1. YAZARLAR

  2. Beytullah Emrah Önce

  3. Kemalizm’e Uygun Din Eğitimi Arayışı: “Türkiye 1. Din Eğitimi Semineri”

Beytullah Emrah Önce

Yazarın Tüm Yazıları >

Kemalizm’e Uygun Din Eğitimi Arayışı: “Türkiye 1. Din Eğitimi Semineri”

Ekim 2008A+A-

Kemalizm ve din ilişkisi ile bu ilişkinin eğitim politikalarına yansımaları her zaman tartışılagelen bir konu olmuştur. Kemalist kadroların ulus-devletin öngördüğü vatandaş tipini oluşturmada dini bir araç gibi kullanmayı amaçlayan yaklaşımı ve bunun eğitim alanındaki tatbikatı bugüne kadar çeşitli vesilelerle gündeme gelmiştir, lakin eleştirel pedagojide ciddi bir birikimin henüz oluşamaması hasebiyle konu yeterince tartışılamamıştır. Oysaki Kemalizm’in din ile olan ilişkisinin analizi ve bunun başta toplum, siyaset, hukuk ve eğitim gibi alanlardaki tezahürlerinin ortaya koyulması, geçmişi anlamamıza yardım edeceği kadar geleceğe dönük bakış açımızda isabet imkânımızı da önemli oranda artıracaktır.

Kemalizm, dine dayalı bir dünya görüşü değildir, fakat dini kökten inkâr ettiği de söylenemez. Kemalistlerin dine yaklaşımı daha çok hakikatin üstünü örtmeye matuftur. İslami kimliği değilse de dini sosyal bir gerçeklik olarak tanır. Fakat bu tanıma, aynı zamanda tanımlamayı da beraberinde getirir. Mevcut dini anlayışın yerine kendi anlayışını yerleştirmeye çalışır. Dini ulus toplumdaki sosyal dayanışmanın ve kaynaşmanın bileşenlerinden biri kabul ederek, bu bileşenden kendi hedefleri doğrultusunda faydalanmaya çalışır. Seküler bir düzende kurulması istenen ulus-toplumun inşasına katkı sağladığı oranda dine başvurulmakta bir beis görülmez. Kastettiğimiz dini anlayış, tabi ki vahyin değil, Kemalizm’in belirleyici olduğu ve dünyevi çıkarlara/düzene hizmet eden bir dini anlayıştır. Böyle bir yaklaşım, Kemalist eğitimin pragmatist doğasıyla da uyum gösterir.

Nitekim İsmet İnönü bir konuşmasında, Kemalist kadroların dine yaklaşımını, din eğitimindeki uygulamalarını eleştirenleri uyarmış ve uygulamalarını şöyle savunmak zorunda kalmıştır: “Yaptığımız işi dine aykırı görmek, yapılan işi görmemektir. Bunun dinsizlikle hiçbir ilgisi yoktur. Bu sistemde başarılı olalım, on yıl azimle yürüyelim, şimdi bize karşı olanlar din adına endişe duyanlar, göreceklerdir ki Müslümanlığın en temiz, en saf, en hakiki şekli bizde yaşanacaktır… O noktaya varana kadar biz bu gerçeği kanunla ve cebren telkine ve uygulamaya devam edeceğiz… Hedefe varmak için her cahilane itiraz ve girişim önlenecektir.”

12 Eylül darbesiyle birlikte İnönü’nün ifade ettiği yaklaşımda temel olarak bir değişim yaşanmasa da, etkisinde nispi bir artış olduğu iddia edilebilir. Eğitim sisteminin Kemalist ideolojiye göre yeniden yapılandırıldığı bu süreçte, öğretim programlarında ve ders kitaplarında, düzene uygun din anlayışına daha güçlü bir vurgu yapıldığı görülür. Yine darbe anayasasıyla zorunlu hale getirilen ve bugün dahi çokça tartışılan Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersleri de aynı yaklaşımın ürünüdür. Üzücü ve bir o kadar da düşündürücü olan ise bu tür bir anlayışın ikame edilip, geliştirilmesine dindar/muhafazakâr çevrelerin de katılım sağlamasıdır. Bu yazıda, 23 Nisan 1981’de başlayarak üç gün süren ve Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi tarafından düzenlenen “Atatürk’ün 100. Doğum Yılında Türkiye 1. Din Eğitimi Semineri”nde sunulan 60 kadar tebliğden çarpıcı bölümler aktarılarak, geleneksel muhafazakâr zihniyetin, darbe sonrası dönemde kendi tezlerinin meşruiyetini nasıl Kemalist ideolojinin gölgesinde aradığı ortaya koyulacaktır.

Başkumandanın direktiflerine uyulsun!

Seminerin açılış konuşmacılarından biri dönemin Diyanet İşleri Bakanı Tayyar Altıkulaç’tır. AK Parti’nin kurucu üyelerinden olan ve 22. dönemde milletvekilliği de yapan Altıkulaç, konuşmasına, mealini “Dünya hayatına dair sözleri senin hoşuna giden, aslında azılı bir düşman olduğu kalbinde olana Allah’ı şahit tutmaya kalkan, iş başına gelip fırsat eline geçince yeryüzünde bozgunculuk yapmağa, ekini ve nesli (yani ekonomiyi ve gençliği) yok etmeğe kalkan insanlar vardır. Allah bozguncuları sevmez.” şeklinde verdiği, Bakara Suresi’nin 204. ve 205. ayetleriyle başlar. Ayetleri “Sanki günümüzün Türkiye’sini bize anlatmak için nazil olmuştur.” şeklinde yorumlayan Tayyar Altıkulaç, ne yazık ki bu tespitini mevcut sistemi eleştirmek için değil bilakis darbeyi meşrulaştırmak için yapmaktadır.

Ona göre “Bu ayet-i kerimeler… sanki bu cennet vatanı, gençlerimizi birbirlerine düşürerek, sokaklarda kardeşi kardeşe vurdurarak ve güzel yurdumuzu ekonomik darboğaza kıstırarak mahvetmek isteyen iç ve dış düşmanlarımızın çirkin entrikalarını ortaya koymak üzere indirilmiştir… Sıkıyönetim komutanlıklarımızın önümüze koyduğu tablolar, her şeyi tartışmaya imkân bırakmayacak şekilde gözler önüne sermiştir. Hiç şüphe yok ki, 12 Eylül Harekâtının sağladığı huzur ikliminde gerek Türk ekonomisini darboğazlardan kurtarmak, gerekse Milli eğitimimizi gerçek çizgisine oturtmak için ilgili bakanlık ve kuruluşlarca ciddi çalışmalar yapıldığı muhakkaktır.”

Konuşmasının devamında seminerin 23 Nisan gününe denk getirilmesini anlamlı bulduğunu ifade eden Tayyar Altıkulaç, Mustafa Kemal’in “Her fert dinini, diyanetini, imanını öğrenmek için bir yere muhtaçtır. Orası da mekteptir.” sözünü hatırlatarak ‘Başkumandanın direktifinden uzaklaşılmasından’ şikâyet etmekte ve içeriğine ilişkin hiçbir değerlendirme yapmadığı din derslerinin isteğe bağlı bırakılmasını şöyle eleştirmektedir: “Din dersi okuyanlar ve okumayanlar ayrımı, ister istemez gençlerimiz üzerinde menfi ve bölücü etkisini göstermiş, bu dersi okuyanlar dindar sınıfından sayılırken, okumayanlar dinsizlikle suçlanmışlardır. Bu bölücülük değil midir?” Din derslerinin zorunlu hale getirilmesinin “45 milyon Müslüman Türk’ün en halisane duaları” arasında olduğunu ifade eden Altıkulaç, Milli Eğitim bürokratlarınca yapılacak yasal değişikliğin “mü’min askerimizce” süratle onaylanacağına inanmaktadır.

Din Eğitimi Genel Amaçlara Uydurulsun!

Birinci oturumdaki konuşmacılardan Prof. Dr. Hasan Ali Koçer, “Genel Eğitimin Bütünlüğü İçinde Din Eğitiminin Yeri” başlıklı bir tebliğ sunar. İnsanla, eğitimle, eğitim ve din ilişkisiyle ilgili görüşlerini aktardıktan sonra eğitimin amacının ne olması gerektiği konusunda 1739 sayılı Milli Eğitim Yasası’nı referans alır. Bu yasaya göre; Türk Milli Eğitimi’nin ilk genel amacı “Türk Milletinin bütün bireylerini; Atatürk ilke ve devrimlerine Anayasa’da ifade edilen Atatürk milliyetçiliğine bağlı; Türk milletinin milli, insani, manevi ve kültürel değerlerini benimseyen, koruyan ve geliştiren; ailesini, vatanını, milletini seven ve daima yüceltmeye çalışan; insan haklarına ve Anayasa’nın başlangıcındaki temel ilkelere dayanan demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı görev ve sorumluluklarını bilen ve bunları davranış haline getirmiş yurttaşlar olarak yetiştirmektir.”

Koçer, din eğitiminin sınırlarının bu amaç ve ilkelere göre çizilmesi gerektiği kanaatindedir. Onun bu görüşü, dinin nasıl anlaşılması gerektiğini kendisi tayin etmek isteyen Kemalist sistemin yaklaşımıyla uyumludur. Aynı şekilde, konuşmasının sonunda söylediği şu sözler, Kemalist kadroların din eğitimine karşı takındıkları pragmatist tutumu destekler mahiyettedir: “Tembelliği gelenek haline getirmiş bir toplumda, insanları aşırı hırstan ve aşırı hırsın soktuğu çıkmazlardan korumak için konmuş tevekkül inancını işlemek, o toplumu daha fazla tembelliğe sürüklemez mi? Kısacası din eğitimi kişiler için ve toplumlar için, kişilerin ve toplumların eksiklerini keşfedip bu eksiklikleri tamamlamaya yönelecek şekilde düzenlenirse, o kişi ve toplumlar için yararlı olur. Aksi takdirde toplumları köstekleyen bir unsur da olabilir.”

Kemalettin Kamu’ya Nazire

Yaşadığı dönemde ilahiyat camiasının tanınan simalarından İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü Öğretim Üyesi Ömer Çam’ın “Atatürk ve Din Eğitimi” başlıklı tebliğindeki ifadeler, adeta “Ne mucize ne efsun / Ne örümcek ne yosun / Çankaya yeter bize / Kâbe Arab'ın olsun!” mısralarının şairi Kemalettin Kamu’ya nazire gibidir. Üstelik kendisi de şiire meraklı olan Çam’ın tebliğinde Kemalettin Kamu’nun bir şiirine yer vermiş olması da bu duruma işaret etmektedir. Ömer Çam, Atatürk’ün söylevlerinden din konusuyla ilgili meşhur ifadeleri peş peşe sıralamadan önce uzun bir methiye düzer.

“Atatürk’ün manevi şahsiyeti, tarihimizin ve milletimizin bütün faziletlerini ve değerlerini temsil eder. Atatürk’ün kültürel ve moral kişiliğinde, sağlam karakterinde cesaretimiz, hamasetimiz vardır... Dinimiz, töremiz vardır… Atatürk laik bir devletin başkanıdır. Bu sıfatla onda din hayatı dış görüntülerde, sıradan yaşantılarda değil, özdedir. Millet sevgisinde, vatan aşkındadır. Allah şuurunun, İslam ruhunun kutup noktaya ulaştığı yerde Atatürk vardır… Atatürk ‘her taşı bir mâbed-i iman’ olan yurdumuzun atmosferindedir. Atatürk bütün zerrât-ı vatanda ve milletimizin iman dolu kalbindedir. Atatürk bir mânâdır, bir semboldür. Vatan gibi bir sembol, bayrak gibi bir sembol… Atatürk müşterek sevgimizin konusudur. Milletimizin emellerine, manevi ihtiyaçlarına hizmet etmek, milletimizin özlemlerini gidermek Atatürk sevgisinin gereğidir.”

Ömer Çam, tebliğinin devamında Nutuk’tan din konusuyla ilgili bazı meşhur pasajları peş peşe sıraladıktan sonra şu yargıya varır: “Atatürkçü görüşte ve Atatürkçü düşüncede dini ve din eğitimini ‘manevi hayatımızın bataryası’ olarak nitelemek mümkündür… Atatürk’ü dine ve din eğitimine karşıymış gibi göstermeye ve İslâmiyet’ten uzaklaştırmaya kimsenin hakkı yoktur, gücü de yetmez… Atatürk’ü dine ve din eğitimine karşı göstermek, Müslüman bir milletin arzu ve özlemlerine muhalif göstermek, Atatürk’ün hatırasına saygısızlıktır, ihanettir…”

Din eğitiminin laiklik ilkesiyle ters düştüğü fikrini eleştiren Çam, Batılı ülkelerdeki eğitim sistemlerinde din eğitiminin nasıl verildiğini birkaç örnekle gösterdikten sonra dinin siyaset üstü yüce bir konu olduğunu belirtir ve Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki uygulamaların bu yüce duygunun istismarının engellenmesi için olduğunu iddia eder. Çam’a göre “Atatürk devrinde din eğitiminin bir müddet askıda kaldığı söylenebilir. Ancak bu bir terk ya da ihmal değildir. Uygun vasatı bekleyiştir. Atatürk toplum hayatında, millet hayatında din faktörünü reddeden bir davranışın içine hiçbir zaman girmemiştir.” Çam, tebliğinin sonunda din eğitiminin ‘milli ruhu besleyen en önemli kaynak’ olduğu fikrine değinir, Bâki, Mehmet Akif Ersoy, Yahya Kemal Beyatlı ve Faruk Nafiz Çamlıbel gibi şairlerden şiirlerinden din ve millet bahsinde kısa pasajlar alıntılar ve son olarak Behçet Kemal Çağlar’ın “Yaradan hey Yaradan! / Dört yıl değil bin yıl geçse aradan / Sensin ateş diye kanımızdaki / Sensin ışık diye önümüzdeki!” diye başlayan Nöbetçi Millet şiirinden şu dizelere yer verir:“Atatürk! Dünya düşse peşimize / Yer sarsılsa yerinden / Ne senden geçeriz / Ne senin eserinden!” 

‘Sıkıyönetim’e jurnalcilik!

Seminerde “Yaygın Eğitimde Din Eğitimi” konulu bir tebliğ sunan dönemin Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Hamdi Mert, ilk olarak konunun önemine değinir. Eğitimi, ‘kişileri devlete ve topluma karşı ödevlerinin şuuruna varmış bir yurttaş’ kılmak için gerekli gören Mert, daha sonra camilerde yürütülen yaygın din eğitimi, halk Kur’an kursları, radyo ve televizyonda yürütülen dini yayınlar ile basılı dini yayınlar hakkında bazı değerlendirmelerde bulunur. Hamdi Mert’in tebliğindeki “Gizli Din Eğitimi Faaliyetleri” ve “Gizli Din Eğitimi” alt başlıklarındaki ifadeler ise adeta Sıkıyönetim Komutanlığı’na jurnalcilik yapan bir durum arz etmektedir. “Yaygın din eğitimi içerisinde dernek, öğrenci pansiyonu ve yaygın eğitimi kursları örtüsü altında yürütülen gizli din eğitimi, bugün önemli boyutlara ulaşmıştır.” diyen Mert, bu eğitimin Harf İnkılâbı, Tevhid-i Tedrisat Kanunu gibi kanun ve yönetmeliklere aykırı olduğunu belirtmektedir. “Gizli Kur’an kursu faaliyeti” yürüten kurslara Sıkıyönetim Komutanlığı’ndan gelen bir yazılı emirle müfettiş gönderdiklerini de söyleyen Mert, teftişleri sonucunda ne tür “aykırı faaliyet” tespit ettiklerini ayrıntılı biçimde aktarmaktadır.

Kendi teşkilatlarının bu konuda dikkatli davrandığını belirten Mert’in tebliğinde Milli Eğitim Bakanlığı’nı “kaçak dershaneleri” denetlememekle suçlaması da ilgi çeken bir diğer husustur. Kendisinden sonra konuşan Selçuk Üniversitesi Rektörü Neşet Çağatay da “Üzülerek söyleyeyim ki Diyanet İşleri Başkanlığı henüz günümüz gerçeklerine, İslam’ın amacına uygun bir vaaz kitabı bile hazırlatmamıştır. Yayınlarında Atatürk’ün adı ve devrimleri geçmez.” diyerek Diyanet İşleri Başkanlığı’na yüklenmektedir!

Din Eğitimi, Laiklik ve Milliyetçilik

Seminerdeki bazı tebliğlerde “din eğitimi ve laiklik” ilişkisine özel önem verildiği görülür. Devletin din eğitimi vermesinin Atatürkçülükle ve laiklik ilkesiyle çelişmeyeceğinin vurgulandığı bu tebliğlerde “Dine sığınıp Atatürk düşmanlığı yapanlarla, Atatürk’e sığınıp din düşmanlığı yapanlara” Nutuk’tan pasajlarla yanıt verme çabası ağır basmaktadır. Konya Yüksek İslam Enstitüsü’nden Ahmet Gürtaş’ın laik düzende din eğitiminin zorunluluğunu ispatlamak için yaptığı izah gerçekten ilginçtir: “Şayet bir dinin öğrenimi yaptırmanın kişiyi o dini kabule zorlayacağı düşünülüyor ve bu uygulama laikliğe aykırı görülüyorsa bunun aksini de laikliğe aykırı görmek gerekir. Yani kişiyi din konusunda cehalete kanalize etmek onu zorla ya dinsizliğe veya batıl ve hurafeye din diye sarılmaya terk etmek olur ki, esas vicdan hürriyetine ve laikliğe aykırı sayılması gereken uygulama budur.”

Gürtaş’ın din eğitimi vermemenin toplumu ‘batıl ve hurafeye din diye sarılmaya’ sevk edeceğini ifade etmesi rastgele yapılmış bir tercih değildir. Birçok konuşmacı, dönemin şartlarını da gözetince, yaşanan “anarşi”yi genelde din eğitiminin eksikliğine ve devletin dine yaklaşımındaki tavrına bağlayacaktır. Tabi ki bu tespitten sonra gelen talep ise devletin dine daha müsamahalı yaklaşımıdır. Üstelik bu talebin düzeni güçlendireceği, milli birlik ve beraberliği artıracağı da çeşitli tebliğlerde tekrarlanmaktadır. Örneğin A.Ü. İlahiyat Fakültesi’nden Neda Armaner, “Atatürk’ün İslam dini ve din eğitimi ile ilgili düşünce ve sözlerini tanımaya çaba göstermiş biri olarak” eğitimde şu ilkelerin gözetilmesi gerektiğini ifade eder:

“Milli eğitim esas tutulduktan sonra yeni neslin ruhi kuvvetlerine verilecek her türlü eğitim behemehâl milli niteliklere aykırı verilemez. Yetişecek çocuklarımıza ve gençlerimize, görecekleri eğitimin sınırı ne olursa olsun, en evvel ve her şeyden evvel Türkiye’nin geleceğine ve kendi benliğine, milli geleneklerine düşman olan tüm unsurlarla mücadele etme gereği öğretilmelidir.”

Benzer bir yaklaşım Nahid Rıfkı Dinçer adlı başka bir konuşmacının tebliğinde de görülür. Eğitimde “milli ahlak ve kültürün” öğretilmesine aşırı vurgu yapan Dinçer, “Milli Bütünlüğümüze Zarar Veren Akımlar” başlığı altında klasik iç ve dış tehdit konseptine uygun fikirler serdetmektedir. Dinçer “kökü dışarıda” olan tehlikeli akımlara karşı din eğitimine gerek duyulduğuna işaret eder ve bunun önemini şöyle izah eder: “Her ne kadar din kendi başına ideal bir varlıksa da, her kavim, her millet dini ancak kendine göre anlar, kendine göre hisseder, kendine göre kavrar, kendine göre gerçekleştirir. Onun için din birliği, bazılarının zannettiği gibi milliyet birliğini ortadan kaldırmaz, bilakis milli birliği kuvvetlendirir.”

12 Eylül Türkiye’nin ikinci kurtuluşudur!

Din eğitimine ilişkin farklı konulardaki tebliğlerin de sunulduğu seminerin kapanış konuşmasını A.Ü. İlahiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Hüseyin Atay yapar. Atay konuşmasında seminerle ilgili genel kanaatlerini ifade ettikten sonra eğitim ve öğretimin çerçevesini çizmek bağlamında görüşleri maddeler halinde sıralar. Bunlardan birkaçı şöyledir: “Laikliğin din öğretimi ve eğitimi ile hiçbir ilgisi yoktur. Bugünkü uygulamada Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile 1961 Anayasası’nın 19. maddesine eklenen din derslerinin velilerin isteğine bağlı olması arasında çelişki olduğu ortaya çıkıyor. Bu çelişki, Tevhid-i Tedrisat’ın amacı olan fikir ve his birliğini meydana getirmek iken, 1961 Anayasası’nın buna engel olduğu şeklinde ifade edilebilir… Bugünkü durumu savunanlar, yukarıda anlattıklarıma ters düşmektedir. Affınıza sığınarak şunu söylemek isterim: Bu düşüncede olanlar, memleketimizde 12 Eylül öncesindeki durumun, dini öğretim ve eğitim sahasında sürmesini isteyenlerdir. 12 Eylül olayı bence Türkiye’nin ve Türk milletinin ikinci kurtuluş olayıdır. Bugünkü çok çeşitli ve değişik din öğretim ve eğitiminin, 12 Eylül öncesi hadiselerinde hiç rolü olmamış mıdır?”

Alıntılardan da anlaşılacağı üzere, 12 Eylül cuntası Kemalizm’in meşrulaştırılması için bir kez daha ‘din’e başvurmaktan çekinmemiştir. Bu konuda kendilerine fikir veren ve yol gösteren de çok olmuştur. Seminerde sunulan tebliğlerin bazılarında bu durum kendisini açıkça ortaya koymaktadır. Her ne kadar konu din eğitimi olsa da, buradaki din anlayışı sisteme ve sistemin resmi ideolojisine uygun bir anlayıştır. Din eğitimiyle amaç, oluşturulmak istenen düzene uygun ‘dindar’ vatandaş profilini ortaya çıkarmaktır. Bu sebeple vahyin mesajlarının sistemin emelleri doğrultusunda yorumlanmasında bir beis görülmemiştir.

Günümüzde halen zorunlu okutulan Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi derslerini hararetle savunanlar maalesef bu derslerde nasıl bir din anlayışının ikame edildiğini sorgulamadıkları ve genel olarak eğitimdeki Kemalist formasyona karşı özgürlükçü bir tavır takınmadıkları sürece mevcut düzenin kendisini ve ideolojisini yeniden üretmesinde pay sahibi olmaktan kurtulamayacaklardır. 

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR