1. YAZARLAR

  2. Haksöz

  3. Despotizmin İktidarına Son Vermek İçin: Halk Göreve!

Despotizmin İktidarına Son Vermek İçin: Halk Göreve!

Kasım 2003A+A-

Ankara'da 26 Ekim günü Atatürkçü Düşünce Derneği ile üniversite oligarklarının işbirliğiyle gerçekleştirilen ve "Ordu Göreve" pankartları dolayısıyla hayli ses getiren yürüyüş ilginç görüntüler içeriyordu. Yürüyüş sırasında okunan Onuncu Yıl marşıyla kendinden geçmiş Kemal Gürüz'ün canlı yayında medyaya söyledikleri sanırız izleyen herkesin dikkatini çekmiştir. Yürüyüş ile Atatürk, Atatürk ile Türkiye Cumhuriyeti arasında doğrusal bir ilişki kuran Gürüz, o çok tekrarlanan "Atatürk olmasaydı ..." diye başlayan kalıp ifadeyi bir kere daha vurgulama ihtiyacı hissediyordu. Klasik, "ezan yerine çan sesi dinliyor olurduk", "ismimiz Ahmet, Mehmet değil de bilmem ne olurdu" gibi artık kabak tadı veren kalıplar yanında YÖK Başkanı ünlü 'tezi' yeni delillerle de destekleme cihetine giderek ve herhalde 'bilimsel kimliğinin'de bir göstergesi olarak "çocuk ölümlerinde bir çentik olurduk" gibi 'mühim' iddialar ileri sürüyordu.

Doğrusu Cumhuriyet'in diğer toplumsal alanlar yanında sağlık alanında da ne ölçüde başarılı olduğunu Kemal Gürüzlerin zihnindeki "kötü mazi" ile "muhteşem şimdi" kalıplarıyla değerlendirmek yerine bebek ölümlerinden, kişi başına yatak ya da doktor sayısına kadar bir dizi veri ile ölçmenin daha anlamlı sonuçlar vereceği kesin. Ya da daha basit ve doğrudan bir gözlem olarak Cumhuriyet'in sağlık alanında gerçekleştirdiği büyük mucize SSK hastanelerinin kapılarında uzun kuyruklar oluşturan, ameliyat olabilmek, hatta bir film çektirebilmek için ancak aylar sonrasına randevu alabilen, tedavi giderlerini karşılayamadığı için taburcu edilmeyip hastanelerde rehin kalan hastalara da sorulabilir. Şüphesiz ortaya çıkacak manzara Gürüzgillerin tahayyül ettikleri manzaradan epeyce farklı olacaktır. Ne var ki, bunun bir önemi yoktur çünkü egemenler için anlamlı ve gerekli olan halkın gerçeği değil; kendi zihin dünyalarında çerçevesini çizdikleri gerçek algısıdır.

Bu algı sayesinde hayal aleminde yüzerler adeta. Kurgusal bir dünya, kendine özgü bir gerçeklik algısı, kalıplaşmış bir zihin faaliyeti içine gömülür ve kendileriyle birlikte yığınları da sürüklerler. Ağaçları kırmızı beyaz kumaşlarla sarmalama; gökyüzünden en büyük bayrağı sarkıtma; dünyanın en uzun bayrağıyla yürüme ve benzeri daha pek çok komiklikler hep bu nevi şahsına münhasır kafa yapısının kendini ifade etme, varlığını anlamlı kılma faaliyetleri olarak karşımıza çıkar. Elbette hayal aleminde yüzenlerin payına yalan denizinde boğulmak düşer.

Gürüz'ün yukarıda bahsi geçen ve hiçbir nesnel temeli bulunmayıp, polemik niteliği ağır basan iddialarının benzerlerini geçmişte sıkça Demirel'in ağzından duyardık. Demirel, Cumhuriyet'in başarılarını sayacak olduğunda Cumhuriyet'in ilk yıllarındaki ülke manzarasıyla şimdikini kıyaslar; örneğin okul ve öğrenci rakamlarını, demiryolu ya da kara yolu uzunluğunu, fabrika sayılarını karşılaştırarak ne kadar büyük mesafe kat edildiğini vurgulardı. Karşılaştırmayı bu şekilde yapmanın mantığını ise sorgulamaya hiç yanaşmazdı. Örneğin her toplumun bu manada zaten bir gelişim seyri izlediği gerçeğine gözünü kapar; karşılaştırmayı dönemler arasında değil de, benzeri şartlara sahip başka ülkelerle yapmanın daha anlamlı ve gerçekçi olacağını görmezden gelirdi. Gerçekten de egemenlerin dilinde eşi benzeri bulunmaz bir başarı öyküsü şeklinde anılan Cumhuriyet, benzeri şartlara sahip pek çok ülke ile kıyaslandığında siyasi, ekonomik, kültürel, teknik ve benzeri pek çok açıdan oldukça geri bir konumdadır.

Egemenler görmek İstemeseler de toplumun yüzyüze olduğu Türkiye manzarasında diz boyu yoksulluk, kötü kentleşme, yüksek işsizlik, düşük eğitim kalitesi, ilkel sağlık hizmeti, adaletsiz yargı, gelir dağılımı bozukluğu ve benzeri olumsuzluklar göze çarpmaktadır. Her açıdan dışa bağımlılık belirgindir. Tüm bunların üstüne ise baskıcı resmi ideolojiyi kendisine rehber edinmiş totaliter bir sistemin halkı canından bezdiren, mevcut kimlikleri inkara kalkışan, her türlü muhalifi sindirmeyi, mümkünse imhayı hedefleyen buyurgan politikaları tuz biber ekmektedir. Elli yılı aşkın bir süredir uygulamaya konulmuş çok partili sistem ve demokrasi iddialarına karşın askeri darbeler, muhtıralar, uyarılarla toplum sürekli hizaya sokulmaktadır. Askeri vesayet sistemi sadece siyasi gelenek itibariyle değil, yasal mevzuat itibariyle de derin temellere oturan, kalıcı ve neredeyse şifasız bir hastalığıdır bu ülkenin.

Kim ne derse desin, halk adına halkın iradesinin yok sayıldığı, aşağılandığı, gasp edildiği sistemin adı olmuştur Cumhuriyet. Değişmez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez ilkeleri ve kuralları vardır Cumhuriyet'in. Eğer toplumun tercihleriyle mevcut sistem arasında bir uyuşmazlık söz konusu ise yanlışlık toplumdadır, dolayısıyla değişmesi gereken, kendisine çeki düzen vermesi gereken toplumdur, halktır.

Halk iradesini hiçe sayan, bir dogma haline getirdiği birtakım kabulleri topluma otoriter yöntem ve araçlarla tahmil eden Cumhuriyet'in kutlanma biçimi de ruhuna uygun bir çerçevede gelişmiştir. Cumhurbaşkanı Sezer'in resepsiyon daveti ile açığa çıktığı şekliyle halkın, halkın taleplerinin ya da değerlerinin ve en başta da İslam'ın ve Müslümanların payına hep yok sayılmak, aşağılanmak, terbiye edilmek düşmektedir. Faşizan dayatma şimdilerde gerekçesini son dönemlerde icat edilmiş bir efsane olan "kamusal alan despotizmi"ne dayandırmıştır. Akıl, mantık, hukuk dışı bir zihniyet kendisini bu kavramı kendine siper ederek korumaya çalışmaktadır. Oysa son resepsiyon rezaletiyle birlikte bu söylem ve dayatmanın ne kadar saçma, çirkin ve kabul edilemez olduğu en belirgin biçimde 'kamuya' mal olmuştur.

Peki tüm bu absürdlüğü, Sezer'in şahsi takıntılarıyla, fanatizmiyle açıklamak ne ölçüde doğrudur? Bu noktada açık ve dürüst bir biçimde anlaşılması ve kabullenilmesi gereken husus sorunun Sezer'den değil, Sezer'in temsil ettiği 'Cumhuriyet'ten kaynaklandığıdır. Yaşanılan sıkıntı toplumu baştan aşağıya dönüştürme ve sahip olduğu pozitivist, Batıcı, ilerlemeci ideolojik çerçeveye uygun yeni bir toplum inşa etme projesinin her alanda yarattığı dayatmalardan biridir sadece. Çok sayıda insanı, doğrudan etkilemesi ve görünürlük boyutunun ön planda olmasından dolayı açtığı yara derin kanamaktadır ama şüphesiz tek yara değildir. Bu ülke halkı, inancından eğitimine, kültürden siyasete ve daha her alanda yoğun, sistematik ve kurumsallaşmış baskılarla, hak ihlalleriyle yüzyüzedir. Bu nedenle sorunu doğru tanımlamak ve gereken yere oturtmak zorunludur.

Neredeyse herkesin tepkisini çeken tutumuyla aslında yasak kapsamını daha bir genişletme ve muhkem kılma hesabı yapan Sezer, eylemiyle sistemin beka kaygısını yansıtmaktadır. Aynı şekilde bir müddettir AB uyum yasaları ve uygulamalarına karşı güçlü bir direniş eğilimi gösteren asker-sivil bürokrasi iktidar alanını korumaya çalışmakta; YÖK tartışmasında görüldüğü gibi statükoyu aynen muhafaza gayreti gerektiğinde sopa göstermeye kadar varabilmektedir.

Bu noktada bir yanlış değerlendirmeye de dikkat çekmekte yarar var. Meşhur YÖK yürüyüşünde dillendirilen "Ordu Göreve" talebini, birilerinin sandığı gibi darbeci aydınların askeri kışkırtma girişimi şeklinde algılamak olguyu ters yüz etmek demektir. Herkes gayet İyi biliyor ki, üniversite askeri değil, asker üniversiteyi yönlendirmektedir. Nitekim YÖK yetkililerinin askerlerle görüşmelerinin ardından celallenip, harekete geçtiklerini hep birlikte izledik. Yine kuvvet komutanlarıyla yapılan görüşmelerde alınan "üniversite açılışlarını iyi değerlendirin!" talimatı doğrultusunda üniversite açılış törenlerinde verilen zehir zemberek mesajlar bu gerçeğin bir ifadesi olmuştur. Tüm bu gelişmeler halkın değişim ve dönüşüm taleplerine karşın statükonun güçlü bir ayak diretme tavrı içine girdiğini göstermektedir. Dolayısıyla sorunu, sancıyı sistem bütünlüğü gözden kaçırılarak şahıslar temelinde ele alıp tartışmak yanıltıcıdır.

Atatürklü, bayraklı, Anıtkabirli alternatif Cumhuriyet kutlamalarıyla; eleştiri oklarını uç veren bir takım davranışlara yöneltip sistemin totaliter-otoriter özünü sorunsuz kabul ederek; ısrarla egemenler katında meşruiyet arayışını sürdürerek ve onları memnun edecek sembolleri, ritüelleri içselleştirerek daha özgür ve adil bir gelecek kurulamaz. Sorunun şahsi olmayıp yapısal-kurumsal olduğunun gözden kaçırılması tutarlı bir eleştiri ve muhalefetin gelişimini engelleme yanında sürekli hayal kırıklıklarına yol açma tehlikesini beraberinde getirmektedir. Yeni hayal kırıklıkları ve ümitsizlikler yaşamamak için öncelikle yapılması gereken şey umudumuzun kaynağını doğru tanımlamak olmalıdır.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR