1. YAZARLAR

  2. Nurettin Özcan

  3. Gökten Üç Elma Düştü...

Gökten Üç Elma Düştü...

Şubat 2002A+A-

Ey yalanlar yalanı sevgi! Hani nerde
Gözyaşlarınla dolacak şişeler?
Kleopatra

Ünlü Rus düşünürü Tolstoy tereddütlerle geçen ve bir türlü dizginlenemeyen hayatının ellinci yılında bir gün diz çöker ve ellerini açarak; "Bana seni anlayacak gücü ver Tanrım ve başkalarının da onu bulmasına yardımcı olmamı sağla lütfen!" diye dua eder. Hırçınca bir hayatı bütün cepheleriyle yaşayan bu fikir dünyasının dev adamı yıllarca yaşadığı ruhî anaforlarının ötesinde artı teslimiyet ve tevekkül'ü idrak makamındadır. Kendi toplumuna yön veren bütün entellektüel dimağlar daima derin bir muhakeme ve o değerde de bir iç murakabe halindedirler. Bu sebeple kolay kolay ön yargıların alçaltıcı sefaletine yakalanmazlar ve baronların esaretinden de yine bu sebeple emin bir mesafede kalırlar.

Ünlü Floransalı Dante, devrin Kardinaline verdiği bir lâyihada onun Rönesans devrine dönmesini telkin ve tavsiye ederken bizden bir entelektüel Şinasi de, Tanzimat Ferman'ı adıyla meşhur teslimiyet ve esaret vesikasını hazırlayarak toplumunun tutsaklığını resmileştiren Mustafa Reşit için: "O bir medeniyetin Rasûlüdür" der. Paris'in ışıltılı büyüsüne kapılan Şinasi kendisine yeni bir mihrap arar, bulur da. Batı ile aramızdaki ne büyük fikir ve idrak farkıdır bu?! Bir entelektüelin beyninin bütün kıvrımlarını kemirerek işgal eden ve kendini aşağı görmek gibi tezahür eden bu evham ve yoksulluk duygusu daha sonra halk katlarına da kendi dışında kalanları hor ve hakîr görme gibi bayağı bir kimlikle nüfuz eder...

Kırım harbi vesilesiyle Osmanlı devleti ile Fransa arasında dostluk bağının kuvvetlenmesi üzerine, Fransız imparatoru, Abdülmecid'e "Legion d'honneur" nişanı teklif ettiğinde, Padişah bu nişanı kabul etmekte tereddüt göstermez. Bu suretle ilk defa olarak bir Osmanlı padişahı, bir yabancı hükümdarın nişanını göğsüne takar. Bu olay İstanbul'daki Fransız elçiliği için büyük bir başarıyı ifade eder.1

Başdönmesi bununla sınırlı kalmaz, Dolmabahçe'nin ihtişamlı duvarlarında acıtan gedik daha da derinleşir ve Abdülaziz kendi yerine padişah yapmak istediği oğlu İzzeddin Efendiyi Avrupa usûlü yetiştirmek için III. Napolyon'a müracaat ederek Fransız bir mürebbi ister.

Evet, mimarisinden her türlü sosyal dokusuna kadar çok uzun bir dönem batı dünyasının hayallerini süsleyen bu azametli, bu muhteşem rüyalar ülkesinin Halife-i Rûy-i Zemîn'i beş asırlık kılıcını kınına sokar ve oğlunun terbiyesi için Avrupalı bir sarayın önünde ilk kez diz çöker...

O gün, mahzun doğan güneş, Süleymaniye'nin kubbesine asırlardır cömertçe serpiştirdiği sevdanın billurdan ışıklarını toplar ve nesiller boyu nice emsalsiz güzelliklerine şahit olduğu boğazın derin mavi sularında bir daha doğmamak üzere hüzünle batar... Ve arkasında bıraktığı şaşkın ve çaresiz nesillerin de kendilerinden sonrakilere anlatabilecekleri yalnızca acı serüvenleri kalır...

Bir oyuna rasgeldim
Her taşı yakup hüznü
anlat
bu boşalmış at
hüzündür
yanında
kalfa
çırak
ben bir oyuncu tanıdım
daha
ataktı
gördüm ki çatlıyordu kara kuzgun
kâbusa beyaz bir su
oyuluyordu
ve sabır
olmasaydı
yeryüzünde
bir gün
kalınabilir miydi? 2

Ve sahipsiz kalan feryadın sesi yoktur artık... Her yerde bölük pörçük olmuş bütün uzviyetini kaybetmiş kırık dökük hayatlar...

İlk plânda basit birer olay gibi görülebilecek bu hadiseler yıllar sonra, bu toplum bireylerinin yaşamamış olmayı dileyecekleri bir kâbusa döner. Allah'ım! ne zorlu bir keder... Işığını yitiren ay, karanlık gecelerin koynunda utanarak saklanır.

Bir toplumun gerçek gücü ve geleceğine âit işaretler şu anda sahip olduğu ve temsil sadedinde bulunduğu iç dinamiklerine bağlıdır, yani toplumsal diriliğine... Kandil şavkıyla aydınlanmaya çalışan ve el yordamıyla yürümeye zorlanan toplumlarda bu diriliği görebilir misiniz? Kitlelerin kelimelerle vurulduğu, her köşede postuna çökmüş kutsanmış efendilerin hükümler yağdırdığı karanlık bir dünyada İleri atılacak aydınlık adımları bulabilir misiniz? Tahtlarına kurutmuş çalımlı ve ceberrut tiranların hükümlerine boyun eğmediği kuruntusuyla teselli bulan bazı kitleler, postlarına azametle kurulan efendilerin ruhlara nüfuz eden buyruklarına karşı maalesef savunmasızdırlar. Ve kendi yapayalnızlığında yitik bir kitap... Davud'un işitilmeyen o gür sadası... Hani ışığına koşan kelebekler? Satır satır yollarına güneş gibi doğduğun sevda çiçekleri?.. Ya her köşede mutluluğu yontan heykeltraşların?!..

Ay ve güneş ya İbrahim'in gözüyle görülür, ya da Eflatun'un mağarasındaki gamlı ve yoksul kölelerin perdelenmiş bakışlarıyla... Birinde özgürlüğün tadını bulursunuz diğerinde esaretin derin izlerini...

Öyle ya! ufkun bir ucunda ışığın aydınlattığı gerçekler öbüründe gölgelerin gizlediği kahrolası vehimler...

Büyük İskender, Sezar ve Blücher alkoliktiler; Bismarck "histerik", Abraham Lincoln ise "depresif" idi. Rousseau'da paranoya vardı. Fakat sadece bunları bilmek yeterli değildir. Asıl öğrenilmesi gereken bu şahısların niçin özellikle politikayı seçmiş olmalarıdır.

Suç teşkil eden fiildeki herhangi temel unsur, failin diğer insanların haklarını çiğnemek eğilimine sahip oluşudur. Bu tür şahıs, sonuçlarına katlanmayı göze alarak, hırsızlık yapacak veya cinayet işleyecektir. Yahut da, sosyal yapı içinde, suç teşkil eden davranışlarının cezalandırılmayacağı bir mevki elde edecektir. İşte bu seçimin tercih sebebi budur3. Hâl böyle olunca insan elbette Şinasi ve diğerleri için baskıcı eğilimlerinin asıl sebeblerini sorgulamak ihtiyacını duyacaktır.

Ünlü Hintli düşünür Tagore şöyle der: "Tutsak, söyle bana, bu kırılamayacak zincirleri sana kim bağladı?" Tutsak karşılık verir: "Bu zincirleri özenle ben hazırladım ve şekiller verdim!" Ahi o yaşadığı iklimin zifiri karanlığını ruhlarına derin ürpertiler vermeden göremeyen bîçareler. Düştükleri alacakaranlıkta kanat çırpamayan dîvaneler... Nasıl anlatsam! Zeus'un yıldırımlar yağdırdığı Olimpos'un zirvesi kırık kanatlarla aşılamaz ki!..

Mum ışığında bile eriyen zırhınızla yüksek volkanların üfürdüğü kavurucu alevlere nasıl dayanırsınız? Yazgısında bahtsızlık olmadığı halde bedbaht yaşayan kitleler her şeylerini teker teker yitirdikten sonra: "Ne olursa olsun yaşadığım onurlu bir hayattı" diyebilirler mi acaba?!.. Elden kaçırıldıkça yalnızca seraplarıyla avunulan yoksul hayatlar!.. Müthiş bir tabloyu seyrediyor gibiyim: Soğuk ve karanlık...

Bu tabloda iniltiler bedenlerden değil ruhlardan yükselir... Artık kitlelerin kendisi için endişelenebilecekleri kıymetli herhangi bir hazinesi kalmamıştır. Birey çürüye çürüye en son mücevherini de kaybeder. En son mücevherini yâni erdemini... Bir düşünür: "Brütüs öldürecek kimseyi bulamazsa en sonunda kendisini öldürür" der...

Gerçekten de öyle; bu İnsanoğlunun tasvir ve tasavvur edebileceği en hüzünlü bir melodram'ın son perdesidir.

III. Selim döneminde devlet adamları bir hayli yoksullaşmış bulunan halkı kendi aralarında: "Halkı bundan daha iyi meşgul edecek şey olmaz, geçim derdine düşsünler de devlet islerine karışmasınlar" diyerek değerlendiriyorlardı.4

Peki sonrası? O da öyle. Hasan Cemal hatıralarında şu notları düşmüş: "12 Eylül 1958 de günlüğüne, 'Nazım Hikmet henüz yazılmamalı' diye bir not düşmüş Aziz Nesin: 'Nazım Hikmet'in biyografisini bugün Türkiye'de yayımlamak bence doğru değil. Nazım Hikmet bugün Türk okurlarının gözünde, saraylı genç kızın gözündeki şeyh Efendi gibidir. Bir mit halindedir. Oysa Nazım Hikmet de diğer normal insanlar gibi öksürür, hapşırır, geğirir ve o...rur.' Bunları öğrenmek gerçeği öğrenmektir. İyidir. Ama bu gerçekler ortaya çıkınca, ona mit diye bakanların hayâl kırıklıkları bir yana, gericiler bundan, yani Nazım Hikmet'in gerçek kişiliğindeki doğal zaaflarından, karşı propagandaya girişerek yararlanmaya çalışacaklardır."5

Her adımda pusuya yatmış kaypak bir cehalet... Yalana ve entrikaya bu derin tutku niye?!.. Kendi toplumuyla barışık olmayı asla istememiş, gerçeklerle akordunu da hiçbir zaman tamamlamayı başaramamış mağrur ve marazî aydın tiplerinin oluşturduğu hastalıklı yığınlar daima o toplumun hülyalarını çalan gulyabaniler olmuşlardır. Her gün el değmemiş yeni yeni aldanışlar ve aldatışlar varsa eğer, gecenin karanlığı bu günahların hangisini saklayacak?!.. Keşke bütün bunlar bir masal olsaydı da, esen diri bîr rüzgâr bu alacakaranlığın gölge oyunlarını alıp bir hayâl gibi sürüp götürebilseydi, keşke. Hani küçücük bir çocukken annemin omuzuna güvenli bir sığınak diye başımı yasladığımda onun nahif dudaklarında: "bir varmış bir yokmuş" diye başlayan ve anlata anlata "gökten üç elma düşmüüüüş" diye o güzel aksanıyla uzatarak bitirdiği ve mutlu sonlarıyla da çocukluk ruhumu daima huzura taşıdığı doyumsuz güzellikte masatları vardı, işte öyle bir masal. Ama öyle değil, gökten düşen o üç uğurlu elma çocukluğumdaki masallardaydı meğer. Gerçekte düşen ve dağılan her yanımızı kuşatmış ayrı ayrı çarpan, parçalanmış ve örselenmiş yürekler... Bu serüvende ölenler de var düşenler de...

Ruhunu, fikrini, zikrini ve her türlü kıymet unsurunu yok bahasına elden çıkaran ve hâlâ bir âbide olduğu kuruntusuyla huzur bulan kalabalıklar!..

Zehirli sarmaşıkların her tarafı sarmal bir ağ gibi kuşattığı, ön yargıların akl-ı selimi kelepçelediği, insanî haysiyet ve hassasiyetin otantik bir eşya gibi rafa kaldırıldığı bir dünyada bitkin ruhlara yeni hayatlar biçmek zor elbette. Nefret'in, vurdum duymazlığın, yürekler yakan o kahrolası bilmezliğin, iki yüzlülük ve samimiyetsizliğin en alçakcasının gönüllerde taçlandırıldığı bir dünyada yaşamaya çalışan saf sevgiler...

Kaf dağının yıkılışını ve kapaklanışını hiç hayal ettiniz mi? Düşleri bozan ne müthiş bir matem olurdu!..

Ey karanlığın ihramını yırtıp aydınlığını kucak kucak yollara serpen sevgili!..

Ey şeytanın öfkeli büyüsünü bozup tahtına kendi tacını koyan yüz akı!..

Ey yüreğimdeki yangının küllerini bastıracak çiğ tanesi!.. Ve Eyyüb'un sabrı..

Ve İsrafil'in diriliş sûruna yetişecek kervan.. Ve Yunus'un destan olan isyanı..

Ve tan vaktinin ışıltısına hasret ceylân gözleri...

Ey Süleyman'ın buyruğundaki rüzgâr! bana hayat verecek müjdeyi getir ne olur..

Peki, çocukluğumda gülen yüzümü saklayan resimlerim nerede? Ya aynalarım? Hayır hayır aynalarım kırılmasın, bir tufan gibi dalga dalga hüzünler çöktüğünde göreceğim aydınlık yüzler olmalı...

Dipnotlar:

1- Doç. Dr. Bilâl Eryılmaz, Tanzimat ve Modernleşme, s. 148.

2- İlhamı Çiçek, Göğekin

3- J.A.C. Brovvn, Beyin Yıkama, s. 102.

4- Doç. Dr. Bilal Eryılmaz, Tanzimat ve Yönetimde Modernleşme, s. 47.

5- Hasan Cemal, Kimse Kızmasin Kendimi Yazdım, s. 126.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR