1. YAZARLAR

  2. Mehmet Said Hatiboğlu

  3. “Bizde Yaygın Olan Tenkid Değil, Mezhepçilik Kültürüdür!”

Mehmet Said Hatiboğlu

Yazarın Tüm Yazıları >

“Bizde Yaygın Olan Tenkid Değil, Mezhepçilik Kültürüdür!”

Mayıs 2009A+A-

Röportaj: Asım Öz

Öncelikle ciddi ve titiz bir çalışmanın ürünü olan, gayb bilgisi, hadis, hadis tenkidi, Hz. Âişe'nin hadis tenkidciliği, mükellefiyet anlayışı, kadın eğitimi, kadına bakış, batıdaki hadis çalışmaları, İslâm'ın aktüel değeri, Hz. Peygamber'i yanlış değerlendirme tezahürleri, hoşgörü açısından Müslümanlar ve kitap ehli, alimlerin Buhârî ve Muslim'e yönelik eleştirileri gibi temel konuları içeren kitaplarınızın, çok zengin kaynakçayla birlikte yayımlanmaya başlanmasının hikâyesi ile başlayalım istiyorum. Kitaplarınızın bu kadar geç yayımlanıyor oluşunun sebebi nedir?

İslam kültürü en azından 1300-1400 seneye varan bir maziye sahib. Bu kültürün içinde barındırdıklarını ana hatlarıyla bile olsa tanımadan İslam adına konuşabilmek mümkin değil. Çünkü ilk nesil dediğimiz sahabe, Resulullah’tan kaydetmeye başladıkları ilmi, daha sonraki âlimlerimiz binlere vardırdılar. Elimizde bugün öyle bir kültür mirası var ki bunların altından kalkabilmek üç beş kişinin harcı değil. Böyle olunca Peygamberimiz adına söylenilmiş olan sözlerin bile gerçeği ile yapma olanını ayırabilmek için o kültüre sahib olmak gerekiyor. Fakat böyle bir neticeye, ideale ulaşabilmek insanoğlunun fani hayatında mümkin olmadığı için en azından mümkin olduğunca daha etraflıca kültür edinmeden bir şeyi ortaya çıkarmanın doğru olmayacağı kanaatindeydim. Ve kendimi, o kültür içinde daha ileri gitmeye vazifeli olarak gördüm. Ayrıca beni neşriyat yapmaya zorlayan şeyler de olmadı. Sağ olsun dostlarım olmasaydı o makaleleri, kitabları da yayımlama cihetine gitmezdim. Çünkü o saha ile uğraşacak hâlim yok. Fakat bir taraftan da yapılmış olan çalışmaların en azından tenkide tâbi tutulabilmesi ve belki de fayda temin edebilmesi açısından neşri zarureti vardı. Dostlarım öncü oldu ve bu kitablar gün yüzüne çıktı. İnşaallah, temennim odur ki bu suretle okuyanları daha fazla okumaya sevk eden yola gitmiş oluruz.

Vahy-i gayri metluv konusu çokça tartışılan konular arasında yer alıyor. Sizin de ilk kitabınız ‘Hz. Peygamber ve Kur'an Dışı Vahiy’ adını taşıyor. İktibas dergisinde daha önce yayımlanan bir konuşmanızda "Vahiy gayri metluv diye bir kaynağı ben hâlâ sarahaten anlayabilmiş değilim." diyordunuz. Bugün için vahy-i gayri metluv konusuna nasıl yaklaşıyorsunuz?

Biliyorsunuz, bu meselenin asırlar öncesine giden bir geçmişi var. Kur’an’da “Allah’a ve Peygamber’e itaat edin.” emri defaatle tekrarlanıyor. Allah’a itaatin Kur’an-ı Kerim çerçevesinde anlaşılması kolay da Peygamber’e itaat etmenin aynı kolaylıkta anlaşılabilmesi mümkin olmuyor. Çünkü Resulullah’ın, Kur’an’ı tebliği, o tebliğ istikametinde siyasi bir hayatı var. Bu siyasi hayatının içine beşerî faaliyetlerinin hepsi giriyor. Beşerî faaliyetlerinde kendisinden sâdır olan hükümlerin anlaşılmasında ihtilaf çıkmıştır. Bu ihtilaf asırlar öncesinden zamanımıza kadar geliyor. Yâni başlıca sual şu olmuştur: Resulullah, hangi hükmü din adına söylüyor? Hangisini kendi fikri, kanaati olarak söylüyor?

Bu meselenin ayrımı son derece güçtür. Bu ayrımın yapılabilmesi için bizim elimizde sağlam ölçülerin bulunması lazım. Benim şahsi kanaatim, Kur’an-ı Kerim’den edinebildiğimiz bilgiler, Peygamber’e gönderilen vahiylerin Kur’an dediğimiz o kitabda mevcud olması gerekiyor. Bunun dışında vahiy aramanın söz konusu olamayacağını anlıyoruz. Tabiatıyla bu benim Kur’an-ı Kerim’den anladığım ve çıkardığım netice. Fakat sonraki gelişmelerde pek çok âlimimiz Resulullah’ın verdiği hükümlerin kendiliğinden oluşamayacağına, bunun mutlaka ilahi bir menşee sahib olmasını düşündükleri için –ki bu düşüncelerinde haklı oldukları taraflar da vardır– tabiatıyla ona Kur’an demeseler dahi Kur’an’a yakın vahyi kıymeti haiz olan unvanla isimlendirmek ihtiyacını duydular. Şimdi Kur’an’ın dışında bir vahiy aradığınız zaman hadîs çerçevesinde bize kadar ulaşmış binlerce rivayetin pek çoğunun vahye dâhil edilmesi gerekiyor. Peki, bunun ayırımını nasıl yapacağız? Yâni “Peygamber’in dinî sahada söyledikleri vahiydir, dinin dışında söyledikleri vahiy değildir.” demek de mümkin değildir.

İslam’daki “din” kavramı Avrupalıların, Amerikalıların hıristiyanlıktan, yahudilikten çıkardıkları din kavramı ile aynı şey değildir. İslam’daki din kavramı, Allah’a layıkıyla kul olabilmenin yolu olduğu, hepsini ihtiva ettiği için dünyevi bütün meselelerin “din” kavramına dâhil edilmesi gerekiyor. Bu durumda Resulullah’ın herhangi bir sahada söylediklerini de “din” olarak değerlendirme zarureti ortaya çıkıyor. Böyle olunca hadîs kitablarımızı okuduğumuz zaman görüyoruz ki Resulullah’ın hatalı hüküm verdiği de vaki olabiliyor. Hatalı hüküm verdiği zaman onu din esası olarak kabul etmek cihetine giderseniz bu defa Kur’an’ın zihniyetine aykırı düşmüş oluyorsunuz. Çok çetin ve dikenli bir mevzu...

Bu mevzuu hakkıyla aydınlatabilmek için ilk asırlardan beri gelen âlimlerimizin bu konularda söylediklerini toplamak ve onların muhakemesini yapmak ihtiyacı içerisindeyiz. Bunlar henüz yapılmamıştır. Şimdi biz Resulullah’ın adına söylenmiş hadîslerin de vahiy değerinde olduğunu görsek, bugün o kadar yanlış değerlendirmelere gidebiliriz ki bundan en fazla zarar görmesi gereken Resulullah olur. Ben bu yola gidemem.

Beni vahiy konusunda çerçeveleyen hususlardan birisi de ilk asırlarda, İslam’ın hizmetine koşmuş ilk neslin pek çok isminin vahyi Kur’an’la sınırlandırmış olmalarıdır. Ben bunu Hazret-i Ali’nin ifadelerinde de gördüm. Kur’an allamesi olarak görülen İbn Abbâs’ın ifadesinde de gördüm. “Lâ vahye illâl-Kur’ân” diyen İbn Abbâs, tabiatıyla Resulullah’la ilgili olanları saf dışı bırakıyor. İbn Abbâs bu kelamıyla Hz. Peygamber’i vahyin hizmetinde bir Peygamber olarak gördüğünü söylemek istiyor. Ve Kur’an’ı “vahyin mecellesi” olarak tesbit ediyor. Yâni Kur’an’ın dışında vahiy aramak caiz değildir. O zaman şöyle bir sualle karşılaşabiliyoruz: “Peki Kur’an’da bulunmayıp da bizim dinimizin esasları, akaidi, hükümleri ve hatta ibadetleri içinde olan pek çok hüküm var. Vahiy olmadığı zaman Peygamberimiz bunları nerden öğrenmiş?”

Bunu pek çok kişi sorduğu için onlara verdiğim cevablar ile izah etmeye çalışayım. Mesela Resulullah hayatı boyunca Müslümanlara imamlık yapmıştır. Ama Kur’an-ı Kerim’de Peygamber’in namazlarda imam olmasına dair hiçbir emir yoktur. Fakat Peygamberimizin imamlık yaptığını gösteren ayet vardır. İkinci bir misal, namaza başlarken Müslümanları ezan okuyarak çağırın şeklinde. Hâlbuki ezan okumayı emreden hiçbir ayet yoktur. Fakat Kur’an-ı Kerim’de ezan okunduğuna dair ayet vardır. O zaman vahye dayanmamış olan böyle bir tatbikatın dinî değeri nereden geliyor suali ortaya çıkıyor. Ben bu müşkilin hallini şunda görüyorum: Cenab-ı Peygamber, Allah’tan aldığı o vahiyler istikametinde İslam ümmetinin içinde doğru, iyi, güzel gördüklerini emreder ve bu hususta itaat etmek de Allah’ın bir emridir. Dolayısıyla Müslümanlara farzdır, vacibdir. İsterse bu ayetlerde olmasın. Ama Allah’ın “Peygamber’e uyun.” emrinin icabı olarak sadece Peygamber’in naklettiği ayetler bahis konusu değildir. Dünyevi hayatta her türlü iyi ve doğru gördüğü İslami istikametteki emirlerine itaat bizim boynumuza borçtur. Tabiatıyla tafsilatlı bir konudur bu. Acaba bu emirler kıyamete kadar bâki midir yoksa bir kısım şartlarla mukayyet midir? Şu anda bunların izahatına girmemiz mümkin değil. Bu konuların açıklaması hakikaten kitablar dolusu bilgiye ihtiyaç gösteriyor. Diyeceksiniz ki “geçmiş âlimlerimiz bunları halledememişler mi?” Halledebilmiş olsalardı bizim bu konuları araştırmaya ihtiyacımız kalmazdı. Bugün pek çok âlimi görüyoruz ki herhangi bir hâdisede “Bu Allah’tan aldığı vahiydir.” diye naklettiği bir hâdise bir başka âlimin nazarında hiç böyle bir vasfa sahib değildir. Yâni âlimlerimiz bile bu noktalarda ihtilaflıdır. Böyle olunca bu konuların aydınlatılmasını inşaallah daha müstakil çalışmalara bırakmakta fayda vardır diye düşünüyorum.

Vahiy konusunu bu şekilde açıkladıktan sonra din ve kültürü metodolojik olarak ayırmak mümkün mü? Bin dört yüz yıl içerisinde başarılamayan bu ayrım sonraki nesil için nasıl mümkün olacak?

Kendi anlayışıma göre konuşmak durumundayım. Bana göre İslam’da dinin sınırını çizmek mümkin değildir. Kur’an-ı Kerim bize ana prensipleri vermektedir. Mesela Mâide suresinin sekizinci ayetinde mealen: “Ey iman edenler! Haktan yana var gücünüzle ve bütün işlerinizde adaleti gerçekleştirin ve adalet numunesi şahitler olun.” buyruluyor. Nasıl âdil olunabilecek? Bu her insanın yaşadığı çevrenin şartlarına göre değişebilir. Bugün adalet mevzuunda konuşuyorken verdiğimiz bir hükmün Resulullah zamanında hiç bahis konusu edilmemiş olması gayet normaldir. Bugün öyle hüküm veriyoruz ki sahabenin bildiği bir hüküm değildi. Ama o noktalarda hüküm vermek bize Kur’an’ın bir emridir. Çünkü âdil olunuz, işlerinizde doğru olunuz deniyor bize. Her zaman mevcut olduğu müddetçe doğru hüküm vermek Allah’ın emridir. O emri yapmak da dinin emridir. O din daima yaşayacaktır. Bizde camiye, mescide ve kısıtlı mekânlara habsedilmiş bir din görüşü yoktur. İslam insanın doğuşundan ölümüne kadar her türlü işine karışan, işlerinde doğruya güzele yönelten mânaya sahibdir. Bu bakımdan dini tahdit etmek mümkin değildir. Elbette dinden kastım İslam dinidir.

Bir kitabınızda "Allah'ın son peygamberinin insanlığa bıraktığı kültürel miras diyebileceğimiz Sünnet’in yazıyla tespiti işi, bizzat onun hayatında başlamış ve küçük defterler hâlinde ilk meyvelerini veren bu mübarek faaliyet, birkaç asır sonra binlerce cildi bulan bir hacme ulaşmıştır." diyorsunuz. “Binlerce Müslüman âlimin vücuda getirdiği on dört asırlık zengin literatürü ciddiyetle incelemeden İslam adına sağlam konuşabilmek pek mümkün değildir.” diye de ekliyordunuz. Niçin?

Her âlim kendi devrinde yetişebildiği kültürün temsilcisi ve ona eklediği kadarıyla da kendisinin temsilcisidir. O âlim o devirleri yaşayıp geçtikten sonra şartları bilemez ve onlar hakkında hüküm vermek mümkin değildir onun için. Mesela ben biraz önce İmam Suyûtî’nin bir risalesini okuyordum. İmam Suyûtî hicri 911 yılında ölmüştür. Kendi devrinde kıyametin ne zaman kopacağına dair tahminler belirtiyor. Bin sene en fazla bin beş yüz sene sonra kıyametin kopacağı kanaatinde. Kendisi de başkalarına kendisini “mutlak müctehid”, “en büyük âlim” olarak takdim ediyor. En büyük âlimimizin bu görüşü bugün iflas etmiştir. Hâlâ ne kıyamet kopmuştur, ne Mehdî çıkmıştır, ne de Deccâl gelmiştir. Hicri bin dört yüzlü yıllardayız. Suyûtî’nin devrinden neredeyse dört yüz küsûr sene geçti. Tamamen iflas etmiştir Suyûtî’nin görüşleri. İşin garib tarafı Suyûtî bu görüşleri serdederken dayandığı kaynakların tamamı hadîstir. Demek ki bu mevzuda söylenen hadîslerin hiçbir ilmî değeri yoktur. Değersizliğe mahkûm edilmiş rivayetler, Suyuti ve pek çok âlimin nazarında sahih birer rivayet idi. Böyle –gülünç demeyeyim– gayr-i ilmî bir duruma düşmemek için, Kur’an ve Sünnet prensiplerini iyi tesbit etmek ve onlara muhalif gibi görünen rivayetleri tasfiyeden geçirmek ihtiyacındayız. Bu vazife henüz tamamıyla yapılamamıştır. Yapılabilmesi için bu rivayetleri elden geçiren, okuyan ve değerlendirmek isteyen kimselerin küllî birer kültüre sahib olmaları gerekmektedir. Ama o kültür bizim gibi tek tek şahıslarla erişilebilmesi mümkin olan bir kültür değil. Onun için benim gibi abd-i âcizler bekliyorum. Çok daha fazla okumak ihtiyacında olduğumu hissediyorum. Bütün derdimiz doğruyu söyleyebilmek, daha az yanlış yapabilmek için daha çok okumaktır. Bunu tavsiye ediyorum herkese.

Hocam Hz. Peygamber ve Kur’an Dışı Vahiy adlı kitabınızın giriş bölümünde daha önceki kültürlerde neredeyse “sokak dedikoduları”nın bile metinlere aktarıldığından bahsediyorsunuz. Bin dört yüz yıl gibi uzun bir süreç içerisinde değerlisini değersizinden ayırmak bir insan ömrüne sığabilir mi? Bu dedikodular dediğiniz şeylerle uğraşmak vakit israfı değil mi?

Elbette ki vakit israfı değil. Niçin? Bu rivayetleri kitablara yazanlar sokak adamları değil. Kahvede oturup ahkâm kesen adam değil. Bizim nazarımızda âlim kimseler. Ama âlimden âlime fark var. Bir âlim hangi kültürel çevrede yetiştiyse onun tesiri altında kalıyor. Bugün Gazâlî’yi tenkid edebilmek kolaydır. Ama Gazâlî’nin kendi devrinde kendisini tenkid edebilmesi veya onu tenkid etmek kolay bir şey değildir. Neden böyle oluyor? Çünkü onlar kendi devirlerinde ileri sürdükleri bazı hususları tam tâyin edemiyorlar. Çünkü ilimleri kâfi gelmiyor. Onların o gün söyledikleri bugün yanlış çıkabiliyor. Fıkıh sahasında pek çok misallerini kitablarımda verdim. Temizlik mevzuunda verdikleri hükümleri bugün ilkokul talebesinin güleceği gayet açıktır. Bunları hâlâ İslam’ın kültürel malzemesi olarak sunmak İslam’a hakaretten başka bir şey değildir. İşte bunları tesbit edebilmek, İslam’ı ister kültürel isterse maddi olsun her türlü tecavüzden koruyabilmek için o âlimlerimizin yazdıkları eserleri de tasfiyeden geçirmek ihtiyacı var. Elbette ki gücümüzün yettiği kadarıyla. İleride bizden sonrakiler de kendi üzerilerine düşenleri yaparlar. Ama bunu yapmadan durursak, bugün kazuratta yaşayan kurtlara temiz deme ihtimali doğar –ki bunu diyen de öyle câhil bir adam değil, Batı dillerini bilen rütbeli albay–. Milletimizi bunlardan kurtarabilmek için geçmiş kültürün yazılı eserlerini bugünkü kültürün değerleriyle olan mertebesini iyi tayin etmek zorundayız.

O zaman “kültürel mirasımızı tenkid” dediğimiz şey başlayıp biten bir şey değil. Devam eden bir süreç...

Şübhesiz, devam eden bir süreç. Sadece birkaç kişiyle olacak bir şey değildir. Bunu ifa etmek bütün kültürlü ümmetin vazifesidir.

İbn Teymiyye "Kur'an'dan başka hiçbir kitap yanlışsız değildir" diyor. İlk dönem İslam alimlerinin, Buhari ve Müslim gibi çok sağlam kabul edilen hadis mecmualarında zayıf noktalar görüp eleştirdiklerini belirtiyorsunuz. Bu bir anlamda hadis rivayetinin özeleştiriyi kesintisiz bir şekilde kullanan bir ilim dalı olduğunu da ortaya koyuyor. Peki sonraki yıllarda bu eserlerin eleştirilemez hâle gelişi nasıl olmuştur?

Bu durumu, “İctihad kapısı kapandı.” denilen bir asır var ya o asırdan itibaren gelişmiş olarak mütalaa etmek doğru olur diye düşünüyorum. Bizde eskilerin kitablarında yanlış gördüğünü söyleyen zümrelere karşı bir müdafaa cebhesi oluşturma ihtiyacı duyulmuş. Demişler ki siz eğer o eski eserlerimizi tenkid ederseniz din olarak ortada bir şey kalmaz. Dolayısıyla biz dinsiz bir hâle düşeriz korkusuna kapılmışlar. Böyle bir şey varid değildir aslında. Hiç korkmamak lazımdır. Mesela diyelim ki İmam-ı Tahavî’nin batmış olan güneşin tekrar dönüşünü, doğuşunu normal olarak kabul etmesi kendi devri için belki makuldü. Ama benim devrimde böyle bir hâdiseyi okuyan ve o âlimi âlim diye gören kimse ne der? “İslam âlimi demek buymuş! Demek bugün bunların söylediklerinin hiçbir değeri olamaz!” diye bir netice çıkarmaz mı Allah aşkına. Eğer ben Tahavî’yi bu noktada tenkid etmezsem o vakit Tahavî’nin öteki sahalardaki doğru görüşlerini bile şübhe altında değerlendirme ihtimali doğar. Bundan sakınabilmek için İslam dünyasında gerçek âlimler hiçbir kimseyi tenkid dışı bırakmamışlardır. Hatta bizim elimizdeki en sağlam hadîs kaynakları olan Buhari ve Müslim’e bile tenkid yöneltmişlerdir. Misal mahiyetinde yazdığım makalede de açıklıkla ortaya çıkmaktadır. Bu tenkidleri yapanlar Batılı oryantalistler değillerdir. Hahamlar, rahibler değillerdir. Bunları yapanlar Müslüman âlimlerdir.

Tenkid deyince bazılarını korku sarıyor. Zannediyoruz ki biz her şeyi batırıp, çıkaracağız. Hayır. Tenkid bir şeyin iyisini kötüsünden ayırmak hâdisesidir. Bizde iyiyi söylemek, tesbit etmek de tenkiddir. Bu bakımdan böyle bir tenkidî nazardan korkmamak lazım. Bu cihete gitmedikçe bizim saf İslamiyet’i çıkarabilmemiz mümkin değildir diye düşünüyorum. Senelerden beri bu düşünce içerisindeyim.

İbn Teymiyye böyle demiştir. Gerçektir. Ben misallerini defaatle gördüm kitablarımızda. Fakat İbn Teymiyye bunları söylerken o hadîs kitablarını da kullanmıyor değildir. Gene bütün kaynaklar o kitablardır. Ben de Kureyşlilik üzerine bir çalışma yaptım. O çalışmamda destekleyici gördüğüm bütün fikirlerimi yine o Müslümanların kitablarından aldım. Buhari’den, Müslim’den aldım. Ama bu Buhari’nin bütün rivayetlerini kabul ediyorum mânasına gelmez. Buhari’nin yazmak zorunda kaldığı “Âhir zamana, kıyamete kadar Kureyşli halife baki kalacaktır,” hadîsini, siz bugün Kureyşli halifenin olmadığını gören bir vatandaş olarak, Peygamberimize atılmış bir yanlış değerlendirme şeklinde değerlendirmez misiniz? Eğer Resulullah bunu kati söylemiştir diye inanırsanız –hâşâ– “Atmış da tutturamamış.” şeklinde bir ithama maruz kalmasına sebeb olursunuz. Ben katiyetle böyle bir cürmü işleyemem. Resulullah asla böyle bir ifadede bulunmaz. Niçin yapamayacağını da kendi kudretim ölçüsünde, yapabildiğim kadarıyla bahsettiğim kitabda anlatma ihtiyacı hissettim.

Tanzimat sonrası Türkiye'sinde İzmirli İsmail Hakkı ve Babanzâde Ahmed Na’îm ile başlayan, M. Tayyib Okiç, Muhammed Hamîdullah, Fuad Sezgin ve zât-ı âlinizle devam eden hadîs ilmine eleştirel bakışın çoğu zaman modernistlikle ya da Batı'da 'septik hadis tenkidçiliği'nin öncüleri sayılan Goldziher, Schacht ve Juynboll'un çalışmaları üzerinden oryantalistlikle suçlanmış olmasının sebebleri nelerdir?

Bunun sebebi şu: Biz en azından üç asırdır İslami tedkiklerde maalesef yayan kaldık. En azından üç asırdan beri İslami incelemelerde Batı bizi fersah fersah geçmiştir. Bunun en büyük delili her zaman defalarca söylediğim İslam Ansiklopedisi’ni geçen asrın başlarında onların yazıp, basmasıdır. Yerli malı dediğimiz ansiklopedimizi yeni yeni çıkarmaya başladık ve henüz tamamlayamadık. Bizim tefsirimizi, hadîsimizi, fıkhımızı –ilmî mânada– inceleyenler Batılılar olmuşlar ve bu incelemelerini de kitablaştırmışlar. Pek çok kitab yazmışlar. Batılılar tarafından İslamiyat üzerine yazılmış binlerce kitab var. Mesela bir Goldziher’i ele aldığımız zaman, Batıda hadîs tedkikleri sahasında hâlâ otorite olarak kabul edilen eserleri var. Ben her ne kadar elli sene önce hadîsle ilgili olan kitabını tercüme etmiş olsam dahi Türkiye’de yayını yoktur. Almanca olan o kitab İngilizceye tercüme ediliyor. Arabca bir doktorası yapıldı. Ama hadîsle ilgili yayınını görmedim. Eğer siz bunları bilmezseniz. Batı’da İslamiyat hakkında yazılmış olan eserleri bilmezseniz sizin Batı’ya karşı söyleyebileceğiniz şeylerin çok eksik kalacağını kabul etmek lazım. Çünkü adam “Benim bu konuda yazdığım, söylediğimi okudun mu arkadaş.” dediği zaman verebileceğin bir cevab olmalı.

Son devirlerde, Batıdakileri okuyamamış ancak ecdadımızın yazdığı eserleri okuyabilmiş ilim çevreleri, Batı’dan tercüme kanalıyla gelen eserleri İslam’ı yıkmaya matuf birer hareket olarak damgaladılar. O kitabları okuyanlara da şübheli nazarlarla bakar oldular. Esas yapılması gereken hâdise neydi? Önce o zatların yazdıkları kitabları bileceksiniz. Ondan sonra –şayet yazabiliyorsanız– ona reddiye yazacaksınız. Biz reddiye yazmadan adamlara küfretmeyi mârifet sandık. Mesela Dozy’yi Abdullâh Cevdet tercüme etmiş. Onun üzerine yığınla tenkid yazdık. Dozy’nin onun dışında İslam kültürüne yaptığı o kadar çok hizmet var ki. Mesela onun Arab lügatlerine zeyl olarak yazdığı iki ciltlik muhteşem bir eseri vardır. Ama bundan bahseden yoktur. Onun İslam kıyafetleri üzerine yazdığı küçük bir kitabı vardır ki benzerini daha bir Müslüman âlim yazmamıştır. Yine Dozy’nin İspanya Müslümanları üzerine tarihi vardır ki bizim İslam ilimleriyle uğraşan zevatın ekserisinin haberi yoktur. Bunların sayılarını çoğaltmak gayet mümkindir.

Yapacağımız şey böyle bedava sövüp saymayı bırakarak ilmî çalışmalara ağırlık vermektir. Bugün karşındaki adam İslami kültürü senden daha fazla tedkik etmişse, senin vazifen onun üstüne çıkmaktır. Esas vazife budur. Maalesef bizim eski metodlarla yetişmiş âlimlerimizde böyle bir anlayışı görebilmiş değilim. Bu çok acı bir şeydir. Yapabildikleri şey nedir? Batı’da İslam’ı anlatmaya çalışan Muhammed Hamidullah gibi müstesna bir şahsiyeti karalamaya çalışmak olmuştur ki bu en azından ayıb ve günahtır.

Hulasaten bizde Batı’yı tanıyan, İslami ilimlerle meşgul kimselere bu tür ithamların yapılıyor olması büyük bir talihsizliktir. Şübheciliğin veya korkunun bir neticesidir. Ben bunları doğru bulmuyorum. Eğer Batı’nın bize yaptıkları ithamlarını, tecavüzlerini önlemek istiyorsak onların silahlarıyla onlara karşılık vermek durumundayız. Adam mesela Ahmed ibn Hanbel’in Musned’ini senden iyi biliyorsa sen Musned’i okumadan, cahilane karşılık veremezsin. Bunu idrak edelim. Bizim bugün kaynak olarak kullandığımız pek çok kitabımızı ilmî usullere uygun şekilde basıp ilim dünyasına sunanlar bizim müsteşrık/oryantalist dediğimiz adamlardır. Onlara en azından bu sahada teşekkür borcumuz vardır.

Bugün İslam dünyasında Müslüman olup da ilmî sahayla ilgilenen kimselere “yerli oryantalist” denmensin sebebi ne olabilir?

Bizde eskiden beri tenkid kültürü pek gelişmemiştir. Bizde fıkhi mezhebler gelişmiştir. O mezheblere mensub olan kimseler o kitabların dışında başka bir şeye yüzlerini çevirmemişlerdir. O kitablarda olan her şeye hiçbir tenkidî nazar atfetmeden, olduğu gibi öğrenme cihetine gitmişlerdir. Tenkidcilik hareketi daha ziyade Batı’dan geldiği için Batı’yı bilen kimseleri de bu defa aynı şekilde kendilerine “yabancı” hissetmeye başlamış olmalarını garibsememek lazımdır.

Rivayetlerin sorgulanması ve sağlam bilgiye ulaşma yöntemini öğrenme ve anlatma sürecinde hangi güçlüklerle karşılaştınız?

Biliyorsunuz, bizim bütün işimiz hâlâ güçlükler içinde devam ediyor. İslam kültürü ile meşgul olmanın doğurduğu belki nihayetsiz güçlükler var. En başta kültürel kaynaklara erişebilme zorlukları geliyor. Çokça söylediğim gibi en azından bin senelik kültürel malzememiz var. Biz bunların belki binde birine bile ulaşabilmiş değiliz. Bu kitablarımızın pek çoğu kaybolmuş durumda. İsimleri var, kendileri yok. Bazen ümidimizi kestiğimiz bir kitab bir yerde ortaya çıkabiliyor. İnşallah ilmî çalışmaların hız kazanması ile en azından kaybolmuş dediğimiz kitabların birazını elde edebilirsek kültürel zenginliğimizin artmasına vesile olur. Bu sayede biz geçmiş kültürümüzü daha sağlam usûl ve kaynaklarla öğrenme imkânına kavuşuruz diye düşünüyorum. Bugün yapılması gereken hareketlerden birisi en azından elimizdeki eserlerin tahlil ve tenkidlerini yaparak anlamaya çalışmaktır. Bugün Suyûtî’nin, İbn Hacer’in veya bir tasavvuf erbabının yazdığı kitabları olduğu gibi kabul etmek benim İslami anlayışıma uygun değildir. Çünkü okuduğum pek çok kitabda gördüm ki pek çok hata yapılabilmiş. Bu hataları –hâşâ– suçluyor değilim. Daha öncesinde teşekkür borcumuzu ifade ettim. Ama eğer onlara tenkid yöneltmezseniz, yarın ahirette onların karşısında mahcubiyetten kurtulamayacağımızı düşünüyorum. “Niye elinizde imkânlarınız varken benim kitablarımdaki yanlışları düzeltmediniz?” sualiyle karşılaşabiliriz.

1958 yılından bu yana İlahiyat Fakültesindesiniz. Acaba tenkidî zihniyetin gelişmesi ya da yerleşmesinde gelecekten ümitvar mısınız?

İnsan en iyi kendini bilir. Ben bu suale cevab veriyorken diyorum ki “Madem ben varım. Benim gibileri hatta daha üstünleri niye olmasın?” Pek çok muhitten dâvet aldığım hâlde ancak bazılarına gidebiliyorum. Orada gençlerin pırıl pırıl zekâlarıyla mevzulara ne kadar açık olduklarını görüyorum. Bu tabloyu gördüğüm zaman inanın gözlerim doluyor. Bundan elli sene evvel bu tabloyu göremezdiniz. Ama bugün hamdolsun, Müslüman sıfatıyla kendi kültürüne en azından sahib çıkmak isteyen binlerce genç var. Bu gençler sadece kendi lisanımızı değil, Batının lisanlarını da biliyorlar. Batının imkânlarına da sahibler. Böyle giderse –ki gitmemesi için hiçbir sebeb yok– her zaman söylediğimiz “İstikbâl İslam’ındır.” hedefinin gerçekleşmemesi düşünülemez.

1958 yılında Tayyib Okiç'in hadis asistanlığına tayin edildiniz. Tayyib Okiç'in ilmî kişiliği ve tesirleri hakkında neler söylersiniz? Hazırlamakta olduğunuz anılarınızda geniş yer tutuyor mu Tayyib Okiç?

Fakülteye geldiğimde açılışının dördüncü senesiydi. Gördüğümüz durum şuydu. Biliyorsunuz Ankara İlahiyat açıldığında henüz tefsir, hadîs okutacak hiçbir profesör bulunmadığı için “Dogmatik İlimler Kürsüsü” diye bir kürsü kurmak zorunda kalmışlar. Tekrarlamak zorundayım, altı yüz küsur sene Avrupa’da bile İslamiyet’in bayraktarlığını yapmış Osmanlı’nın ahfadı içinde profesör unvanını taşıyan, bu dersleri okutacak tek bir kişi bile yoktu. Bu çok acı bir durumdur. Biz böyle bir durumla karşılaştık. Tayyib Okiç hocamız Saraybosnalıdır. Oradan Paris’e gönderilmiş, doktorasını yapmış, babasının hastalığı sebebiyle Yugoslavya’ya dönmek zorunda kalmış. 1944-1945’lerde Türkiye’nin Belgrat sefaretinde çalışıyorken, Almanların Belgrat’ı işgal etmesi üzerine Almanya’ya götürülmüş. Ve oradan 1945’te bütün Türk sefaretleri ile birlikte Türkiye’ye gelmişler. 1977’de ölünceye kadar Türkiye’den hiçbir zaman ayrılma imkânı olmamıştır. Kendi memleketine bile gidememiştir. Türkiye’de kaldılar. Allah o zata o şerefi nasib etmiş. Bizim fakültemizin bu kürsülerini kurmak ona nasib olmuştur. Allah rahmet eylesin, hâlâ gözlerim doluyor. Tayyib Hoca Paris’te doktora yaparken orada şarkiyatçı zatları yakinen tanımış. Mesela William Marçais hocamdı derdi. William Marçais, Buhârî-i Şerîf’i Fransızcaya çeviren zatlardan birisidir. Ömrü ancak ilk iki cildini çevirmeye yetmiş. Diğer iki cildini arkadaşı O. Houdas çevirmiş. Henry Laoust doktora arkadaşım derdi. Henry Laoust bugün dünyada Hanbeliliğin birinci derecede mütehassısıdır. Bu zatın ayarında bir âlim bugün İslam dünyasında yoktur. Ne acıdır ki onun bu sahada yazdığı eserlerin hiçbiri Türkçeye kazandırılmış değildir.

Tayyib Hoca Fransa’da arkadaşlarıyla birlikte ilim yapmışlar ve Türkiye’ye dönmüşler. Batıdaki İslami ilimlerin tedkikinin usûlüne sahib olarak gelmişler. Bize o usulü, metodları öğretmek istediler. Mesela herhangi bir şahsın, bir ricalin aranmasını dahi bilmiyorduk biz. Bütün bu metod meselelerini Tayyib Hoca öğretti. Kendisi bekârdı, evlenme imkânına sahib olamadı. İşlerini kendisi görüyordu. Bu bakımdandır ki şayet maddi imkânlarını giderebilmiş olsaydı, hayatını ilmî alana teksif etmesine imkân sağlansaydı kendisinden pek çok eser kazanabilirdik. Maalesef o devrin şartlarında o imkâna kendisi nail olamadı. Bunun içindir ki Hocanın sadece bir tek kitabından ve beş on tane makalesinden bahsedebiliriz. Bugün gerek Türkiye’de gerekse diğer İslam ülkelerinde maddi zaruretler aşılmış durumdadır. Pek çok enstitümüz var. Pek çok kütübhanemiz teşekkül etti. Binlerce ilim tâlibi bu yolda çalışmaktadır. İnşaallah eskiden yaşananların daha kötüsünü görmeyiz diye ümid ediyorum.

Tenkidî zihin yapınızın oluşmasında Tayyib Okiç Hoca’nın nasıl bir etkisi olmuştur?

Tabii ki insan zihniyetini sadece hocasından almaz. Ailesinden de alır, hücrelerinden alır, gördüğü ve yaşadığı muhitten alır. Ya da okuduğu kitablardan alır. Fakat insan bir ilim adamının elinde yetişirse onun böyle bir yola girmesi daha kolaylaşır. Cenab-ı Allah nasib eylemiş Hatib Hoca gibi bir âlimin evinde doğup büyüdük. Ama maalesef on iki yaşımızda babamızı kaybettik. Ben ikiz kardeşimle on iki yaşındaydık. Ondan, onun ilmî muhitinden hakkıyla istifade edemedik. Ama onun reisliğini yaptığı bir ailede İslami bakış açılarımız oluşmaya başladı. Mesela mantıksız bir şey söylenildiği zaman “Müslüman böyle mi düşünür?” derdi. Biz müslümanın mantıksız düşünmemesi gerektiğini ilk böyle öğrendik. Kirli ellerle sofraya uzanan olursa “Müslüman temiz olmalıdır, böyle yemek yemez.” dedikleri an o fikir sizin zihninize yerleşiyor. En güzel en doğru şeylerin Müslümanlık içinde mündemiç olduğunu söyleyen bir aile size onlara aykırı şeyleri tenkid etmeye yönlendirir. İşte bu zihniyetten hareketledir ki daha lise yıllarında okuduğum kitabı tenkid etmeye başladım. Daha önce makalelerimde onlardan bahsettim, biliyorsunuz. O zaman gördüm ki bizlere hocalık yapmak durumunda olan zatların bile yanlış şeyler yazabileceklerini ve yazmış olduklarını görmek beni tenkidî bir yola sevk etmekte âmil olmuştur diyebilirim. İslamiyet’e hakâret etmeye hakkımız yok. İslamiyet’i yanlış göstermeye hakkımız yok. Kim yazarsa, kim söylerse söylesin. İster babam söylesin, ister kardeşim, isterse ben söyleyeyim! Kişinin yanlış bir şeyden dönmesi kadar büyük bir fazilet yoktur. Bir insanın kendisini tenkid edebilmesi kadar yüce bir seviye yoktur. Böyle düşünüyorum.

Burdurlu Hatib Hoca dönemin büyük âlimlerinden birisi. Yayınladığı eser yok mu? Ya da yayınlamayıp kenara bıraktığı eser var mı?

Rahmetli babamı Burdur çevresi sadece şifahi irşadlarıyla takib eder hâldeydi. Yâni babamın yazmaya ayıracağı vakti yoktu. Bizim geniş bir bahçemiz vardı. O bahçenin bütün ağaçlarıyla meşguldü. Sabah namazından sonra çıkar, bahçeye giderdi. Ondan sonra eve gelir, kütübhanesinde okurdu. Evin içinde büyük bir odada bütün aile toplanmış durumdaydı. Ben bilirim ki bazen beş dakika uyuyup kalkarak tekrar kitab okur hâlde görebiliyordum babamı. Benim bugün sahib olduğum imkânlara sahib değildi. Böyle imkânsızlıklar içerisinde her ne kadar talebler gelse dahi    kitab yazması mümkin değildi. Ancak okuduklarıyla ve edindiği bilgilerle şifahi telkin ve hatiblik yaparak, vaaz vererek, Burdur’un eşrafıyla konuşmalarıyla bu vazifesini yapmaya çalışıyordu. Ömrünün son zamanlarında Mehmed Âkif’in damadı Burdurlu Ömer Rıza Doğrul bizim eve birkaç defa geldi gitti. Doğrul, çok ısrar etti hatta babamı İstanbul’a götürmek istedi. İstanbul’a götüremeyeceğini anlayınca, kitab yazması için teşvik etti. Babam son senesinde kitabını yazmaya koyuldu. Basımını göremeden de vefat etti. Babamın vefatından sonra ağabeyim, Ömer Rıza Doğrul ile beraber bu kitabın yayımı ile meşgul oldu. O kitabçığı yayınladılar. O kitabı gözden geçirmem gerektiği kanaatindeyim. Çünkü o devrin imkânları içerisinde bazı ibareler hatalı yazılmış. Bazı yerleri kapalı ifade edilmiş. Çünkü aradan hemen hemen 60 küsur sene geçmiş durumdadır. Ama yazılı hâlde pek çok vaazları var. Onları gözden geçirmem vazife olarak bekliyor. Onun dışında kendisinin hayatını yazmakla mükellef addediyorum kendimi. Çünkü okuduğu bütün kitabların kenarlarına notlar almış, ayrıca bilhassa medrese zihniyetli zatlarla giriştiği polemikleri var. Onların Diyanet’e yaptığı şikâyetler dolayısıyla Diyanet’e verdiği raporlar var. Bu raporların gün yüzüne çıkmasının bize kültürel açıdan zenginlik katacağına inanıyorum.

Kaleme aldığınız her makale yayınlandığı dönemde ses getirdi hâlâ da ses getirmeye devam ediyor. Bu çalışmalar içerisinde Hilafetin Kureyşliliği klasik oldu. Bu kitabın yazım aşamasıyla ilgili bize neler anlatırsınız?

Dedik ya kendimiz kendimizden, Müslümanlığımızdan memnun değiliz. “Niçin bu hâle düştük” sualine cevab verme ihtiyacı bundan doğuyor. Niye bu hâle gelmişiz, gayr-i müslimlerin tahakkümü altına girmişiz, nasıl ilmimiz, tekniğimiz sıfırlanmış hâsılı ezilmiş bir hâlde Osmanlı devletinin bakayası olarak ortaya çıkmışız. Ben Cumhuriyet’in onuncu yılında doğmuşum. Peki, biz Cumhuriyet’in ilk elli senesi içinde o devrin kültürel imkânlarını kabullenebilecek, onları yeterli görebilecek durumda değildik. Bu kadar zengin bir kültüre sahib dinin mensubları perişan hâlde niçin olabiliyor? Bunun cevabını vermekle mükelleftik. Bu yüzden, kendi kitablarımızı en azından kültürlü dediğimiz zatları, ulemayı ortaya çıkaran kitabların mahiyetini anlama ihtiyacı doğdu. Eğer bu kitablar doğru yazıyor da biz eğrilmiş isek sebebini araştırmalıyız. Eğer bizim eğriliğimize bu kitablar sebeb olmuşsa ortaya çıkarmalıyız. Mutlak mânada dünyanın tek dini olarak gördüğüm İslamiyet’i gerçek hüviyetiyle ortaya çıkarmanın ancak bu şekilde mümkün olduğunu düşündüm.

Peygamberimiz adına yüzlerce hadîs naklediyorlar. Bir bakıyorsun bu hadîsin o zamanın aktüel durumlarıyla ve gerçekle hiçbir alakası yok. Peygamber Efendimizin bunları söylemesi mümkün değil. Söylediğini iddia ettiğiniz vakit yalan çıktığı zaman Resulullah’a yalan itham edilmesine vesile oluyor. Resulullah bunlardan münezzehtir. Şimdi bunları ortaya çıkarmak için gerçekten de müşahhas bir meseleyi derinlemesine incelemek gerekiyordu. Biz herhangi bir meseleyi derinlemesine incelemek ihtiyacındayız. Dikkat edin, herhangi bir mesele diyorum. Bunun tarihî geçmişi nedir? Bu meselede geçmişteki adamlar ne düşünmüşler? Gelecektekiler ne düşünmüşler? Hangileri doğru, hangileri eğri demiş? Bunlardan hangisine sahib olmamız, hangisini müdafaa etmemiz gerekir? Bütün bunları ortaya çıkarmamız gerekiyor. Ben Kureyş’in hilafetiyle ilgili hadîsi kabul edersem, bugün bunu açıklamakta zorlanırım. Bunu benim reddetmem gerekirdi. Bir tek misal bu. Gerisinde daha neler neler var. Onları teker teker ortaya çıkardığınız zaman; Resulullah’a (belki o devrin zaruri gördüğü) birtakım eklemeleri tasfiye ettiğiniz zaman İslamiyet pırıl pırıl ortaya çıkacak ve bu nîmetten bütün dünyanın insanları istifade edecektir. Bugün hâlâ zar zor Müslüman olunuyorsa sebebi gerçek Müslümanlığı tanıtamamış olmamızdan kaynaklanıyor. Bu ağır vazifenin altından muhakkak kalkılması lazımdır. Çünkü Müslümanlığı tanıtma vazifesi en önce Müslümanlara düşer, gayr-i müslimlere değil.

Burada Hilafetin Kureyşliliği bu sahada örnek olarak yaptığınız çalışmalardan yalnızca biri mi diyebiliriz?

O bir misaldi, zarureti vardı. Yayınlanma zarureti vardı. Profesör olabilmemin de şimdi bahsetmemin lüzumu yok birçok zaruri şartları vardı. Ben hiç düşünmüyordum profesör olmayı. Mühim olan araştırmadır. Ama hakkımda bazı ithamlar oldu. Bu tezi zamanın kısıtlı şartlarında ve imkânlarında yazdım. Şimdi bu tezin eksikliklerini de giderdim, kat kat zenginleşmiş durumda. İnşaallah fırsat bulabilirsek bu mevzuda topladığım öteki malzemeyi de ekleyerek bu meseleyi kökünden halletmek ihtiyacını duyuyoruz. Ama bakalım ömrümüz kâfi gelecek mi?

Çağımızın eşitlik ve özgürlük gibi değerleri açısından “İslam'ı yeniden anlamak” nasıl mümkün olur? "Müslüman olmak kolay bir iş değil, zor bir iş", diyorsunuz. Niçin?

İslam’ı yeniden anlamak… Niye yeniden anlayacaksın ki diye soruyorlar. “İslam’ın kendi kaynağı Kur’an-ı Kerim var, hadîsler de var. Daha ne yazacaksın, ne anlayacaksın? Oku, oku anlat!” diyorlar. Bu cebheden yapılmış îtirazın temelinde hiçbir haklılık yoktur. Neden yoktur? Dünyamızda milyarlarca insan gelmiş geçmiş. Bugün de bir buçuk milyara yakın Müslüman var. Bu Müslümanlar arasında herkesçe sahib çıkılabilmiş bir İslami kültür var mı? Yok! Bugün –basit tâbiriyle– her Müslüman’a göre İslamiyet var. Herkes kendine göre müslümandır. Ama bu “herkese göre Müslümanlık” vahdet hâline getirilemezse, en azından temel prensipler noktasında birlik sağlanamazsa hiçbir zaman gayr-i müslimlere “İslamiyet şudur.” diye malzeme sunamazsın. Bunu yapabilmemiz için öncelikle kendimizin gerçek İslamiyet’i tanımamız gerek. Ve geçmiş kültürümüzün bugün tatbik edilebilecek ve edilmeyecek tarafları nedir? Hatta bunu Kur’an-ı Kerim’e bile teşmil etmek zorunda olduğumuzu söylüyoruz. Mesela hepimizin bildiği bir husus, bugün binlerce Kur’an meali yazılıyor. Yâni Arabcanın dışında başka dillere tercüme ediyoruz vs. Fakat Kur’an’ın yazdıklarıyla yaşadığımız hayatın nizamları arasında pek çok farklılık var. Birbirine zıt hükümler var. Bu noktalarda biz ne gibi bir tavır takınmak durumundayız? Bu suale Türkiye’mizin de dâhil olduğu hiçbir İslam ülkesinden henüz cevab verilebilmiş değildir. İşi müşahhaslaştırırsak, mesela Diyanet’imiz pek çok meal basıyor. Bu meallerde Kur’an ayetlerini Türkçe’ye çevirmeye çalışıyor. Ama iş hukuki mevzuata, ayetlere geldiği zaman onların verdikleri mânaların altında hiçbir izah bulabiliyor değiliz. Gayet açıklıkla söyleyelim. Mesela “Hırsızlık yapan kadınla erkeğin elini kesin.” diyor ayette. Ayet gayet açıktır. Bugün Türkiye Cumhuriyeti gibi pek çok İslam ülkesinde “el kesme" diye bir hüküm yoktur. Yâni o Müslüman ülkelerde dahi Kur’an’ın bu ayetine muhalif hareket ediliyor. Kur’an’ın ayetini tatbik etmeyen kimseyi sen “kâfir” diye damgalarsan, milyonlarca Türkümüz, Libyalımız, Tunuslumuz bugün kâfir hâle gelir. Peki böyle bir ayete verilebilecek cevab ne olmalıdır? Yahud bu gibi ayetlerin bugün nasıl anlaşılması gerekir?

Kanaatimce bugün İslam ulemasının halletmek zorunda oldukları temel mesele budur. Siz namazı, orucu, haccı anlatırsınız. Ama mesele bu noktaya geldiğinde siz kendinizi kabul ettirebilmek zorunda hissetmelisiniz. Eğer siz inanıyorsanız el kesmenin mutlak bir adalet olduğuna bunu kabul ettirmek zorundasınız. Eğer inanmıyorsanız, Kur’an ayetini izah etmek zorundasınız. Kur’an ayetinin bugün şu şekilde anlaşılması gerekir diyebilmelisiniz. Bunu diyebilmek bugün için fevkalade zordur. En başta insanları korkutucu bir davranıştır. İnsanlar, çevresinden “kâfir” damgası yemekten korkuyor. Bunun için ben “ne yapılması lazım” diye düşünüyorum. En azından bu konularda geçmiş âlimlerimiz neler söylemişler, bu bile doğru dürüst yapılmamıştır. Bir iki münferid çalışmanın dışında toplu bir çalışma ortaya konulamamıştır. Neden konulamamıştır diyecek olursanız, gene o eski kültürümüz tam mânasıyla kavranamadığı ve okunamadığı için. Bugün tesadüfen okuyabildiğimiz kitablarda öyle hükümler buluyoruz ki bizim korktuğumuz mevzularda daha birinci asrın âlimleri gayet serbestlikle hüküm verebiliyorlar. Sadece fakihlerin görüşlerine değil, Kur’an’ın hükümlerine, Peygamberimizin hükümlerine bile o devirlerde dinî yorumlar getiren âlimlerle karşılaşıyoruz biz. İslam dünyası bu sahada henüz yeterli çalışmayı yapamamıştır. Bunun yapılmasını ben mutlak şart olarak görüyorum. Bu şart yerine getirilmeden de Kur’an meali yazmak bizi kurtuluşa götürmüyor.

Geodhart Jashke'nin Yeni Türkiye'de İslâmlık isimli eserine yaptığınız tenkidi hatırlıyorum. Kitab eleştiri notlarınızda başka hangi isimler yer alıyor?

Benim âdetim –ki bütün ilim talibleri böyle yaparlar– okuduğum kitablarda gördüğüm yanlışları, mükemmel gördüğüm hususları kaydederim. Ben bunları okuduğum kitabın bizzat üstüne yazmayı tercih ediyorum. Oralarda aldığım notları dostlarım faydalı olacağını düşünüyor. Bunu yaparsak bir kitabın mutlak doğru olması gerekmediğini, yanlışlarıyla da değerli olabileceğini gösterme imkânımız olacak.

İlmî hayatınızda çeşitli mektuplaşmalarınızın olduğunu, yurt dışına gidip gelmelerinizde Hamidullah Hoca olsun, Annamarie Schimmel ile olsun görüşmeleriniz olmuştu. Bu liste içerisinde mektuplarınızın da yazılacağı görülüyor. Bu mektuplarınızda daha çok kişisel meseleler mi yoksa ilmî hususlar mı ağırlıktaydı?

Ben aslında çekingen tabiatlı birisiyim. Toplum hayatım yok gibidir. Gitmem, görüşmem. Kendimi, daima elde ettiğim kitabları okumaya vermiş bir kimseyim. Fransa’da kaldığım müddet zarfında da hemen hemen öyle oldu. Fakat görüşme imkânına kavuştuğum zatlardan da ciddi şeyler öğrendim. Onlara hizmet etmeyi vazife saydım. Mesela Hamidullah Hocanın Siyer-i Kebîr tercümesinin Türkiye’de basılmasına bendeniz fakir sebeb olmuştur. Bizzat Hocanın yazdıklarını Paris’e gittim aldım, geldim, Diyanet Vakfı –Allah razı olsun hizmeti geçenlerden– kitabın basımını üstlendi. Bu arada bazı ilmî mevzularda mektublaşmalarımız oldu. Hatalı olarak gördüğüm hususlarda Hamidullah Hocaya mektublar yazdım. İnsan allame dahi olsa hata yapabilir. O doğru bulduklarını düzeltti. Bazı ilmî mevzularla ilgili sorduğum sorularda ihtilafımızın devam ettiği de oldu. Bunları o kitabda inşaallah yazacağız. Bu arada ben kendimi İslam kültürüne hizmet eden herkese hizmet etmekle vazifeli sayıyorum. Bu bakımdan mecbur kalmadıkça onlara tenkid yöneltmeyi istemem. Herkes bir şekilde hizmet etmektedir, Allah onlardan razı olsun. Ama ilmî yanlışlıklarda sebat edenler olduğu zamanda da onlara merhamet etmenin caiz olmadığı kanaatindeyim. Bunu da pek çok raporda dile getirdim. Faydalı olacakları inşaallah yazıya dökeceğiz.

Hocam, hazırlamakta olduğunuz otobiyografinizde “keşke” ile başlayan cümleleriniz oluyor mu?

Cenab-ı Hakk’a nasıl itiraz edebiliriz? “Keşke beni sahabe devrinde yaşatsaydın” diyebilir miyiz? Diyemeyiz. Ama insanoğlu daha iyi hizmet edebilmek için bazı imkânlara kavuşmuş olmayı istiyor. Bunun için “keşke” diyor. Şimdi ben “keşke genç olsaydım da sizin bu internet imkânına sahib olsaydım.” diye düşünebiliyorum. Ama o zaman da geçmişte yapmış olduğum çalışmaları yapmamış olurdum. Mesela Fransa’ya gittiğimde benim birinci hedefim İslam’la ilgili yazılmış eserleri öğrenmek oldu. Kimler neler yazmış? Bunları tedkik edebilmek için dergileri birinci sayılarından itibaren getirtip sayfa sayfa taradım. Bizimle ilgili olabilecek, bizi cezb edebilecek makalelerin fotokopilerini almaya çalıştım. Cebimde yeterli para olsa hepsinin fotokopisini alırdım. Ama o imkânlar elimde yoktu. Fransız burslusu olarak gitmişsin, orada kısıtlı imkânlarla hem ayakta duracaksın, hem yemek yiyeceksin hem de kitab alacaksın. İlk gidişimde bir buçuk sene kaldım bir defa bile gidip restoranda yemek yemiş değilim. Hep talebe restoranlarında yemek yedim. Niye? Az para harcayayım da kitab alayım diye. Bugün de “Keşke zengin olsam da hem kendi sıhhatime baksam, hem de daha fazla kitab alsam, daha fazla kitab okusam.” diye düşünüyorum. Gene toplayabildiğim kitabların tamamını okuyabilmiş değilim. İnsanoğlu aç tavuk gibi. Hani tavuğu kesmişler de gözü çöplükte kalmış ya. Biz de öyleyiz. Ben hâlimden memnunum şimdi de. “Keşke”leri bırakmanın doğru olduğu kanaatindeyim. Keşke demeyelim. Herkes kendi imkânları içerisinde bir şeyler yapabilir diye düşünüyorum.

Kitaplarınızın hayırlı olmasını diliyorum. Söyleşi için teşekkür ederim…

Estağfirullah. Ben okuyucularımdan müsbet tenkid beklerim. Ricam odur. Eğer herhangi bir hizmetim olduysa helal olsun.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR