1. YAZARLAR

  2. Serdar Bülent Yılmaz

  3. Ergenekon Davasından Derin Devletin Tasfiyesi Çıkmaz!

Serdar Bülent Yılmaz

Yazarın Tüm Yazıları >

Ergenekon Davasından Derin Devletin Tasfiyesi Çıkmaz!

Mayıs 2009A+A-

1-Ergenekon yapılanması operasyonlarla ortaya çıktığı şekliyle birtakım isimler, çevreler, örgütler içermekte. Sizce Ergenekon, gerek yapısal-örgütsel, gerekse de zihniyet itibariyle nasıl bir arka plana sahip, nereye oturmakta?

Ergenekon yapılanmasının izlerini, iddianameye bağlı kalarak yakın bir geçmişte değil, köklü bir gelenekte aramak gerekir. Burada sözünü ettiğimiz köklü gelenek, izleri İttihatçılığa kadar giden, “Türk egemenlik sistemi”ni ifade etmekte. Türk egemenlik sistemi, özünde laik karakterli jakobenist bir ulusçuluğa denk düşmekte. Bu derin mühendislik hareketi kimi zaman kendini görünür kılarak kimi zaman da derin bir şekilde o günden bugüne kadar gelmiştir. Bu gelenek ideolojik olarak Batı aydınlanmacılığından beslenen, ulusçu ve seçkinci otoriteryen bir karaktere sahiptir. Cahil ve geri gördükleri toplumu, oluşturmak istedikleri çağdaş halk tipine gelinceye kadar çeşitli ideolojik tornalardan geçirmek gerektiğine inanan; olmadı kıyım, sürgün ve baskılarla hizaya getirme hakkını kendinde vehmeden ve Kemalizm olarak ifade edilen bu anlayış Osmanlı’nın son dönemlerinden bugüne kadar Türk egemenlik sisteminin merkezi düşüncesi olagelmiştir. Bu yönüyle Ergenekon, bir anlayış ve yönetme biçimi olarak rahminde geliştiği yüz yıllık işleyişten bağımsız türedi bir örgüt değil, bilakis köklü bir geleneğin izleğini takip eden bir yapılanmadır.

Halkın taleplerinin ve duyarlılıklarının siyaset sahnesinde dillendirilmesini bir “karşı devrim” olarak niteleyen, bunu bilinçli bir yönetsel ve toplumsal paranoyaya dönüştüren bir devlet yapılanması söz konusu. Sistem, ideolojik duyargalarını halkın duyarlılıklarına çevirerek, dillendirilmiş ya da dillendirilmemiş tüm talepleri bastırmak, ezmek için kendi içinde çeşitli gizli birimler oluşturmuştur. İttihatçılıktan Teşkilat-ı Mahsusa’ya oradan Cumhuriyetin Topal Osman’ına, Özel Harp Dairesi’nden Encümen-i Daniş ve JİTEM’e kadar farklı tecrübelere sahip bu gelenek, bugün Ergenekon örgütü olarak karşımıza çıkmaktadır.

Ergenekon bizatihi ordu içinden koordine edildiği şeklindeki yaygın kanaat ve bunu gösteren bulgularla birlikte düşünüldüğünde militarist bir çetedir. Postmodern darbeciliğin bir gereği olarak hem sivil ayakların oluşturulduğu hem de ekonomik çıkar ilişkileri zemininde çeşitli ekonomi çevreleriyle ilişki geliştirildiği görülmektedir. Sivil koordinasyonun başında genellikle emekli generaller bulunması ve bunların muvazzaflarla ilişkileri böylece sağlanmaktadır. Medyadan iş adamlarına, mafyadan diğer suç çetelerine, itirafçılardan eski JİTEM’cilere, çeşitli sol örgütlerden bazı muhafazakâr çevrelere, sendikalardan derneklere, yargı bürokrasisinden siyasete kadar kolları uzanan geniş bir yapılanma söz konusudur. Buradan hareketle meselenin yalnızca hükümeti devirmek olmadığı, tüm bu ağlar kullanılarak bir toplum mühendisliği içinde toplumun yeniden dizayn edilmek istendiği ortaya çıkmaktadır.

Söz konusu anlayış devlet yönetimine kesintisiz hâkim olmuş, çok partili döneme kadar asker kökenli eski İttihatçı kadrolar eliyle yürütülmüş, çok partili dönemle birlikte sivillerin siyasette etkili olması sonrası bu misyonu, zaten o güne kadar siyasetin dışında hiç kalmamış olan “ordu” üstlenmiştir. Çok partili sürece denk gelen II. Dünya Savaşı aynı zamanda Amerikan emperyalizminin bu toprakları İngiliz emperyalizminden devraldığı yıllardır. Bu dönemde bir çok Amerikan yanlısı ülkede olduğu gibi Türkiye’de de Sovyet yayılmasına karşı Amerikan çıkarlarını her şart altında koruyacak zinde yapılar oluşturuldu. İtalya’daki versiyonundan hareketle Gladio olarak nitelendirilen ve Amerikan gizli servisi tarafından kurulan ve yönlendirilen Özel Harp Dairesi, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin içinde yapılandırıldı. Derin devlet denilen bu paralel devlet yapılanması bir yandan Kemalist ideolojinin hamisi ve hamili olurken, diğer yandan Amerikan çıkarlarına göre hükümetlerin politikalarını belirliyordu.

Kemalizm’i varoluşlarının kaynağı olarak gören seçkinci egemenlerin bu derin yapılanması, bu gizli örgütle birlikte siyaseti ve toplumu yönlendirmek amacıyla bürokrasiyi, siyaseti ve toplumu vesayet altında tutuyordu. Sıkışınca da cinayetten katliamlara, her türlü kirli operasyonlara imza atıyor, yeri geldiğinde darbelere meşruiyet kazandıracak ortamları oluşturuyordu. Yapılan darbeyi meşru göstermek için de darbe ortamı oluşturma işini genellikle birlikte iş tuttukları medya, sermaye, yüksek bürokrasi ve birtakım çeteler ile örgütler üzerinden gerçekleştiriyorlardı. Darbeler zaman içinde modernden postmoderne evrilse de bu sistem genel hatlarıyla değişmedi.

Amerika tarafından kurulan bu gayri nizami savaş örgütleri kuruldukları birçok ülkede ortadan kaldırıldığı halde Türkiye'de varlığını devam ettirdi. Bahsettiğimiz tarihî arka planda Kemalistler bu yapıları ve yöntemlerini kullanmaya devam ettiler. “Türkiye'nin özel şartları” gereği sonlandırılmayan bu yapılanma tüm darbe süreçlerinin yaratıcısıydı. 27 Mayıs, 12 Mart bu yapının eseri. 12 Eylül öncesi darbe ortamı oluşturmak için katliamlar gerçekleştirirken, 90’larda JİTEM adlı kontrgerilla örgütü olarak karşımıza çıkıyor ve Kürtlere karşı ve Kürt sorununu derinleştirmek amacıyla kullanılıyordu. Binlerce Kürt bu örgüt tarafından hukuksuz bir şekilde öldürüldü. Kürdistan, bir kan deryasına dönüştürülürken, kontrgerilla örgütü, derinleştirdikleri bu savaş ortamından faydalanarak silah ve uyuşturucu ticareti ile adam kaçırma olaylarından yüz milyonlarca dolarlık rant elde etti.

Aynı yapılanma bir kez de 28 Şubat sürecinde karşımıza çıktı. “Batı Çalışma Grubu” adında ordu içinde bir yapı oluşturularak Müslümanların her adımı takip edildi; adeta tüm toplum fişlendi; başörtüsü yasağı hortlatılarak üniversiteler kışlaya çevrildi, hocalar ve başörtülü öğrenciler üniversitelerden atıldı; binlerce çalışan bayan işinden oldu. Bu dönemde de darbe ortamı oluşturmak için medya ve sermaye gruplarından faydalanıldı. Yargı, brifinglerle sürece dahil edildi. Toplumsal ayağını oluşturmak için “sivil toplum” örgütleri kuruldu veya mevcutlar güçlendirildi. Beşli çete olarak tarihe geçen sivil(!) ayaklar ve güçlü medya desteği sayesinde çeşitli provokasyonların zemin oluşumu sağlandı. Darbe zeminini hazırlama sürecinde önemli yer tutan Strateji dergisinin JİTEM’in yayın organı olduğu, bizzat dergiyi çıkaran Seyhan Soylu tarafından itiraf edildi. Ekip, karar ve operasyon merkezleri aynı olmakla birlikte; o günden bugüne değişen sadece figüranlardı.

Refah Partisi’yle birlikte günyüzüne çıkan İslami duyarlılığa sahip geniş bir sosyal, siyasal ve ekonomik çevrenin varlığı karşısında 28 Şubat süreci sonrası Kemalist egemenlerin daha kalıcı önlemler almaya başladığını görüyoruz. Bu yapının AK Parti iktidarıyla birlikte faaliyetleri artıyor. Bir yandan “Sarıkız” ve “Ayışığı” gibi isimlerle adlandırılan darbe girişimleri yer alırken diğer yandan “emekli” askerler eliyle dernekler kuruluyor, mevcut yandaş dernekler canlandırılıyor ve postmodern darbe yönetimine uygun olarak “silahsız kuvvetler” devreye sokuluyordu. Bu yollarla yapılanmaya bir sosyal taban kazandırılmaya çalışıldı ve bunda da başarılı olundu. Bugün CHP tabanıyla aynı olduğu düşünülen cumhuriyet mitinglerine katılan yüz binlerce kişi bunun bir göstergesi. Bu anlamda 27 Nisan Muhtırası bir sosyal tabanla birlikte gerçekleştirilmiş oldu. 28 Şubatçılarla 27 Nisancıların aynı anlayışı paylaştıklarını zaten İlker Başbuğ, 28 Şubat felsefesine bağlı olduklarını ifade ederek göstermiş oluyordu.

Bu bağlamda Ergenekon, 27 Nisan’ı tertipleyen, Cumhuriyet mitinglerini düzenleyen, Sarıkız, Ayışığı, Yakamoz ve Eldiven kodlu darbeleri tezgahlayan bir yapı. Bu yapı da tıpkı JİTEM gibi derin devlete bağlı, mezkur yapı tarafından üretilen ve kullanılan bir örgüt. Asla derin devletin kendisi değil, ama onun tarafından üretilmiş-kullanılmış ve şimdilerde deşifre olduğu için, içinden bazılarının kurban edildiği bir yapı. Dolayısıyla değil derin devletin tasfiye edildiğini/edileceğini, deşifre olan örgütün bile tam anlamıyla tasfiye edildiğini söylemek çok iddialı olur. Konjonktürün getirdiği bazı düzenlemeler yapılıyor olabilir, ancak derin devlet her zaman olduğu yerde duruyor ve yeri geldiğinde gerekli müdahaleleri yapıyor. İlker Başbuğ’un 14 Nisan 2009 tarihinde Harp Akademileri Komutanlığı’nda yaptığı yıllık değerlendirme konuşması bile bu gerçeği gözler önüne sermek için yeterli.

Ergenekon; İşçi Partili, Kemalist, komünist, ulusalcı, anti-küreselleşmeci, Amerikancı, anti-Amerikancı, anti-emperyalist, İsrailci, anti-semitist, Avrasyacı, laikçi, jakobenist, ülkücü, solcu, PKK’ci ve sair geniş bir ideolojik yelpazeye sahip bir yapılanma görüntüsü çiziyor. Dolayısıyla bu kadar farklı ideolojik fikirleri bir arada bulunduran bir yapının karar mekanizmasının daha üst ve homojen bir ideolojiye sahip olması gerekir. Bu da bize görünen Ergenekon’un görünmeyen bir yapıya bağlı çalıştığı ve kararları bu görünen kişilerin almadığını gösteriyor. Görünmeyen yapı ise bizatihi derin devletin kendisi.

2-Ergenekon olayı/operasyonu nasıl tanımlanmalıdır? Konu yerel dinamiklerin ön planda olduğu bir dava mı, yoksa uluslararası güç merkezleriyle irtibatlı bir süreç olarak mı değerlendirilmelidir? Ortada ciddi, köklü bir tasfiye çabası görüyor musunuz? Böyleyse kim kimi ya da hangi güçler hangi güçleri tasfiye etmektedir?

Ergenekon operasyonunu, devletin yeniden yapılandırılması bağlamında bir geçiş süreci operasyonu olarak görmek mümkün. Operasyonla hem deşifre olmuş, kirlenmiş ve sistem dışına çıkmış belli kesimler tasfiye edilirken hem de ordu sistem içindeki konumunu yeniden yapılandırmış, temizlemiş ve toplumsal güvenilirliğini tahkim etmiş bir şekilde devam ettirmiş olacak.

Askerin davayla ilgili tavrına bakıldığında hem korumacı hem tasfiyeci olan ikircikli bir tavır gözleniyor. Nitekim bir yanda orduevine yapılan baskınlar, muvazzafların gözaltına alınması, askerin açık bir karşı dil kullanmaması, “Asker davaya destek veriyor!” denilmesine neden olurken, diğer yandan Genelkurmay Başkanı’nın eşi dahil, komutan eşlerinin gözaltına alınan emekli Org. Tuncer Kılınç’ın eşine destek ziyaretinde bulunması; raporlarıyla generalleri tahliye ettiren GATA’nın sahiplenilmesi; Karargah Evleri olayının kapatılması için muvazaalı gözaltılar yapılması; Kocaeli Garnizon Komutanı Korgeneral Galip Mendi’nin, Kandıra Cezaevi’nde yatan emekli Org. Şener Eruygur ile emekli Org. Hurşit Tolon'u ziyaret etmesi, TSK’nın Ergenekon lehine taraf olması olarak görülüyor. Görülen o ki asker bu işten en az zayiatla, birkaç kişiyi feda ederek kurtulmayı planlıyor. Zihinleri ise bu operasyonu Hükümet’in tek başına yapamayacağı gerçeği karıştırıyor. O halde asker Ergenekon soruşturmasına destek vermediği halde operasyon nasıl yürüyor? Önce şunu tekrar etmekte fayda var: Bu operasyon derin devleti veya askerin siyaset ve toplum üzerindeki vesayetini tasfiye eden bir operasyon değil. Operasyon, bir anlamda bu meseleyi yeniden düzenleyen, bu bağlamda Türk Gladio’sunu hizaya sokan bir operasyon.

Bu noktada Gladio’yu Amerikan istihbaratının kurduğunu hatırlatmak gerekir. Zira bu yapıyı kim kurduysa kaldırmak veya yeniden düzenlemek de ancak onun yapabileceği bir iştir. Dolayısıyla Amerika, Türkiye’nin Ortadoğu’da kendisine biçilen yeni rolü sağlıklı yerine getirebilmesi için uyumlu bir partner olarak gördüğü Hükümet’in önünü açıyor denebilir. Ergenekon iddianamesinde örgütün amacının “hükümeti ortadan kaldırmak veya hükümetin görev yapmasını engellemeye teşebbüs” ve “halkı hükümete karşı silahlı isyana tahrik” olarak tanımlanmasını ve askerin bu kadar sessiz kalmasını açıklayan bir durum olsa gerektir.

Ancak burada köklü bir tasfiye söz konusu değil. Türkiye'nin “kendine özgü şartları” ve Hükümet’in ve toplumsal yapının İslam’la olan bağı, küresel güçler açısından her zaman siyaset ve toplum üzerinde etkili bir ordunun varlığını zorunlu kılmaktadır. Yapılan bir “budama”dır. Tüm bunlardan dolayı Ergenekon sürecinden ordunun, en az kayıpla ve soruşturmanın arkasındaki güç izlenimi yaratılarak toplum vicdanında temize çıkarak sıyrılacağı öngörülebilir.

Nitekim asker de davaya çeşitli aşamalarda ve çeşitli yöntemlerle müdahale ederek davanın kendilerince belirlenen çerçevenin dışına çıkmasının ve arzu etmedikleri bir noktaya doğru genişlemesinin önüne geçmeye çalışmaktadır.

Asker bu tavrıyla hem değişen dünyaya göre kendini yeniden dizayn ettiğini hem de ABD ve AB gibi küresel güçlerin AK Parti üzerinden kodladığı yeni Türkiye modeline uygun bir yapılanmaya gittiğini göstermekte ve kendisine biçilen role uygun davranmaktadır. Bu modele uymayan ordu içindeki farklı güçler de bu süreçte etkisizleştirilmektedir. Diğer yandan ordu kendi içindeki farklı güç odaklarını geleneksel olarak kendisi tasfiye eder. Oysa Ergenekon operasyonuyla bu işin siviller eliyle yapılması orduda rahatsızlık yaratmaktadır. Çünkü ordu, sivillerin askerin iç işleyişinden haberdar olmasını, siyaset ve toplum üzerinde yürüttükleri birtakım hukuk dışı manipülasyonlara sivillerin muttali olmasını istememektedir.

Daha önce vurgulamaya çalıştığımız gibi ülkenin en önemli sorunu, ordunun toplum ve siyaset üzerindeki vesayetidir. Bu operasyon, bu vesayeti kaldırmaya yönelik bir operasyon değil. Bu nedenle Ergenekon-ordu ilişkisinin altını çizen tespitler önemlidir. Nitekim TSK’nın Ergenekon’la ilişkisi sadece ideolojik birliktelik değil çok daha derinlikli bir birlikteliktir. Ergenekon, derin devletin bizatihi kendisi olmadığı gibi, bugün yargılanan ve tasfiye edilmeye çalışılan yapılanma da derin devlet değil. Ordunun siyaset ve toplum üzerindeki vesayeti sona erdirilmeden ne derin devlet ne de onun çeteci mantığı tasfiye edilemez.

3-Davanın gelişim seyrinde gördüğünüz çelişkiler ya da zaaflar nelerdir? Ergenekon olayının bundan sonra nasıl şekilleneceğini tahmin ediyorsunuz; daha önemlisi de nasıl gelişmesi gerektiğini düşünüyorsunuz?

Dava, oldukça dağınık. İşin özü çok fazla öne çıkarılmıyor ki bunun bilinçli olduğunu sanıyorum. İşin özünün Ergenekon’un ordu merkezli bir örgütlenme olduğu gerçeği olunca ve akıllara da daha önce bu konulara ilgi gösteren savcılar Ferhat Sarıkaya, Doğan Öz ve Sacit Kayasu’nun akıbetleri gelince bu “dağınıklık” anlaşılır bir durumdur sanırım. Diğer yandan bu dağınıklık davaya ordu açısından “çevir kazı yanmasın” kıvamı katıyor. Böylece cepheden bir saldırı algısı oluşmuyor.

Diğer yandan askerin davaya çeşitli şekillerde müdahalesi yargının ciddi şekilde etki altında kalmasına yol açıyor ve davanın dar bir çerçevede kalacağını düşündürüyor. Bu bağlamda MGK eski Genel Sekreteri Tuncer Kılınç’la ilgili en üst düzeyde müdahale hatırlanabilir. Hem gözaltına alındıklarında ses getiren yüksek rütbeli komutanların GATA yoluyla tahliye olmaları ve böylece operasyonu dışarıdan etkileme ihtimalinin ortaya çıkması, hem de “Karargah Evleri” olayında olduğu gibi askeri yargının, süreci olumsuz etkileyecek atraksiyonları dava sürecini baltalıyor.

Uzun süreceği belli olan dava süreci hem siyasilerin, hem medyanın hem de ordunun etkisinde yürüyor. Davanın her aşamada çeşitli müdahalelerle daraltılma ihtimali çok yüksek. Sonuçta Yargıtay aşamasında bir müdahale ile Şemdinli ve Yüksekova çeteleri davalarındaki bir akıbet ortaya çıkabilir. Yüksek yargının Ergenekon’la ideolojik akrabalığı bu ihtimali güçlendirmekte.

Öte yandan davanın en önemli ayağı olması gereken JİTEM ayağı eksik. Soruşturma daha çok örgütün Hükümet’e yönelik faaliyetlerini ve o dolayımdaki suçları içeriyor. Oysa bugün bu davada yargılanan Veli Küçük, Cemal Temizöz, Levent Ersöz, Arif Doğan gibi kişiler daha önceleri JİTEM’le irtibatları kesin olarak bilinen kişiler. Bu isimlerin 90’lı yıllarda bölgede koordine ettikleri cinayetler binlerle ifade ediliyor. Hâlâ binlerce kişi kayıp. JİTEM itirafçılarının gösterdikleri krokilere dayanılarak yapılan kazılardan kemikler fışkırıyor. Bu bağlamda sıklıkla ifade edilen şekliyle davanın “Fırat’ın doğusu”nu kapsaması gerekiyor.

Ancak görüldüğü kadarıyla asker bunu asla istemiyor. Çünkü o gün orada PKK ile mücadele adı altında işlenen cinayetler ile yasadışı uyuşturucu ve silah ticaretine bulaşan kişilerin bunu kişisel inisiyatifleri ile yapmadıkları, dönemin başbakanının, valisinin, komutanlarının bilgisi dahilinde olduğu malum. Üstelik Özel Harp Dairesi’ne bağlı Kontrgerilla örgütünün gayri nizami savaş yöntemlerinin tüm bölgede sistematik olarak uygulandığı dikkate alınırsa, soruşturma neticesinde bugün her rütbeden emekli veya muvazzaf yüzlerce kişinin etkileneceği ve yapılan hukuksuzlukların açığa çıkması durumunda askerin itibarının(!) ciddi şekilde sarsılacağı biliniyor.

Diğer taraftan 28 Şubat’ı dava dışı tutma gayreti gözleniyor. Bu döneme ait hukuksuzluklar, mağduriyetler ve hâlâ süregelen yasaklar soruşturmanın dışında tutularak tartışılmaz kılınıyor. Oysa 28 Şubat darbesi ile Ergenekon’a atfedilen 367 krizi, Cumhuriyet mitingleri, rektörlerin darbe talebiyle yürümeleri şeklinde tezahür eden 27 Nisan Muhtırası arasında çok açık bir ilişki var. Fakat Org. İlker Başbuğ’un geçtiğimiz Eylül ayında 28 Şubat felsefesinin arkasında durduğunu ilan etmesi, davayla 28 Şubatçılar arasına bir yüksek duvar çekmiş oldu.

Dikkat edilmesi gereken bir şey de Ergenekon’un sürecin görece olumsuzluğuna rağmen seksen beş yıllık bir toplum mühendisliğinin sonucu olarak militarist kültürle yetişmiş kesimden seçkinci, otoriter, laikçi ve darbeci bir taban oluşturuyor olması. İktidar umudu kalmayan CHP de bu kitlelerin buluştuğu bir platform oluyor ve böylece Ergenekon toplumsallaşıyor. Zira Ergenekon’la CHP arasında tarihsel ve ideolojik bir bağ var ve de Ergenekon, darbe yoluyla da olsa Kemalist-sol-ulusalcı kesimin tek iktidar umudu durumunda.

4-Ergenekon olayına yaklaşımda İslami camianın bakış açısını ve tutumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Ergenekon’un tasfiyesi öncelikle İslami kesim ve Kürtler açısından önem arz ediyor. Çünkü her iki kesim de örgütten ve onun ideolojisinden en fazla zarar gören kesimler. O nedenle bu konuda en fazla inisiyatif alması gereken kesimlerin başında geliyorlar. Diğer taraftan Ergenekon vakıasının Müslümanlara şahitlik bağlamında yüklediği İslami ve insani görevler var. Ergenekon yapılanmasının tasfiye edilmesi amacıyla inisiyatif almak; hem Müslüman halk üzerinde kurulan baskıların kaldırılması hem de gelecek tasarımımız ve de önümüzdeki dönemde etkinliğimizin ve kazanımların artırılması açısından oldukça önemli.

Mesele bu bağlamda ele alındığında İslami kesimin dava sürecinde yeterince inisiyatif almadığı görülüyor. Özellikle İslami kesime hitap eden yayın organlarında dava sürecinin, ordu-Ergenekon arasındaki derin ilişki gündem dışında tutularak yansıdığı görülüyor. Ordunun bu yapının bizzat merkezi olduğu gerçeği görmezden gelinerek konu “birkaç çürük elma” edebiyatına indirgeniyor.

İslami kesim eylemlilik itibariyle de oldukça zayıf kaldı. Bu vahşi yapılanmanın mağdur ettiği milyonlarca mağdur ve mazlumun sesi olunabilirdi. Özellikle davanın Fırat’ın doğusunu da kapsaması konusunda mazlum Kürt halkıyla dayanışma içine girilmesi gerekir. Özellikle JİTEM ve gözaltında kayıplar konusunda gerekli hassasiyetin gösterilmediği bir gerçek. Duyarlılık gösteren bazı çevreler olmakla birlikte, maalesef genel anlamda İslami kesim bu konuda inisiyatif almada çekimser davrandı ve başörtüsünde yaptığı gibi konuyu liberallere havale etti.

Bunun nedenine gelince; dava konusunda inisiyatif almak aynı zamanda belli bir riski göze almak anlamına geliyor. Bu nedenle devlet ve hükümetle çıkar ilişkileri olan bazı çevrelerin kazanımlarını kaybetme endişesiyle maalesef orta yolcu bir üslup tutturdukları gözlenmekte.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR