1. YAZARLAR

  2. Haksöz

  3. İslami Bilinç ve Aidiyet Milliyetçilikle Kökten Hesaplaşmayı Gerektirir

İslami Bilinç ve Aidiyet Milliyetçilikle Kökten Hesaplaşmayı Gerektirir

Ekim 2022A+A-

Türkiye siyaseti, akademisi, medyası ve kurumları milliyetçi/ulusçu retorik tarafından belirgin biçimde teslim alınmış halde. Son yıllarda iyice gaz verilen, kışkırtılan, palazlandırılan bu söylem ve yönelim toplumsal yapının tamamında giderek daha görünür bir mahiyet kazanıyor. Tüm milliyetçilikler gibi Türk milliyetçiliği de muhatap kitlesine sürekli biçimde birbiriyle çelişen iki duyguyu bir arada pompalıyor: Bir yandan hamasi bir coşku ile gerçeklik algısı tarumar edilen kitlelere temelsiz bir özgüven patlaması yaşatılırken, aynı anda tehdit algısı abartılı bir biçimde vurgulanarak beka kaygısı pekiştirilip derinleştiriliyor.

Milliyetçi söylemin yoğun bir görünürlük arzetmesi ve sözkonusu atmosferin bu ülkenin baskın kültürünü temsil etmesi aslında yeni bir olgu değil. Bilakis kuruluş sürecinden itibaren bilinçli bir biçimde devreye koyulan sistematik çabaların bu yönde ciddi bir ağırlık merkezi teşkil ettiği, bu ülkede siyaset yapan neredeyse her kesimi farkında olunsun ya da olunmasın derinden etkilediği, yönlendirdiği biliniyor. Bu yönüyle elbette milliyetçilik dayatmasıyla yeni karşılaşmıyoruz. Bilakis Türk milliyetçiliğinin bu ülkenin resmî ideolojisi, egemen ideolojisi, daha net ifadesiyle kurumsal dini olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Sağ Sapma

Bununla birlikte uzun bir mücadele sürecinin neticesinde bilhassa 2000’li yılların başından itibaren kısmen de olsa geriletilmiş, siyasal-toplumsal yapıdaki etkinliği belli ölçüde azalmış görünen milliyetçi söylem ve tutumun bilhassa 15 Temmuz sonrası dönemde yeniden baskın hale geldiği açıkça görülmektedir. Daha da önemlisi ve bizler açısından şüphesiz çok daha vahim olan şey ise son yıllarda kabartılan bu dalganın bir biçimde dindar kitleleri de etkisi altına alması olgusudur.

Ne yazık ki gerek zihniyet gerekse siyasi gelenek itibariyle bu ülkede milliyetçilik adlı cahilîanlayışa en fazla uzak durması gereken kesimler arasında dahi bu sapkın tutumun etkilerinin yaygınlaştığı görülmektedir. İslami aidiyetin netleştirilmesi sürecinde milliyetçilik cahiliyesi ile uzun soluklu bir mücadele geleneğine de sahip kesimler açısından yaşanan bu durum şüphesiz çok düşündürücüdür, üzücüdür.

Milliyetçi söylem, sembol ve tavırların gelişiminde farklı faktörlerin etkili olduğu bilinmektedir. İktidarın politik talep ve çıkarlarının, toplumu birtakım ortak hedefler temelinde homojenleştirme çabasının ve ilaveten kitlelerin dikkat ve tepkilerini sürekli biçimde harici unsurlara yöneltme çabasının burada belirleyici rol oynadığı görmezden gelinemez. İşte bu çaba Türkiye devletinin geleneğiyle de paralel biçimde iktidar kadrolarını milliyetçi söyleme daha yoğun biçimde sarılmaya sevk etmiş, bir yönetme ve yönlendirme tekniği olarak artan bir tarzda milliyetçiliğe yaslanmayı beraberinde getirmiştir. Bu yönüyle milliyetçiliğe yüklenen işlev bir anlamda ağrıları dindirmek için morfine başvurmaya benzemektedir. Uyuşturucu ile kısa sürede rahatlatılan kitlelerin uzun sürede yaşayacağı bağımlılık sorunu ise hiç görülmek istenmemektedir.

Öte yandan Türkiye’de İslami hassasiyete sahip kitleler, hatta kendilerine İslami kimlik atfeden kesimler arasında dahi milliyetçi anlayış, söylem ve sembollerin net biçimde dışlanmamış olması, resmî ideolojinin fanatik Kemalist unsurlarına karşı çıkarken siyasal cepheleşme zemininde milliyetçi eğilimle paralellik geliştirilmesi gibi etkenler yüzünden zaten zaaflı bir toplumsal bünye ve gelenek mevcuttur. Bu zaafın son dönemde gelişen politik atmosferin de etkisiyle daha da derinleştiği ve milliyetçi eğilim ve yönelimlere savrulmayı kolaylaştırdığı görülmektedir. Özetle arınma eksikliği bulanıklık riskini çoğaltmıştır.

Milliyetçiliğin Zehirli Meyveleri

Milliyetçilik olgusu bugün bu ülkede en bariz biçimde muhacirlere yönelik nefret, tahkir ve saldırı şeklinde karşımıza çıkmaktadır. Hayati nedenlerle bu ülkeye sığınmış ve birçoğu da bu ülke halkıyla aynı inanç, değer ve hayat tarzını paylaşan insanlara karşı gösterilen tepkiler inanılmaz derecede çirkin, gayrı ahlaki ve gayrı insanidir. Irkçılık ya da yabancı düşmanlığı diye de adlandırılan bu nefret olgusunu milliyetçi atmosferden ayrıştırmaksa mümkün değildir. Irkçılık denilen hastalık halinin milliyetçiliğin potasında geliştiği inkâr edilemez. Milliyetçilik teşvik edildikçe, kışkırtıldıkça, etnik ya da vatandaşlık temeline oturtulan biz ve başkaları ayrımı keskinleştirildikçe ırkçılığın gelişmesi kaçınılmaz sonuçtur.

Sürekli korkularla beslenen, yalanlarla kışkırtılan, azdırılan milliyetçi söylemin zehirli meyveleri bugün en uç ve zalimane biçimde muhacir düşmanlığı, göçmen karşıtlığı şeklinde karşımıza çıkmakta, mazlum ve mağdur kardeşlerimizin hayatını zorlaştırmakta, karartmaktadır. Ama bu hastalığın yol açtığı kötülükler muhacirlere yönelik düşmanlık ve haksızlıklarla sınırlı değildir. Bu olgu iki yönlü bir kötülük odağı şeklinde boy vermektedir. Bir yanda zihinsel bir kirlenme, akidevi bir sapkınlık diğer yanda ise sosyal hayata doğrudan yansıyan düşmanlık pratikleri şeklinde kendisini hissettirmektedir.

Kimlik Tercihinde Cahilî Savrulma

Milliyetçi körelmenin yol açtığı asıl ve büyük tehlike akidevi/ideolojik sapmadır. Bir mümin için en temel husus olan kimliğin inanç temelinde belirlenmesi ilkesi milliyetçilik etkisiyle geri plana düşebilmekte ve coğrafya, etnik köken, vatandaşlık vb. etkenler üzerinden bir aidiyet tanımı öne çıkmaktadır. Allah Teâlâ’nın iman edenlere “Ben Müslümanlardanım.” demeyi ve bundan başka aidiyetler peşinde koşmamayı emretmesine rağmen ideolojik bir zehirlenmeyle farklı arayışlara yönelmenin açık adı haktan sapmadır, bâtıla meyletmedir.

Kendimizi hangi esasları temel alarak ve nasıl tanımladığımız dünyaya bakışımızı, kendimizi hayat içinde konumlandırmamızı, biz ve başkaları ayrımının ölçüsünü belirler. İşte burası çok temel bir ayrım noktasıdır ve ya vahyin belirlediği esaslar çerçevesinde ya da ilahi ölçülerden uzak biçimde cahilî birtakım anlayışlara, eğilimlere, kabullere göre şekillenir. Son iki asırdır küresel çapta etkinlik kazanmış bir dünya görüşü olarak milliyetçilik sadece cahilî bir hayat anlayışını benimsemiş kesimlerin değil,kendilerine İslami kimlik nispet eden kitlelerin de zihinlerini etkilemekte, maalesef İslami aidiyet iddiasını gölgelemekte ve boşa düşürmektedir.

Bu bağlamda kimlik tanımının tümüyle İslami çerçeveyi dışarıda tutarak belirlenmesi ya da eklektik bir mahiyet arzederek birtakım İslami unsurları, sembolleri de içermesi özünde çok net bir farklılık doğurmaz. Netice itibariyle talip olunan, öne çıkarılan aidiyet saf İslami esaslar çerçevesinde şekillenmiş değilse, razı olunan çerçevenin dışına düşmüş demektir. İster eklektik bir mahiyette olsun isterse de tümüyle İslami aidiyeti dışlayan bir görünüm arzetsin sonuçta biz ve onlar ayrımının Kur’an’ın ve Sünnet’in belirlediği esaslar çerçevesinde tanımlanması yerine cahilî anlayış ve kabullere göre belirlenmesi bir sapma halidir.

Bu sapma hali asli manada ‘yabancı’ sayılması gereken cahilî bir hayat peşindekilere yakınlık hissetmeyi, buna karşın Rabbimizin kardeş kıldıklarına karşı mesafeli bakmayı, uzak durmayı beraberinde getirebilmektedir. Sırf kan bağından dolayı, aynı etnik kökenden geldikleri ya da aynı toprağı paylaştıkları için mücrimleri ‘bizden’ kabul ederken; dil ve coğrafya farklılığı nedeniyle muttaki, mümin kardeşlerimizi ‘yabancı’ görme yanlışına sürükleyebilmektedir.

Ümmet bilincinde, aidiyetinde aşınmalara, yıpranmalara yol açan bu eğilim atalarla övünme cahiliyesine rahatlıkla meydan verebilmektedir. İşte ‘tarihte kurulmuş şu kadar Türk devleti’ övünmesini, 2.500 yıllık ordu geleneği böbürlenmesini, İslam’dan önceki dalalet, sapkınlık, şirk dönemlerinin bile adeta tezkiye edilircesine öne çıkartılmasını besleyen, sevimli gösteren kafa yapısını milliyetçi kirlenmenin doğal sonuçları olarak görmek gerekir.

Resmî İdeolojiye Selam Çakma

Milliyetçi atmosferin adeta dizginlerinden boşalmışçasına tüm ülke sathında yaygınlık kazanması ve zihinlerde kurduğu tahakküm tutarsız, adaletsiz, kaypak görüntülerin de çoğalmasına sebebiyet vermektedir. Bu bağlamda resmî ideolojinin sembol unsurlarının muhafazakâr-dindar zihinlerde geçmişe nazaran daha fazla yer tutmaya başlaması dikkat çekicidir. Vatan ve bayrak kutsamasından ulusal gün ve bayramlara sahip çıkma yarışına, oradan da Mustafa Kemal kültünü tazime giden süreç birbirinden bağımsız gelişmediği gibi hepsinin beslendiği ana kaynağın milliyetçilik olduğu da bir sır değildir.

Muhafazakâr kadrolar açısından gelinen yer çok dikkat çekici ve düşündürücüdür. Eskiden olduğu gibi kerhen sarfedilen sözlerden, mecburen parçası olunan ritüellerden farklı olarak tuğyanı gönüllü sahiplenme tavrı önplana çıkmaktadır. Eski tutum da elbette asla masum değildi. Bilakis sahibine zül getiren, şahsiyetsizliği besleyen bir yanlıştı ama şimdiki hal eskiyi bile aratacak şekilde kötüdür, çirkindir, zulmü ifade etmektedir.

Bu sapma-savrulma hali beraberinde pek çok yanlışın içselleştirilmesini, haksızlıkların meşru görülmesini getirmektedir. Kürt sorununa dair yaklaşım tarzındaki çarpıklık bu halin yansımalarından biridir. Milliyetçi atmosferin ülke sathında baskın kılınması neticesinde Kürt sorunu tümüyle görünmez kılınmış, daha doğrusu örtülmüştür. Kürt sorunu denildiğinde toplumun epeyce geniş bir kesimi ‘dış destekli bölücü unsurların yarattığı huzursuzluktan ibaret bir şey’ algılıyor durumdadır.

Ne yazık ki sorunu bir asayiş meselesine indirgeyen ya da ‘PKK terörü’nden ibaret algılayan bakış açısı toplumun geniş kesimleriyle birlikte dindar çevrelere de büyük ölçüde kabul ettirilmiştir. Geçmişte daha net algılanan ve fiilen olmasa da en azından tepki duyulan toplumun tüm kesimlerine, bütün unsurlarına yönelik Türklük dayatması neredeyse görülmez, anlaşılmaz hale gelmiştir. Başka kimliklerle birlikte Kürt kimliğinin yok sayılması, Türklük-Türkçülük dayatmasıyla asimile edilmeye çalışılması gibi olgular yeniden kendini hissettirmeye başlamıştır.

Bundan daha kötüsü ve can sıkıcı olan ise kendilerini sadece Müslüman kimliğiyle tanımlamaları gereken insanların bu rüzgârla birlikte kendilerini Türklük üzerinden adlandırmakta bir beis görmemeye başlamalarıdır. Tümüyle konjonktürel ihtiyaçlar temelinde üretilmiş ve ne tarihsel bir olgu olarak gerçeklik temeline sahip bulunan ne de İslam akidesi açısından bir anlam ifade eden kurgusal-hayalî bir aidiyet tercihi adeta yüzlerce yıldır bu halkı bir arada tutan, hayatlarına anlam katan bir olguymuş gibi sunulmakta ve dayatılmaktadır. Bu saçmalığa itirazlar ise çeşitli ideolojik ithamlarla baskılanmaya, etkisiz kılınmaya çalışılmaktadır.

Kimliksel Arınma Şarttır

Tam bu noktada içinde bulunduğumuz ortamı sorgulamaya, pozisyonumuzu gözden geçirmeye ve yeniden tavır belirlemeye ihtiyaç duymaktayız. Bizler Müslümanlar olarak önüne arkasına herhangi bir ek, sıfat koymaksızın Rabbimizin bize lütfettiği kimliği öne çıkarmayı, aidiyetimizi bu zeminde ifade etmeyi şiar edinmeliyiz. Bunu dışlayacak, gölgeleyecek her türlü bağlılığı, aidiyet ve tanımı ise net biçimde reddetmek zorundayız.

Hiç şüphesiz milliyetçilik cahiliyesi yaşadığımız ülke gibi, tüm İslam ümmeti açısından da en tehlikeli sapma, karşılaştığımız en büyük tehdit unsurudur. Bu cahilî anlayış ve yönelimden kendimizi tümüyle arındırmadan tevhidi net biçimde kavramakmümkün olmadığı gibi, adalet ve hakkaniyet temelinde bir toplumsal zemin inşa etmek de mümkün değildir.

Mümin için en temel sorumluluk gerek ferdi gerek toplumsal düzlemde Rabbu’l-Âlemin’in razı olacağı bir hayatın inşasına çalışmaktır. Bu çaba ise öncelikle eklektik olmayan, net bir kimlik izharında bulunmayı gerektirir. Katışıksız, saf bir kimlik beyanı ise başta milliyetçilik olmak üzere her türlü cahilî aidiyetten mutlak manada arınmayı gerektirir.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR