1. YAZARLAR

  2. Murat Koç

  3. İslami Kesimin Kendisiyle İmtihanı

İslami Kesimin Kendisiyle İmtihanı

Ocak 2020A+A-

Türkiye’de 17 senelik AK Parti iktidarı döneminde birçok şey değişti. AK Parti iktidarının uzun yolcuğunun siyasi değerlendirmesi yapıldığı kadar toplumsal kesimlere dönük etkisi üzerine yeterince imal-i fikr edilmediği bir hakikattir. Siyasetin doğası, toplumsalla iki yönlü etkileşim halindedir. Her siyasi parti iktidara gelmek için toplumsal talepleri karşılamayı vaat eder ve aynı zamanda toplum kesimlerinin talepleri doğrultusunda da siyasal söylem ve tutum geliştirir. AK Parti de ülkenin her yönden iyice dibe vurduğu 2000’li yılların sosyal koşullarının bir karşılığı ve taleplerin sözcüsü olarak var oldu; halktan teveccüh görüp iktidara geldi ve yine toplumla geliştirdiği iki yönlü etkileşim sayesinde Türkiye siyasi tarihinin en uzun iktidar yolcuğunu sürdürmeye devam ediyor. Bu yolculuğun başlangıcından bugüne kadar sayısız kırılma yaşandı. AK Parti birçok defa yapısal ve siyasi değişimlere uğradı. Ana gövdeden kopanlar olduğu gibi değişimlere uygun tarzda yeni ittifaklar içine girildi.

AK Parti, iktidarının ilk günlerinden 15 Temmuz darbe girişimine değin çok sayıda statüko merkezli saldırılara, iç ve dış kesimlerin kuşatmasına maruz kaldı. Bu badirelerin tümünden de halkın desteğini arkasına alarak ve her defasında iktidar alanını genişleterek, statükoyla hesaplaşarak daha da güçlü çıkmayı başardı. Bugün bile iktidar mensupları hükmetme anlamında çok güçlü bir konumda bulunmalarına rağmen iç ve dış saldırılardan bahsetmekte, mevcut kötüye gidişin büyük oranda bu faktörlere bağlı olduğunu iddia etmekteler. Oysa hem Türkiye’nin toplumsal yapısı hem de AK Parti’nin siyaset üretme, yönetme becerisi bu uzun iktidar yılları içinde çok değişti. Yeni sorunların ve mevcut durumun klişelerle, eski bilindik söylevlerle ve kimi ezberlerle ne izahı ne de kamuoyunu tatmini mümkün.

Özellikle başkanlık sistemi sonrası siyasetin uğradığı ani değişim, Türkiye’de belki de ilk defa yaşanan tuhaf ittifaklar ve siyasi bloklaşma, tepeden yönetim görüntüsü ve halkla ilişkisi gevşemiş iktidar anlayışı ile birlikte her şeyiyle egemen olan tek adam imajı toplumsal kesimlerin son yıllardaki en önemli ayrışma gerekçeleri arasında yer alıyor. Bu durumu kutuplaşma kavramıyla izah edemeyiz, zira kutuplaşmanın tarihi bu ülkenin resmî ideolojisinin temellerinin atıldığı dönemlere dayanır. Yeni bir durum olmayan kutuplaşmanın en çok da AK Parti iktidarının doğru işler yaptığı dönemlerde yani “çevre”nin haklarını merkeze karşı kolladığı, “çevre”nin talep ve özlemlerini hayata geçirmeye çalıştığı, statükoyla hesaplaştığı ve özgürlük alanlarını genişletme yönünde siyasi irade belirlediği zaman diliminde ısıtılıp sürekli gündem edilmesi resmî ideolojinin bir refleksiydi. Kutuplaşma siyaseten tabii bir haldi bir yönüyle. Ulus-devletin “ötekileri”nin isyanının adıydı bir yerde kutuplaşma.

Ancak bugünkü durum bir kutuplaşmadan çok, kendisini iktidara taşıyan “çevre”ye karşı iktidarın statükoculara benzer bir duyarsızlık ve aldırmazlıkla davranmasından kaynaklanıyor. AK Parti “çevre”ye duyarsız kaldıkça kendi statükosunu imal etmeye başlıyor. Yani siyasi söylemden ya da ideolojik gerekçelerden çok, iktidar erkinin bürokrasiden sivil hayata, medyadan yargıya, iş dünyasından ekonomiye kadar çoğu defa yetki alanlarının dışına taşarak nüfuzunu derinden hissettirecek biçimde sivrileşmesi, asıl tepkilerin kaynağını oluşturmaktadır. Çevreyi oluşturan Müslümanlar ve resmî ideolojiyle arasına mesafe koyan vicdan sahibi toplum kesimlerinin tartıştığı mesele de budur. Ne var ki AK Parti ve Erdoğan özelinde yaşanan tartışmalar belli bir rotaya oturmuş; hukuk, adalet, ekonomi, liyakat, bölgecilik, milliyetçi söylem, ilkesiz ittifaklar, düşünce hürriyeti, hak ve özgürlükler gibi genel konular bağlamında yapılan eleştiriler son zamanlarda sıklaşmaya başlamıştır. Bu eleştirilerin yeterliliği ve topluma ulaştırılması konusunda zafiyetler olabilir lakin son mahalli seçimler en azından toplum kesimlerinde AK Parti’ye karşı bir rahatsızlığın mevcudiyetini ortaya koymuştur. Peki, AK Parti’yi, Erdoğan’ın ısrarla sürdürdüğü yanlış siyaseti tek başına eleştirmek, buraya odaklanıp aynı çevrimi tekrar etmek yeterli mi? Aynaya bakmaktan kaçınmamak, Müslümanlar olarak mesuliyetlerimizi, ihmal ettiğimiz sorumlulukları hatırlamak da gerekmez mi? AK Parti’ye yüklediğimiz anlamın bizleri tavırsızlığa ve kimlik erozyonuna uğrattığı gerçeğiyle ne zaman yüzleşeceğiz?

Sadece AK Parti Eleştirisi İle Yetinmek

Maalesef son yıllarda İslami kesim, mezkûr sorulara tatmin edici cevaplar verememektedir. Bu yönüyle kimliğinin karşılığı bakımından başarılı bir pratik de ortaya koyamamaktadır. Özellikle AK Parti iktidarı döneminde Müslümanların yaşadığı sosyal değişimin ve elde ettikleri yeni imkânların, kazanımların kıymeti bilinmemiş, Rabbimizin keremiyle lütfettiği nimetler çoğu defa heba edilmiştir. Bu sürece hazırlıksız yakalanılması, iktidarla kurulan ilişkilerin ölçüsüzlüğü, yeni döneme dair fıkıhsızlık, görev ve sorumlulukların önemli bir kısmının iktidar eliyle gerçekleştirilme beklentisi gibi sebepler bu zaafların kaynağı olarak gösterilse de bizden kaynaklanan birtakım ahlaki zaaflar da söz konusudur.

İslami kesimin en başta Müslümanlara ve muhatap olduğu topluma karşı sorumlulukları vardır. Bu nedenle hikmetli davranmak, ölçülü adım atmak ve bu yüce dinin mensupları olarak daha dikkatli olmak bizler için zorunlu davranışlardır. Zafiyetlerimiz, hatalarımız, eksiklerimiz olabilir. Bilinçlenme ve ıslah sürecimizin henüz kendi geleneğini oluşturacak olgunluğa ulaşmadığı da bir hakikattir. Ancak dünyevi olanla kurduğumuz zaaflı ilişki nedeniyle savrulma emaresi göstermemiz, zor koşullardan bugünlere gelip de nispeten rahat bir dönemde istikamet problemi yaşamamız, yapısal karakterimizin ne yazık ki ciddi defolar barındırdığını göstermektedir.

Kolaya kaçarak tüm yanlışların, doğru gitmeyen işlerin sorumluluğunu AK Parti’ye, orada kümelenen dinî duyarlılık sahiplerine ciro etmek, kendimizi peşinen edilgenliğe mahkûm etmektir. Adeta bir AK Partili gibi davranmak, onun maslahatı doğrultusunda tutum belirlemek de tersinden başka bir pasifizmi ve kimlik karmaşasını doğurur. AK Parti her ne kadar İslamcı bir parti olmadığının altını kalın biçimde çizse de partinin önde gelen kadrolarının sahip olduğu dindar-İslami kimlik nedeniyle AK Parti (ya da Erdoğan) toplum nezdinde İslami bir imajla, İslami kesim özelinde ise bir özdeşlik hissiyatıyla karşılık bulmaktadır. Tam da bu nedenle Müslümanların AK Parti’ye destekleri ya da yaptıkları eleştiriler çoğu zaman bir “partili” refleksini andırmakta, konumlandığımız zeminin flulaşmasına neden olmaktadır.

AK Parti’nin sistem içindeki konumu, kurduğu ilişkiler, özümsediği değerler, gözettiği çıkarlar, iktidarını sürdürmek için kirlenmeye razı olması, merkezde konumlanmak için geliştirdiği popülist ve milliyetçi söylem, dış politikada ulusal menfaatleri ön planda tutması, resmî ideolojiyle sorun yaşamama çabası gibi birçok şey, geniş halk kesimlerinin desteğini alarak iktidarını sürdürmesini sağlayan “doğal ve olağan” tercihlerdir. Bu tercihler bir siyasi parti için oldukça normaldir çünkü cari demokratik siyasi sistemde iktidarda kalmanın koşulları, siyaset yapmanın şartları birçok ilkesizliği peşinen kabul etmeyi gerektirir. Ne yazık ki Müslümanlar öncelikle AK Parti’nin durduğu yer ve temsil ettiği değerler konusunda bir kafa karışıklığı yaşamaktadırlar.

Kimi Müslümanlar AK Parti’den adeta bir İslami yapı gibi davranmasını beklerken bazıları da AK Parti’nin yanlışlarını İslami hareketin hataları gibi görme eğilimindeler. Bir kesim AK Parti’yi Müslümanların talep ve özlemlerinin en önemli temsilcisi kabul ederken başka bir kesim AK Parti’nin dinî imajının Müslümanlara ve İslam’a en büyük zararı verdiğine inanmaktadır. Oysa AK Parti, düzenin koşullarını kabul ederek ve kendisini buna uyarlama kabiliyetini geliştirerek pragmatik siyaset yöntemini tercih eden partilerden biridir. AK Parti döneminde elbette Müslümanların lehine birçok kazanım sağlanmıştır; bunları görmezden gelmek adaletsizlik olur. Bu dönemde İslami faaliyetlerin önü açılmış, daha evvel Müslümanlar aleyhine devlet eliyle yapılan sistematik baskılar azalmış, İslami kesimin gasp edilen birtakım temel hakları iade edilmiş, kamusal hayatta Müslümanların görünürlüğü artmış, çoğu alanda Müslümanlara pozitif ayrımcılık sağlanmıştır. Ne var ki bu kazanımlardan hareketle AK Parti’nin ne İslam’ı iktidara getirmek gibi bir hedefi olduğunu ne de Müslümanların maslahatını her şeyin önüne çıkarmayı amaçlayan bir siyaseti benimsediğini söyleyebiliriz. Bunlar sistem içinde varlık gösteren herhangi bir siyasi partinin yapabileceği işler değil bizatihi İslami kimliği en büyük nimet sayan İslami hareketin ana hedef ve özlemleridir. Bu uğurda mücadele etmesi, fedakârlık göstermesi, sonuna kadar kararlı biçimde bir istikamet içinde olması gerekenler dava şuuruna sahip Müslümanlardır. Bu nedenle Müslümanların kendi asli gündemlerine odaklanmaları, son yıllarda bünyemize sirayet eden hastalıkların nedenleri ve çözümü üzerine düşünmeleri gereklidir.

Sosyal Hayatta Yüzleşmemiz Gereken Zaaflar

Müslümanların sürekli muhasebe hali içinde olmaları, dünden ders çıkarmaları, anın fıkhına göre belli bir tutum sergilemeleri ve geleceğe dönük sahih bir perspektifle donanmaları önemli bir ibadet biçimidir. Davranışa-pratiğe yansıyan bilinç, tahlil ve değerlendirme bağlamında basiret sahibi olmak, sıradanlaşmayı, uyuşukluğu önler. Müslümanların, içinde yaşadıkları topluma her anlamda önderlik etmeleri, kimliklerinin özünü oluşturan değerlerin toplumsal örnekliğini sergilemeleri şahitlikleri gereğidir. Sıradanlaşmak, umursamazlık, ilgisizlik İslami kimliğin toplum içinde kaybolmasına, önemsizleştirilmesine neden olur. Müslüman, yaşadığı toplumdan, en azından muhatap olduğu kesimlerden şahsiyetinde cem olması gereken temel özellikleriyle farklılaşmalı ve onları kuşatmaya çalışarak bir rol model örnekliği sergileyebilmelidir. Bunlar her Müslüman şahsiyetin genel kaygıları, Rabbine karşı sorumluluklarının içtimai boyuta yansıyan görevleridir. Ana kaynaklardan İslam’ı öğrenme fırsatını henüz yakalayamayan insanların bizim hakkını vermediğimiz İslami kimlik nedeniyle bu dine farklı anlamlar yüklemelerinin bizim tutumlarımızla direkt ilişkisi olduğunu sürekli hatırda tutmamız gerekir. Bu aziz dini kendi eksiklerimiz ve zaaflarımız nedeniyle yeteri kadar temsil edemeyişimizin de bir vebali olduğunu bilmeliyiz.

Öncelikle İslami hareketlerin toplumsal karşılığının son yıllarda giderek azalmasının sebeplerini kendimizde aramalıyız. Muhakkak ki 15 Temmuz’dan sonra devletin geliştirdiği politikalar nedeniyle toplum nezdinde İslami yapılara dönük şüphe ve endişenin temayüz etmesi önemli bir nedendir. Ne var ki devlet baskısının yoğunlaştığı hatta İslami hareketleri her türlü yola başvurarak itibarsızlaştırma siyasetinin güdüldüğü dönemlerde bile İslami hareketler zemin kaybetmemiş, toplumla arasında bugünkü gibi bir kopukluk gerçekleşmemişti. Günümüzde yaşanan bu sorunların nedenleri, bizlerin sergilediği boş vermişlik haliyle birlikte fert ve topluluklar olarak bireyselliğe meyletmemiz, kendi asli gündemlerimizin dünyevileşerek bir hastalığa dönüşmesi, tüketim alışkanlıklarının yaşam tarzlarımızı kalıcı biçimde değiştirmesi şeklinde sıralanabilir. Sıradanlaşma, tebliğ faaliyetlerini eskisi gibi önemsememe, örgütlü ilişkilerin yerini keyfiliğin alması, sorumlulukların ötelenmesi ve başka yerlere tahvili, insani ilişkilerin zayıflaması gibi saikler de yapıların donuklaşmasının nedenleri arasında gösterilebilir. Bunlar yakın geçmişte ortaya çıkan ve hâlâ farkında olamadığımız, giderek normalleşmeye başlayan zaaflarımızdır.

Daha düne kadar yoğun baskılar altında, yer yer gizli biçimde, bazen köhne mekânlarda, çoğu zaman mütevazı koşulları olan evlerde faaliyetlerini aksatmadan sürdüren bizlerin imkânları çoğaldıkça, üzerimizdeki baskı azaldıkça sorumluluklarımızı da aksatmaya başladık. Seküler hayatın, tüketimle yozlaşan yaşamların karanlığından İslam’ın aydınlığına davet etmemiz gereken insanlarla aynileşme yolunu tutturduk. Konuşmalarımız, gündemlerimiz, endişelerimiz çoğunlukla dünyalık mevzular etrafında şekillenmeye başladı. Bu dönemde muhafazakâr-dindar kesimin sosyo-ekonomik koşullarında geçmişe kıyasla ciddi düzelmeler yaşandı ve bu da daha çok modern tüketim unsurları tarafından şekillendi. Çoğumuz kendimizi bu sapmadan kurtarmayı başaramadık; önceliklerimizin ve beklentilerimizin kulvarları değişti.

Yozlaşma ve çürüme, ansızın ortaya çıkmaz, bir süreç içinde biçimlenir. Önce yapmak zorunda olduklarımız, duygu ve düşünce dünyamızın dışına itilir, ardından yapmamamız gerekenlerin peşine düşeriz. Mesuliyetlerimizin kıymetini bilmedikçe Rabbimizin yardımından da mahrum kalırız. Bize verilen imkânların, nimetlerin hakkını ifa etmedikçe ve dünyalıkları merkeze alan bir yaşam inşa ettikçe de imtihanı büsbütün kaybetmeye başlarız.

İslami kimliğimizle ortaya koyduğumuz pratiğin tutarlılığını sorgulayarak muhasebeye başlayabiliriz. Mesela bugün bulunduğumuz makamlarda Müslümanca davranma hassasiyetini gösterebiliyor muyuz? Kibir, büyüklenme, tepeden bakma gibi çirkinlikleri sergileyerek insanlara kötü örnek olan, itici Müslümanların sayısı giderek artmıyor mu? O makamların sağladığı imkânlarla adaletsizlik ve yolsuzluk yapanların, dünyalık hevesler yüzünden İslami kimliğe verdiği zararın tarifi mümkün mü? Müslümanları; adaletsiz, kibirli, kimseyi umursamayan, yolsuzluk yapan, muhteris, makam-mevki sevdalısı, ilkesiz kişiler gibi gösterecek davranışları sergileyerek mi şahitlikten bahsedeceğiz? Bu çirkinlikleri -her kim olursa olsun- yapanları açık biçimde uyarıp kınamadan, hiçbir şey olmamış gibi ilişkilerimizi sürdürecek miyiz? Unutmayalım ki sosyal hayatta, insani münasebetlerde Rabbimizin bize yakıştırdığı özelliklerin aksini sergileyip Müslümanların taşıması gereken saygınlığı kendi hevaları yüzünden gölgeleyenler, İslami mücadeleye muarızlarından daha çok zarar verirler. Yaptığımız hatalar, bilerek işlediğimiz cürümler sadece kimliğimizin kirlenmesine yol açmaz, bizleri kötü bir geleneğin de temsilcisi kılar. Düzeltemezsek bile uyarma vazifemizi sürdürmeliyiz.

Dava bilincine sahip olan Müslümanların taşıması gereken tevazuyu, erdemi, ahlaki olgunluğu hiçbirimizin ihmal etmemesi gerekir. Rabbimizin koyduğu yasaklara, hadlere en fazla bizler riayet etmeliyiz. Hayatın her alanında İslami kimliğimizin bütüncül biçimde bizi kuşattığının farkında olmalıyız. Ticaretinde faize bulaşan, rüşvet alıp veren, adam kayıran, iltimas geçen, uzak durulması gereken ortamların müdavimi olan Müslümanların toplumda nasıl sevimsiz bir görüntü çizdiklerinin hepimiz farkındayız. Hataların çoğalmasıyla beraber bunların sıradan fiillere dönüşmesi, bu yanlışlara “meşru” kılıfların uydurulması, tanınan ve önde gelen isimlerin bu kusurları işlemesi, “kötülüğün” normalleşmesine ve kanıksanmasına yol açar.

Kıldığımız namazın bizi kötülüklerden korumasını ummamız gerekirken, namaz kılanların kötü işlerle anılmasına yol açacak günahları işlemeye devam ediyoruz. Bilmeliyiz ki hem fert fert hem de topluca Rabbimize hesap vereceğiz. İslam insanlığın kurtuluş ümididir. Bizler bu ümide ters fiillerimizle ancak kendi ahretimizi karartırız. Rabbimizin dinine yardım etmemiz gerekirken, Müslümanlığımızı basit çıkarlar uğruna ayağa düşürerek bu dine ihanet etmiş oluruz. Ne İslam’ın ne de Cenab-ı Hakk’ın bizlere ihtiyacı var. Aksine bizler O’nun sonsuz rahmetine muhtacız. Aciz kulları olarak bize verdiği hidayet nimetine karşılık nankörlük edersek iki cihanda da yüzümüzün kararacağını hatırdan çıkarmamalıyız.

Kimliğimizi Kirleten İlave Kimlikler

Müslümanların son dönemde yakalandığı bazı başka hastalıklar da kimliklerinin bulanıklaşmasına yol açmaktadır. Özellikle 15 Temmuz’un ardından iktidar eliyle tırmandırılan milliyetçiliğin birçok Müslüman tarafından benimsenmesinin, normal görülmesinin, arı-duru olması gereken İslami kimliğin yanına adeta perçinlenmesinin kabul edilebilir bir tarafı yoktur. Milliyetçiliğe meyletmek, bu modern ifsad ideolojisini benimsemek, son iki asırdır ümmet birliğini dağıtan bu hastalığa talip olmak kimliğimizi inkâr etmeye benzer. Yerlilik-millik kavramlarıyla köpürtülen, ardından iç ve dış politik hesaplar nedeniyle tırmandırılan Türk milliyetçiliğine karşı çıkmayı bugün ne yazık ki en çok Müslümanlar “hainlikle” eş değer tutuyor. Yeniden farkına varılan ve yüceltilen Türkçülük, İslami değerlerimizin ve kimliğimizin önüne geçirilen mukaddes bir davaya dönüştürülmektedir son yıllarda. Hükümetin MHP ile ittifakı gibi Müslümanların da milliyetçilikle ittifak ettiği söylenebilir. Bunun İslami kesimde ciddi bir rahatsızlığa yol açmaması ve aksine kimilerince sahiplenilmesi ise Müslümanların yeniden milliyetçiliğin esiri olacağı anlamına gelmektedir. Milliyetçilikten tamamen arınması gereken İslamcıların hükümet eliyle kurumsal karşılık kazanan milliyetçiliği kimliklerine ek yapmaları, dinî anlayışla iç içe anmaları nedeniyle modern çağın en tehlikeli toplumsal hastalığı olan ideoloji nesillerimizi de zehirleyecektir.

Milliyetçiliğe ilave olarak son yıllarda Mustafa Kemal sevdasının ve resmî ideoloji tazimlerinin de mahallemizde karşılığının giderek arttığını vurgulamak gerekir. En başta hükümete yakın duran Müslümanlar ve STK’lar tarafından her vesileyle Atatürk’ün zikredilmesi, resmî ideolojinin “kutsal” günlerinden övgülerle bahsedilmesi açık bir sapmanın işaretleridir. Kemalizm’in Müslüman mahallesinde propagandasının -maksadı ne olursa olsun- asla yeri yoktur. Müslüman halkı, seküler laik bir ulus topluma dönüştürmek için her türlü baskıyı, zulmü ve vahşeti sergileyen Kemalizm’i meşru göstermeye dönük tüm fiiller kimliğimize yapılmış bir saldırıdan farksızdır. Diktatör Atatürk’ü Müslüman toplumla birlikte bu toprakları işgalden kurtaran Gazi Mustafa Kemal güzellemeleriyle aklamaya çalışmak, yüceltmek; sığınmacı bir tutumla Anıtkabir turları düzenlemek, Atatürk’ü İslam beldelerinin kahramanı ilan etmek zillete boyun eğmekle eşdeğerdir. İslami kimliğimizi bulandırma anlamına gelen bu tutumları hiç kimsenin hatırı için benimseyemeyiz. Ne milliyetçiliğin ne de Kemalizm’in İslami kimliğimizi kirletmesini kabul ederiz. Kimliğimizin netliğine halel getirmemek adına her Müslümanın bu ifsad edici ideolojilerle arasına ciddi bir mesafe koyması ve bunlardan beri olduğunu ilan etmesi gerekir.

Son yıllarda düşünce hayatımızın derinlik kaybetmesi, pratiklerimizin zayıflaması, birçok yanlışa karşı tavırsızlığımız bizleri pasifizme teslim olmaya itmekte. İtiraf edelim ki inancımızla çelişen çoğu şeyin yaşamlarımıza usulca sokulmasına karşı pek bir şey yapma gayreti içinde de değiliz. Nesillerimize nasıl bir düşünce ve mücadele mirası bırakacağız?  Kafası karışık, kimliği bulanık, örgütlü yapıları çözülüp gevşemiş, toplumda saygınlığı ve ciddiyeti azalan kesimlerin geleceğin inşasında etkisi olamaz. Bununla birlikte bu siniklik halinin başta kendi çevremizdeki genç kuşakları olumsuz etkilediğini bilmemiz gerekir. Bu hastalıklı kimliklerden, bugünü kodlayan seküler-ladini değerlerden, bir ideolojik aygıt olarak devletten, her türlü resmî doktrinden uzak durarak, bunlara karşı açıktan tavır alarak, kimliğimizin netliğini vurgulayabiliriz. Taleplerimizi sürekli gündemde tutarak ve bu toplumu ifsada sürükleyen değerlerin karşısında söylem-eylem tutarlılığı sergileyerek dimdik ayakta kalmayı başarabiliriz.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR