1. YAZARLAR

  2. Faysal Akcan

  3. Geldiler, yediler ve gittiler...

Geldiler, yediler ve gittiler...

Kasım 2003A+A-

Ortadoğu'nun dinmeyen acısını paylaşmak dileğiyle...

Zamandan artakalan zamanda Fırat ve Dicle arasında buldun sen kendini.

Sığınacak bir çatı adına buzullarla ve ırmaklarla çevrili dağların vardı senin.

Ve uzun bir süre zapt edilmez bir rahvanlığın vardı senin.

Zagros silsilesinde yabani bir yalnızlıktı seni sıcak ülkelere indiren.

Sonra seni de evcilleştirdiler. Uysallaştın.

Ve ilkin o zaman geldiler.

Batıdan, doğudan kuzeyden ve güneyden geldiler...

Ve abanmak için senin üzerine, daha geleceklerdi asırlar boyu.

Sen ağlama güzelim...

Suç sende değil.

Dünyaperestliğimizdi bizi senin bağrında sana yabancılaşman.

Her ne kadar şair demişse de:

"İnsan, yaşadığı toprağa benzer.", biz benzemedik sana, sana yabancılaştığımız kadar.

Ve benzemediğimiz içindir ki sana, gelmeye devam ettiler.

Geldiler, yediler ve sahiplendiler.

Bizim ise, vücudumuz parçalanmış ve her parçamız bir tarafta.

Umursamaz ve sahiplenilmeyi kanıksamış.

Geldiklerinde, giden bizim güzelliğimizde.

Ve biz, giden güzelliklerinden bihaber, sevinçlerine katıldık onların.

Onların rakslarına...

Sırtında kambur bağlamış şehvetin necasetinden ve içinde debelenilen bulamacın cıvıklığından kör oldu gözler.

Gözü ganimet hırsı bürümüş Âdem'in oğulları,

Âdem'i inkar edip İblis'in böbürlenmesine hüründüler.

Ve gün geldi, bu kutlu topraklarda vücut bulmuş İbrahim'in torunları, dünyaperestliğin bataklığında akbabalara yol gösterici oldular.

Yine de sen ağlama.

Ağlama güzelim.

Suç sende değil...

Bedenlerimizden göç eden kimliğimizdi bu toprağı siccin vadisinin dostlarına terk eden.

Üşüşürlerken bile senin üzerine;

şehvetin uyuşukluğundan ve kirlenmiş hantal bedenlerin kokuşmuşluğundan gözünü açıp da ilgilenen olmadı seninle.

Gözünü açıp da ilgilenen olmadığı içindir ki seninle, gelmeye devam ettiler.

Geldiler, yediler ve sızdılar...

Bedenler darmadağınık...

Ve insaniyet uyuşukluğun sarhoşluğunda, vicdan, ihtiras şehrinde unutmuş kendini.

Ve yine de sen ağlama...

Ağlama şefkat çiçeğim...

Suç senin değil...

Bizim kendini unutmuş dalkavuk vicdanımızdı seni Deccal ellere terk eden.

Hiç yaşanmamış gibi, şekillendiğimiz toprağa yabancı...

Ve hiç acılarını tatmamış gibi umursamaz kaldık sana...

Umursamayı ve sahiplenmeyi bile unuttuk..

Umudu ve inancı bile...

Ganimetin ve şehvetin sarhoşluğu, kalpleri mühürleyip mumyaladı.

Biz ise hâlâ şaşkın ve kör.

Onlar, şaşkınlığı fırsat bilip gelmeye devam ettiler sürüler halinde...

Ve biz, bölünmüşlükten hâlâ suskun...

Bölünmüşlüğün ve ayrılıkların ağırlıkları altında bitakat ve kısık kaldı sesimiz, duyan olmadı...

Tahammülsüzlüğün girdabında tuzağa düştük, savrulduk.

İşte bu yüzden, solan bir çiçek gibi soldu haykırışlarımız...

Yine de sen ağlama...

Ağlamak yakışmaz sana.

Bak, yanaklarından süzülen iki ıslak sicim, tahassür hattında çukurlar açtı kendine...

Irmaklara dönüştü...

Ve birine Fırat, diğerine Dicle denildi.

Ağlama güzelim...

Elbet bir gün, mühürlenmiş kalplerin üzeri eşelendiğinde, erdemlerin açığa çıkacak senin.

Dünyaperest mahlukat, nereden hatırlayacak senin el sürülmez değerlerini?

Hem hatırlasa bile dile getirir mi sanıyorsun?

Güldürme beni Allni?

Hem hatırlasa bile dile getirir mi sanıyorsun?

Güldürme beni Allah aşkına...

Dile getirmez...

Dile getirmez güzelim.

Bak, hâlâ geliyorlar...

Çelik kanatlı kuşlar geliyor...

Geldiler...

Bitirdiler...

Ve gittiler! Gerçekten gittiler mi?!

Yoksa bitip giden biz miydik?!

Ve bu yanılsama mıydı hâlâ bizi suskunlaştıran ve körleştiren!..

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR