve bunu ardı sıra gelecek olan tüm bitkisel ürünlerin Avrupa Patent Birliği örgütünce tescil edilerek tohumluklarda tekelleşme ile birlikte küresel köleleştirme planları hayata geçirilecektir. Bu, konunun politik boyutudur. Ayrıcı ekolojik boyutu ise tam bir felakettir. Çünkü GDO'ların aktarılmış genleri, çevresinde bulunan, geleneksel yöntemlerle üretilen ürünlere de geçebiliyor. Arılar ve rüzgarlar GDO'lu polenleri alıp, komşunun geleneksel ekiminin üzerine bırakıyor. Böylece genetik olarak değiştirilmiş bitkileri, böcek ve ot ilaçlarına karşı dirençli hale geliyorlar. GDO karşıtlarınca "Frankeştayn Gıda" olarak nitelenen, kolera bakterisinin genini taşıyan yonca, tavuk geni taşıyan patates, akrep geni taşıyan pamuk, balık genli domates gibi gıdaların doğal çeşitliliğe verdikleri zarar sonucunda yeni Frankeştaynların ortaya çıkmasına imkan sağlanıyor.

GDO Ürünleri Sağlığımızı Nasıl Etkiler?

Uzmanlara göre GDO'lu ürünlerin sağlık riskleri şunlar; antibiyotiklere karşı dayanıklılık oluşması, gıda olarak kullanımda insan ve hayvanda toksik yada alerjik etki yapması, doğrudan alım durumunda insan ve hayvan bünyesindeki mikroorganizmalarla birleşme ihtimali.

GDO'lu ürünlerin oluşturduğu sağlık risklerini doğrulayan bilimsel araştırmalara her geçen gün bir yenisi daha ekleniyor. Örneğin, Brezilya fındığının bir genine sahip olan transgenik soya fasulyesi, fındığa alerjisi olanlarda alerjiye neden oluyor.

Bir başka deney, besinler yoluyla aldığımız yabancı DNA'nın hücrelerimize taşınabileceğini ortaya çıkardı. Yakın zamana kadar DNA'nın bağırsaklarımızda sindirilebileceği düşünülüyordu. Ancak deneyler durumun aksini kanıtladı. DNA'lar alıcıyı ve alıcının soyunu etkileyebilmektedir.

GDO Verimi Gerçekten Artırır mı?

GDO sayesinde tarımsal üretimde büyük artışlar sağlanabilir mi? Ekoloji ve doğa bilimleri alanında çalışan her bilimcinin üstüne basa basa belirttiği gibi; doğada bedelsiz kazanç olmaz! Tarımsal üretimin artırılmasıyla sağlanan kazancın bedeli de artan çevre kirliliği, küresel ısınma, yok olan türler ve daha sayılabilecek onlarca çevre sorunu.

GDO ürünleri ile yapılan tarım çok yeni olduğu için bu konuda rakam vermek çok zor. Ancak sözü edilen kuralları bu alanda da geçerli sayabiliriz. Bu yeni uygulamayla bir süre verim artışı sağlamak mümkün, ancak bu artışı kalıcı kılmak mümkün değil. Tabii bu arada ödeyeceğimiz bedeli de unutmamak gerekiyor.

Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar Açlığa Çare Olur mu?

GDO'yu savunan görüşlerin dayandıkları en önemli noktalardan biri, dünyada giderek artan besin ihtiyacını karşılamak ve açlık sorununa çare bulmak.

İşin gerçeği hiç de öyle değildir. Üçüncü dünya ülkelerinde görülen açlık sorununun, üretim potansiyelinin eksikliğinden değil, üretim kapasitesinin plansız kullanımından ve dağılımın adil olmayışından kaynaklandığı gerçeği gözlerden kaçırılmak istenmektedir. Uzmanlar, mevcut tarım kapasitesinin dünya nüfusunun ihtiyaçlarını karşılamak için yeterli olduğunu düşünüyor. Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü FAO'nun 1990 tarihli raporuna göre, tahıl üretimindeki artış, nüfus artışından yüzde 50 daha fazla. Tabii bu rakamlar dünyada açlık sorunu olmadığı anlamına gelmiyor. Ancak sorun üretimden değil, dağılımın adil olmayışından kaynaklanıyor.

Açlık sorununun yaşandığı ülkelere bakacak olursak, bu ülkelerin hemen hepsinin batılı ülkelerin eski(meyen) sömürgeleri olduğunu görürüz. Bu ülkelerin tarım ekonomileri başka ülkelerin yararına kurulmuş durumda. Çoğu ülke bağımsızlıklarını kazandıktan sonra dahi dış borç vb. ekonomik sorunlarla boğuştukları için ihracata yönelik tarım politikaları uygulamışlar. Yani halkı doyuracak besinler üretmek yerine döviz sağlayacak besinler üretilmeye çalışılmış. Açlık sorunu yaşanan birçok ülkede, eskiden besin yetiştirmek için kullanılan topraklarda kahve, pamuk, muz, kakao gibi gelişmiş ülkelere satılan ürünler yetiştiriliyor. Örneğin, Etiyopya'da açlığın kol gezdiği dönemlerde bile kahve üretimi ve ihracatı sürdürülmektedir.

Diğer taraftan, konunun bir de israf ve tüketim çılgınlığı boyutu var. ABD Tarım Bakanlığı'nın verilerine göre, ABD'liler her yıl üretilen gıdanın % 25'inden fazlasını israf ediyor. Araştırmaya göre, sadece 1995 yılında çöpe atılan gıda miktarı 43 milyon ton civarında. Bir kişinin günde ortalama 1.5 kilo gıda tükettiğini varsayarsak, israf edilen gıdanın sadece % 5'i bile geri kazanılsa 4 milyon insanın doyması sağlanabilir. Tarımda modern tekniklerin, kimyasal ilaçların, hormonların vb. kullanılmaya başladığı "yeşil devrim" olarak nitelendirilen süreç de kamuoyuna dünyadaki açlığa çare bulmak şiarıyla sunulmuştu. Ancak veriler iddianın tam tersini gösteriyor: Dünya Bankası'nın 1993'te yayınladığı Dünya Kalkınma Raporu verilerine göre, 1976'da düşük gelirli olarak sınıflanan ülkelerde kişi başına düşen ortalama gelir, yüksek gelirli ülkelerdekinin % 2.4'ü kadardı. 1982'de bu oran % 2.3'e, 1988'de % 1.9'a düştü.

Artan besin ihtiyacına yanıt vermek yada açlığın hüküm sürdüğü yerlere yiyecek götürebilmek için GDO'ya ihtiyacımızın olmadığı açıkça ortada. Dünyadaki açlığın nedeni yeterli besin olmaması değil, besinin adil dağılmaması ve plansız tarım politikaları. Üçüncü dünya ülkelerinin tarım politikalarıyla ilgili zaten yeteri kadar derdi varken, bu ülkelerin tarımına bir de GDO üreticisi çok uluslu şirketlerin sokulmaya çalışılması, küresel kuşatmaların nerelere kadar vardığını göstermektedir.

GDO Üreticisi Firmaların Niyeti Ne?

GDO'lu üretim için harcanan toplam enerjinin %32'si azotlu gübre üretimine, %28'i tarım makineleri yakıtına, %15'i bu makinelerin yapımı ve bakımına, %11'i çeşitli işler için kullanılan elektrik enerjisine, %4'ü ürünü kurutmaya harcanıyor. Bunlardan sonra gelen girdiler %2'şer değerle taşıma ve dağıtım, potasyumlu gübre, fosforlu gübre ve tohum. %2'den az olan girdiler de, ot ilacı, böcek ilacı, sulama ve işçilik. Görüldüğü gibi sanayileşmiş tarımda kol gücünün toplam girdiler içindeki payı oldukça az.

Tabloyu dikkatle incelediğimizde konum çiftçilik değil, tarım sanayisi olduğunu görüyoruz. İşin püf noktası da zaten burada. Çiftçi tarlasındaki ürünü elde etmek için büyük oranda bu konuda üretim yapan çeşitli sanayi kuruluşlarına bağlı kalacak. Bunların büyük bir kısmının küresel şirketler olduğunu tahmin etmek zor değildir.

Dünyada genetiği değiştirilmiş tarım ve yem ürünlerinin tohum piyasası 8-10 firmanın elinde. Bu firmaların ana hedefi; dünyadaki tüm ülkelerin tarım ve hayvancılığını, tohum alımında kendilerine bağımlı olacak şekilde biçimlendirmektir. Bunun en güzel örneği Cargill firmasının ülkemizdeki faaliyetleridir.

GDO Üzerindeki Patent Uygulamaları

GDO'lar bir hakim olma, iktidar kurma tekniğidir. Patent hakkı da bu hakimiyeti sağlayan en önemli araçtır. Günümüzde GDO'lar, hem teknik, hem de ürün olarak patent kapsamında korunabiliyor. Genetik yapısı değiştirilen ürünler patentleşiyor. Çünkü bu çalışmaları yapan şirketlerin temel kazanç modeli, patent bedeli tahsil etme üstüne kurulu. Örneğin sadece mikroorganizmayı bile patent kapsamında koruyabiliyorsunuz. Bunlarla ilgili büyük saklama kuruluşları var. Halbuki doğada o mikroorganizma milyonlarca yıldır yaşıyor, fakat siz onu doğal ortamından yalıttığınız ve belirli özelliklerini gösterdiğiniz, için bir tekel hakkı, korunma hakkını almak istiyorsunuz ve bu istisna size tanınıyor.

Gen bulunması ve tanımlanması çok zor olduğu ve büyük yatırımlar gerektiği için (Avrupa Patent Sözleşmesi'ne göre); bunun işlevini göstermek şartıyla, örneğin hangi proteini kodladığı, ne gibi işlevlerinin bulunduğunu ispat etmek şartıyla bir başvuru yapılıp, bu konuyla ilgili patent alınabiliyor. Oysa patent sadece yenilik özelliği taşıyan ve sanayide uygulanabilirliği olan buluşları korumak içindir. Doğada bulunan genler için verilen patentler meşru değildir. Bunun adı biyolojik korsanlıktır.

Patent alınması halinde de genetik olarak değiştirilmiş pamuk, mısır ya da tütün tohumunu eken çiftçi, hasattan sonra elinde kalan tohumları ekinde yeniden kullanırsa, patent sahibine bir bedel ödemek zorunda kalıyor... Tarımsal üretimin en temel ve en eski yöntemlerinden olan, kendi ürününden gelecek yıl için tohumluk ayırıma geleneği ve hakkı, bu şekilde tümüyle ortadan kaldırılmış oluyor. Yani bu, tüm insanlığın beslenmesinin de zamanla küresel güç odaklarının eline geçmesi gibi bir felaketin başlangıcıdır.

Zengin gen kaynaklarına sahip üçüncü dünya ülkelerinin sahip oldukları kaynaklar üzerindeki patent hakları yavaş yavaş gelişmiş birkaç ülkenin, hatta birkaç çok uluslu şirketin elinde toplanıyor. Batı'da çevreci akımların mücadeleleri sonucunda, GDO'lu ürünlerin ekimi ve ülkeye sokulması ciddi engellerle karşılaşıyor. AB mevzuatı ile karşılaştırıldığında bu ürünlerin üretimi, ihracatı, ithalatı bakımından Türkiye'de herhangi bir hukuksal gelişme olmadığı görülüyor. Ayrıca her şey kapalı kapılar ardında cereyan ediyor. Ne tüketici, ne de üretici bu konuda bilinçlendirilmiş değil. Ayrıca küresel emperyalizmin temsilcisi bazı bilim adamı etiketli insanlar ise bu küresel felaketin insanlık tarafından içselleştirilmesi çabasını olanca hızları ile savunmaktadırlar. Oysa GDO'ların doğal çeşitliliğe ve insan sağlığına zararları çok açık. Ticaretin serbestleştirilmesi AB'ye üyelikten sonra bir zorunluluk olacak. Yani ticarete konu olan biyoteknoloji ürünleri de Türkiye'ye gelebilecek. Örneğin, transgenik buğday çeşitlerini buğdayın anavatanı olan Türkiye'de üretmeye başladığımız zaman genetik kaynaklarımızı büyük bir tehdit altına sokmuş olacağız.

Organik Tarım Seçkin Arayışı mı?

 Son dönemlerde sıkça duyduğumuz organik tarım sözcüğü yukarıda ortaya koyduğumuz karanlık geleceğe bir ışık olabilir mi? Bu kadar oturmuş konvensiyonel tarıma ne kadar alternatif olabilir? Bugün organik tarımı hararetle savunan kesimler bile bu konuda umutsuzdurlar. Organik tarımsal üretimin %5 bile bulmasını büyük başarı olarak görmektedirler. Çünkü bilmektedirler ki küresel güçler petrol, sağlık, silah alanında oluşturdukları ilişkiler ağının benzeri olan tarım alanındaki yapıyı kolay kolay terk etmeyeceklerdir. Organik tarım alanındaki faaliyet ürünleri de üretim zorluğu, küresel güçlerin dayatması arz azlığı gibi çeşitli nedenlerle fiyatlarının yüksek olmasıyla küçük bir mutlu azınlığın tüketim kültürü olacaktır. Yani bizi zehirleyenler kendilerini bu süreçten kurtarmaya çalışmaktadırlar. Üretimden tüketime kadar tüm yaşam faaliyetleri iç içe geçmiş olarak birbirlerini etkilemektedir. Küresel güçler ve onun üçüncü dünyadaki uzantıları kendilerini mekanlarda yalıtırken beslenmede de yalıtmaya çalışmaktadırlar. Ama bu uğraş boş bir çaba olarak gözükmektedir. Çünkü küresel ekolojik felaket nicel birikim aşamasından nitel bir patlamaya doğru hızla yol almakta, artık geri döndürülemez bir eşiğe yaklaşmakta olduğu, beyinleri çağdaş büyücüler tarafından illüzyon edilmemiş ortak akıl tarafından kabul edilmektedir.

Sonuç

Küresel kuşatma tüm alanlarda yaşanırken, bizim dikkat çekmek istediğimiz tarım alanındaki ifsat ve bunun insan başta olmak üzere tüm canlı ve cansızlara olan etkisidir. Modernitenin kutsalı ret, doğa ile savaş ve onu egemenlik altına alma yaklaşımlarının ürettiği dünya ortadadır. Bu düşüncenin bundan sonra insanlığa vereceği olumlu hiçbir şey kalmamıştır. Batı uygarlığının, temelleri ile ilgili sorunu vardır. Ürettiği her alternatif karşıtının farklı bir tekrarıdır. İnsanın zindanıdır. Kişinin zindanın o köşesinde oturması ile bu köşesinde oturmasının hiçbir farkı yoktur. Bu zindandan çıkışın anahtarı bir toplumun kendinde olanı değiştirme irade ve azmine bağlıdır. Hakikatin şahidine düşen görev insanlık adına bu zindanın üzerindeki örtüyü kaldırmak ve özgürlük ile zindan arasındaki farkı göstermektir. Evet bugün tevhit, adalet ve özgürlük temelli bir toplum inşamızın ilk adımı kendi tarihi yürüyüşümüze; insan olmaya doğru gerçekleştirdiğimiz yürüyüşe dönmektir. Bunun vazgeçilmez ilk hamlesi, zihni bir kopuş ve büyücünün yılanlarının gerçek olmadığını, onların sadece birer ip olduğunu anlayabilecek ayıklığa ulaşmaktır. Bunun yolu da Rabbimizden bize gelen habere (vahye) kulak vermemizdir. Bu haber, tüm insanlık gemisinin karanlıklar denizinde yaptığı yolculukta ışıldayan bir yıldız olarak, ona yönelenleri sağ salim karaya ulaştırmıştır. Geriye kalanlar ise karanlıklar denizinde felaketler üstüne felaketler yaşamışlar, isimleri tarih olmuş ve kuşaklardan kuşaklara anlatılan birer hikayeye dönüşmüşlerdir.

Felah/kurtuluş çağrımız her merhalenin yeni bir merhale doğurduğu gerçeğinden hareket ederek, nefislerimizdekini ahseni takvim ile değiştirme ve bize yol gösteren yıldızımızı takip ederek sırat-ı müstakimde ilerlemektir. Tüm yaratılmışlar, nurun kaynağı adına bu dönüşü beklemektedir. Tüm yaratılmışların duası ve bedduası omuzlarımıza çökmüştür. Dileyen dua alır, dileyen beddua.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR