1. YAZARLAR

  2. Nehir Aydın Gökduman

  3. Kedileri Sev Çocuğum, Kuşları da…

Nehir Aydın Gökduman

Yazarın Tüm Yazıları >

Kedileri Sev Çocuğum, Kuşları da…

Ekim 2008A+A-

Bir yaz daha bitiyor… Sıla ziyaretleri, eş dost görüşmeleri derken yine kentin sisli, boğucu ve yorucu atmosferi kuşatmaya hazırlanıyor bizi. Yaz boyunca pek çoğumuz, kıştan verilmiş sözlerin, görülecek yüzlerin, öpülecek ellerin hakkını vermek için yollara düştük.

Biz de Irak operasyonunda hayatını kaybeden yeğenim Gökhan’ın başsağlığı ziyareti için köy yollarındaydık. İşte kısacak bir ziyaretin ardında bıraktıkları…

Aracımız daracık asfalt yolda ilerliyor. Gözlerim sarıya çalan tarlalarda. Baharın albenisi gitmiş, kavurucu ağustos sıcağıyla tarlalar hazan sarısına bürünmüş. Yer yer kurumuş, çatlamış toprak. Ağaçların yeşili ise hâlâ canlı. Tabiatta hiçbir şey yerini bir başkasına bırakmadan çekip gitmiyor. Küçücük bir boşluğa yer yok yeryüzündeki dengede, düzende…

Boynanlar Köyü’ne yaklaşırken içimde karmakarışık hisler. Geç de olsa, hiç tanımadığım yeğenim için başsağlığına gidiyorum ya… Nasıl yüzlerle karşılaşacağım biraz da onun tedirginliği var üzerimde.

Nihayet köyün levhasını görüp dönüyoruz. Birkaç kilometre süren asfaltın ardından yol stabilleşiyor. Çakıl taşlarına bezeniyor. Çocuklar kıkırdıyor arabada sağa sola savrulurken. Kızım ağaçlardan havalanan kuşları gösteriyor. Aaa kuş! Kuşlar… Çok kuş var burada! Birden çığlık atıyor sonra.  Kedi, kedi de var! Bıraksak aşağı atlayacak! Kedi sevecek. Çocuk olmak istiyor bazen insan. Sadece kuşları ve kedileri görmek için gelmiş olsaydık keşke bu köye…

Köy terk edilmiş, içinde kimsenin yaşamadığı hayalet bir köyü andırıyor. Öyle bakımsız ve köhne ki sokakları. Hani önceden geleceğimizi söylemesek kimse yaşamıyor sanabiliriz. Her türlü imkân batıda var sanan birçok kimseye batının böyle onlarca, yüzlerce köyünü göstersek acaba bu kıyaslamalar biter miydi diye düşünüyorum istemsiz. Sonunda bir çeşme başında oynayan iki çocuk görüyoruz. “Baksana küçük!” diyorum. “Güneydoğu’da ölen askerin evi, ne tarafta?” Çocuklar bakıyor ne diyorsun der gibi. “Şehit Gökhan” diye toparlıyorum sonra. Anlaşılmak ne zor. “Şehit Gökhan” sözüyle çocukların gözlerinde hemen bir parıltı beliriyor. Parmaklarıyla köyün tepesinde çatısı görülen evi işaret ediyorlar.

İlerliyoruz. Bizim kız, kedilere taktı, ille de kedi sevecek. Üstelik hem sarıyı hem de kahverengiyi. Hatta köyün bütün kedilerini… Bir varabilsek eve. Kediye kuşa takılmadan. Çocukların gösterdiği yokuşa geldiğimizde, yanlış gösterdiler galiba, buradan araba çıkmaz, diyerek dümdüz ilerliyoruz. Fakat çıkmaz bir yola girdiğimizi anlıyoruz çok geçmeden. Birine sorayım diye iniyorum araçtan. Pencerelerine naylon gerilmiş birkaç evi geçip bakımsız bir evin bahçesinden giriyorum. Kapıyı çalıyorum, açmıyor kimse. Perdenin aralığından içeri bakıyorum. “Kimse yok mu?” diye sesleniyorum. O sırada içeride uzanmış seksen yaşlarında ihtiyar bir nine çarpıyor gözüme. Altındaki incecik şilteye kıvrılıp yatmış. Belki çok hasta, belki ihtiyarlıktan güçten kuvvetten düşmüş. Duymuyor sesimi. Ne hayatlar var, perişan ve sahipsiz demekten alamıyorum kendimi.

O sırada yan evin bahçesine çıkan kadına soruyorum adresi. “Bu yola girmeyin, yokuşu tırmanın.” diyor kadın. “Korkmayın araba çıkıyor oraya!” diye de ekliyor, ardından. Bizimkilerin yanına dönüyorum. “Burası nasıl köy?” diye söylenmeye başlamışlar bile. Ne yolunu beğeniyoruz köyün ne izini. Bir an önce başsağlığı dileyip çıksak telaşı bile sarmış şimdiden.

Sonunda patinaj yapa yapa bin bir güçlükle çıkıyoruz yokuştan. Elif’in gözü hâlâ kedilerde… Miyav miyav miyavlıyor, yerinde duramıyor. Nihayet Gökhan’ın evinin önündeyiz. Emine Abla görünüyor merdivenin başında. Uzun yıllardan sonra buluşunca ne der insan sevdiği ablasına. Nasıl sarılır, nasıl teselli eder? Hem çok yabancıyız birbirimize hem çok yakın. Koluma girip eve çıkarıyor beni. Dilimde bir durgunluk, içimde bir burukluk… Başınız sağ olsun derken konuşan ben değilim sanki. Kelimeler öylesine kifayetsiz uçuveriyor. Emine Abla ise dolu, berkittiklerini anlatmaya hazır… Kelimeler bir ırmaktan boşalırcasına dökülüyor dudaklarından.

“Ya işte böyle… Gökhan’ım gitti. O artık yok!” diye başlıyor anlatmaya. Sonra birden bakışları dalıyor. Dolambaçlı, karmaşık bambaşka bir örgünün içinde kayboluyor Emine Abla. Sanki askere değil de gizemli bir yolculuğa göndermiş de Gökhan’ını; gidişi ile dönüşü arasında yaşananları havsalası almıyor. Ya da birileri ona bu gidişle dönüş arasında yaşananları şöyle anlayacaksın, böyle düşünüp, şöyle avunacaksın diye dikte etmişler de bu ültimatomlar zihninin bir köşesinde asılı kalmış ama yüreğine sığmamış. O yüzden özünden gelen bir refleksle direniyor. Bu labirentin içinden çıkamayışına hüzünleniyor.

Bense Gökhan’ın artık olmadığını ve Emine Abla’mın yaşadığı trajediyi anlayabiliyorum yalnızca.

“Bir tane oğlum vardı.” derken doluyor gözleri. “Ne yedirebildim istediğim gibi, ne giydirebildim!” diyor. “Yokluk yoksulluk içinde büyüttüm yavrumu. Yine de şikâyet etmezdi. Kuşu kediyi bile incitmezdi, benim oğlum. Öylesine iyi kalpliydi. Öylesine severdi anasını, babasını, bacısını, toprağını. Ne kalbimizi kırdı, ne sözümüzden çıktı evladımız olalı. Ama ham elmayı koparır gibi dalından, alıp götürdüler onu. İnsan evladını yitirince tatlı anıları hatırlayamıyor pek. Her güne bir hüzün, her güne bir acı düşüyor. Niye daha iyi davranmadım, niye daha hoş tutmadım evladımı diye yanıyorsun…”

Emine Abla anlattıkça sesi derinleşiyor. Daracık kör ışıklı bir dehlizde sağa sola yalpalıyor gibi.  Ne bugünde yaşıyor, ne dünde. El yordamıyla yol alıyor. Konuşurken gözleri duvarda asılı, asker fotoğraflarında oğlunun. Bakışları garip helezonlar çiziyor. Sanki o konuştukça, küçük köy evinin içine, Gökhan’ın fotoğraflardaki bakışlarından çaresizliğin izleri düşüyor.

Söylenecek ne çok şey var, ama acıyı çoğaltmaktan korkuyor insan. O anlatıyor yine. “Çanakkale’den çağırdılar geçen gün. Gökhan’ımın resmi evrak işleri için. Çanakkale ilimiz, ama nerede olduğunu bile bilmem. Doğdum, büyüdüm üç beş köy arasında gelip geçti ömrüm. Neyse kalkıp gittik. İlk kez gördüm Çanakkale’yi. Koca denizin kıyısında durdum. Ne kadar büyükmüş deniz dedikleri su. Oğlum olsaydı yanımda dedim. Ana oğul, bir çay içimlik otursaydık denize karşı… Oğlum bu vatanın hiçbir şeyini görmedi ki! Bir nefeslik keyif almadı ki yaşarken. Hep çalıştık koşuşturduk, boğaz tokluğuna bir yerlerden bir yerlere…”  

İçim burkuluyor. Çocuğuyla bir çay bahçesinde bir çay içimlik vakit geçirememiş Emine Abla. Öyle basit özlemler kalmış ki içinde. Pek çoğumuzun duyduğunda o kadar mı diyeceği türden. Ne denir ki bu anneye… Hangi söz teselli eder acıyla sarsılan benliğini.

Biz bilmesek de ne diyeceğimizi… Onlar biliyorlar… “Vatan sağ olsun!” demişler cenazede. “Oğlun vatan için şehit oldu. Ne mutlu sana. Sen şehit anasının demişler. Başını dik tut!” O da bu avuntuya sarılmış istemsiz. İçinin yangını sönmese de, güçlü görünmelisin demişler ya, tevekkülü kuşanmış kendince.

Kedi seveceğim, diyor hâlâ Elif. Dayanamıyorum artık! Biraz içten biraz sesli düşünüyorum önünü sonunu hesap etmeden.

Kedileri sev çocuğum diyorum, kuşları da… Ama kendi menfaatlerini Allah’ın kutsallarının önüne geçirenleri sevme.

Ve sevme! Zulüm örgütleri kurup, insanlığını küfre peşkeş çekenleri!

Ve sevme! Kendi çocuğu yanında askerlik yapsın diye paşaları arayan egoistleri!

Ve sevme! En güzel imkânları kendilerine ve çocuklarına layık görüp, bizim evlatlarımızı parya gibi kullananları; kardeşi kardeşe kırdıranları!

Ve sevme! Kendi çocukları istedikleri kılıkla (kılıksızlıkla) okul kapılarından devlet dairelerinden fütursuzca girerken, bizim çocuklarımızı başları örtülü diye kapının dışında bırakanları!

Ve sevme! Bir çay içimlik vakit geçirmeye fırsat bulamadığımız çocuklarımıza doyamadan, onları bir çırpıda kan gölünün ortasına atanları!

Ve sevme! Çocuklarımızın kanı üzerinden tacirlik yapan giyotin çehreli adamları!

Ve sevme! Vatan-Millet-Sakarya edebiyatıyla, kendi yolsuzluklarını ört bas eden yarasaları!

Ve sevme! Dolara, faize, repoya, borsaya endeksli yaşamları, yaşamların atalarını!

Ve sevme! Yalnızca cüzdanını doldurmak için çalan çırpan, adam öldüren bunun adını da vatanperverlik koyan ikiyüzlü maskaraları!

Ve sevme! Kalemini satan; tiraj ve reyting kaygısıyla kan ve kin kusan borazancıları!

Ve sevme! Kaybolan (olmayan)  itibarlarını kurtarmak için bizim canlarımızı gözünü kırpmadan harcayanları!

Ve sevme! Işıklı neonlar altında, gece kulüplerinde kadeh tokuşturanları, sabahlara kadar tepinip azıtanları, sonra geniş bulvarları yarış pisti olarak kullanıp, bu vatan bizim nutukları atanları, bilmem kaçıncı yıl marşı okuyanları!

Ve sevme! Bütün aymazlıklarıyla aba altından sopa gösterip umudumuza göz diken akbabaları!

Ve sevme çocuğum, seni özünden uzaklaştıranları… İnsan olmayı, İslam olmayı yasaklayanları affetme!

Gökhan’ın evinin yolu asfalt yapılacak biliyor musunuz? Belki de bir dahaki gidişimizde patinaj yapmadan yağ gibi bir asfaltı tırmanarak çıkacağız bu eve!...

Gökhan’ın ayakkabılarını delen çakıllar kaldırılıp atılacak. Gökhan göremedi, ama anası görsün günyüzü… Evladının mezarı evinden görünürken ne kadar mutlu olabilirse bir anne!...

Son durak Gökhan’ın mezar taşı. Bir bayrak dalgalanıyor başucunda mezarın. Bu bayrak sanki din ayrı devlet ayrı tezine inat, kendi sembollerini mezarlıklara kadar taşımakta beis görmeyenleri selamlıyor. Mezarımızın kimliği bile bize ait değil ne yazık! Başkalarından soruluyor.

Sözün bittiği yerde çok da konuşmanın bir manası yok! Artık sevelim şu kedileri Elif diyorum. Ağaçlardaki kuşları da... Ama affetmeyelim bizi aptal yerine koyanları küçüğüm! Bak yakala işte kahverengi kedi orada!... 

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR