1. YAZARLAR

  2. Günay Maden Bulut

  3. En Hazin Şubat

Günay Maden Bulut

Yazarın Tüm Yazıları >

En Hazin Şubat

Kasım 2005A+A-

Bir gece karası saçları düşümde, birde ay parlağı yüzünde koyu yeşil gözlerinin matemi. Ne resimleri avutmakta şimdi beni, nede uzun bir koşu bandına benzettiğim hayatının beraber yaşadığımız hatıraları. Şehirlerarası otobüs yolculuklarımda yol kenarında biran görüp hemen kaybettiğim renkli görüntüler gibi canlı bir silüete dönüşüp uzaklaştıkça benden, yüreğim sıkışmış bir mengeneye tutulmakta.

Hiç bitmeyecek sandığımız o tatlı çocukluk günlerimiz ne uzakta kaldı. Tüm korkulardan ve hüzünlerden azade bir yaşam sürdüğümüz zamanlardı. Benim için yalnızlık yanımda O olmadan uyanmaktı sabaha. Mutfakta çıtır çıtır yanan kuzinenin içinde kızarmış ekmeklerin kokusuna ve bir mırıltı halinde annemle yapmış olduğu muhabbetlere yönelirdi adımlarım yatağımdan yere değdiğinde.

Sobalı ve üç göz odadan oluşan evimizin her köşesine annemizin düzen ve intizamının zarif kokusu sinerdi. Akşam olunca her biri bizlere yatağa dönüşecek demir divanlarımızın üzerinde üzerinde zıplayıp yaylanmayı en büyük eğlence bilirdik. Şişirilmiş bir balon kadar dolgun pamuk yastıkları süsleyen dantel ve nakışların nice emek ve hayallerle üretildiğini anlamazdık.

O üstündeyken cennetteki tahtlar kadar rahat olduğu izlenimi veren yeşil örtülü divanı üzerine yayılı kitapları arasında uyuyakalmaları evimizin huzurunu tamamlayan en muhkem görüntüsüydü. Evimizin tek kızı ve en büyük çocuğuydu. Annemize en önce mide bulantıları ve doğum sancısı çektiren, en önce emekleyen, en önce yürüyen, en önce konuşan, en önce okula başlayan... diye sürüp giden zincirde ailemize hep ölçüt olacaktı.  Annemin sonraki çocuklarında karşılaştığı her durum ablamızdaki aynı dönemle kıyasa tabi tutulacak, değerlendirmesi ona göre yapılacaktı. Ardından gelen 3 tane haşere oğlana habire örnek gösterilen ablam doğumdaki önceliğini her konuda gösterecekti.

Babam yaşadığımız muhitin hatırı sayılır esnaflarındandı. Eli bol, hayrı geniş, sohbetine doyum olmaz adamdı babam. Hanemizde ne yoksulluğun ne de zenginliğin izi görünmezdi. Kimin başı daralsa soluğu babamda alır, babam kendinde yoksa ahbaplarından temin eder, sonra bu açığı kendi nafakamızdan kapatmaya çalışırdı. Çoğu kere geri gelmeyeceğini bile bile alacaklar hanesine kaydeder er yada geç bu kazancın kendine döneceğinden emin şekilde davranırdı.

Kaloriferli evlerin nadir olduğu zamanlardı. Annem her odasının sıcak olduğu bir eve taşınırsak biz çocuklarının daha rahat ders çalışabileceğinden söz etse de, babam her odaya kurduğu sobaların kovalarını sabahları kömürle doldurur, yedeklerini de hazırlamayı ihmal etmezdi. Anneme;

- Bu işler ağır iş,  kadın işi değil, sakın kaldırma kovaları diye tembihte bulunur, "kömür tozu seni karartmasın hanım" diye nazirede bulunurdu.

Ablam annemin ilk göz ağrısıydı. Gözlerini babamdan, duru beyaz tenini annemden, düz siyah saçlarını teyzemden, gamzelerini ve bebeksi gülüşünü halamdan almıştı. 3 erkek kardeşten hiçbirimiz ablama benzemezdi. Bence O'nun yediği, giydiği, yattığı da hep en özeldi evimizde.

Annem,  babamın her sabah okula bıraktığı ablamı,  saçlarına iki örgü yapıp uçlarına kurdele bağladıktan sonra, "Allah seni korusun cennet kokulu kuzum" diyerek alnından öperek uğurlardı. Ablamın bir küçüğü olmama rağmen yıllarca annemin ablama gösterdiği o farklı şefkatin hasedini duyduğumu itiraf etmeliyim. Hep kurdeleli saçlarla cennet kokusu arasında bir ilinti arardım.  Eğer örgülü saçlara sahip olursam annemin bana da aynı ifadeyle öpücükler vereceğine inanırdım. Bir gün annemin dikiş makinesinin çekmecesindeki makasıyla uykuda yakaladığım ablamın örgülerinden birini kesip omzuma attım. Annemin yemek yaptığı mutfağa yönelip;

- Anneciğim artık benimde cennetten kokum geldi, öper misin beni, deyiverdim. O anı dün gibi hatırlarım. Saçlarının bu halini gören ablamın döktüğü gözyaşlarını, babamın ikimizin de gönlümüzü almak üzere götürdüğü lunapark gezintisi kurutmuştu. Annem giderken mahalleli kadınların saçlarını kesen komşumuz Hayriye hanıma ablamın saçlarını şekillendirtmiş bir de elimize elma şekerleri vermişti.

Kız çocuklarla erkek çocukların farklı olduğunu anlattı bana babam yol boyunca. O gün benden küçük kardeşlerim yoktu aramızda. Sadece ikimiz almıştık baba gezintisinden nasibimizi. Ailesinin ruhsal durumunu çok iyi anlayan ve bizlere hep itinalı davranan babam ikimizin de çocuk gönlünü tamir etmeyi başarmıştı yine.

Okula getirilip götürülmesi bile özel merasim olan ablamın üzerinde kedicik bulunan çantası, rengarenk resimlerle dolu kitapları, boy boy kalemleri,  silgileri fazlaca oyuncağı olmayan bizler için büyülü birer oyun aracıydılar.

Kardeşlerimin ve benim, ablamın okul eşyalarına dokunmamıza izin verilmemesi ve ablamın özel bir odada itinayla çalıştırılması tüm ilgimi okula yönlendirirdi. O okula gittiği için özeldi, O'na okuluyla, öğretmeniyle, arkadaşlarıyla ilgili yığınla soru sorulurdu da bana sorulacak hiçbir şeyleri yoktu ailemin.

- Okula gidince benimde yığınla merak edilecek sırlarım olacak, bana da ısrarla anlat diyecekler, ama hiçbirini anlatmamaya kararlıyım aileme.

Çocuk dünyamda annemin benden küçük kardeşlerimin bakımına ayırdığı zamanı, ablamın çalıştırılması zorunlu derslerini, eve gelip giden misafirlerin hizmetlerini algılayabilecek yerim yok.

Her insanın farklı bir dünyası ve de dünyada farklı bir yeri olduğunu anlayabilecek yaşta da değilim. Yaptığım her davranışımın cezalandırılmasını, hiçbir isteğimin yerine getirilmemesini hep ama hep ablama olan ilgilerine bağlıyorum.

Ablamın pek itina gösterilen öğrenciliği başarıyla başlamıştı. Karnesine atılan yıldızlar, annemin "benim kızıma da böylesi yakışırdı" söylemleri, babamın ona aldığı kardan adamlı paltosu, atkısı ve eldivenleri, annemin bunu tamamlayan hediye çizmeleri... tüm bunları hep ama hep ablamın bizden ayrı el üstünde tutuluşu olarak görür içimdeki garip fırtınaların üzüntüsüyle kahrolurdum.  Bunu bir parça fark eden annem, "oğlum sende okula gidince seninde olacak, şimdi evden çok fazla dışarı çıkmıyorsun, ne gerek var yedek paltoya, yada defter ve kaleme" derdi ya, hemen zamanı okula gidecek kadar ileri alacak gücümün olmasını isterdim.

Ablam sevildiğinin farkında idi. Sulanan bitkiler misali sevildikçe büyüyor, büyüdükçe güzelleşiyor, güzelleştikçe hanımefendileşiyor, başardıkça başarıyordu. Benim içimde kopan fırtınalardan habersizce karne günlerinin benim kabus günlerime dönüşmesini istercesine bütün dersleri eksiksizce çalışıyor, bütün soruları eksiksizce cevaplıyor ve hep okulunun en başarılısı oluyordu. Ablamın başarıdan başarıya koşması arasında okul günlerim geldiğinde ne benim için yapılan alışveriş, nede bana da başarılı olmam için yapılan telkinler dikkatimi çekmiyordu. Tek ilgi odağım ablamın benden farklı sahip olacakları olmuştu. Aramızda sadece 4 yaş vardı. Ancak ablam adeta annem babam kadar evde söz hakkına sahipti. Mesela 1. sınıfta lazım olacak araç gereçler konusunda bile fikir beyan edip bana alınacaklara ve alınmayacaklara karar veriyordu.

Bence bu hiç bitmeyecek bir rekabetti. Onun sevdiği yemeklere göre biz diğer kardeşlerin de neyi sevip sevmeyeceği tartılacaktı, onun yatmak istemediği köşede yatabilmek için seçim hakkına sahip olacaktık, okula başladığımda gösterdiğim başarı yine ablamın başarısıyla kıyaslanacak, ablası kadar çalışkan çocuk diyecekler, çalışkan kızın kardeşi diye tanıştırılacağım, yaptığım haşereliklerde öğretmenlerim ablam gibi akıllı olmamı öğütleyecekler...

Yıllarca ablamın gölgesinde sürünerek ilerleyen başarı hikayem ablamın Çapa Tıp Fakültesini kazanarak evden ayrılmasıyla başka bir sürece girecekti.

Bunca zaman kendimi ablama bir rakip görüşüm ardımda benden başka 2 kardeşimin daha olduğunu unutturmuştu bana. Bu yüzden iyice içime kapanmıştım. Bu nedenle ablamın lisede bıraktığı boşluktan faydalanarak okulun en gözdesi olmaya karar verişimden kimsenin haberi bile olmadı.

Ablama rengarenk patikler, pijamalar düzen annemin, sadece 4 saatlik İstanbul'a uğurladığı kızının ardındaki hüznünü ve evimize çöken ölüm sessizliğini asla unutamam. Beni derin bir pişmanlığa sevkeden bu ayrılışın yıllar sonraki gerçek ayrılışın küçük bir parçası olacağını nasıl anlayabilirdim.

Onu kıskanmamın yersiz olduğunu, başarılı olmasının abartılmadığını hepimizin başarısının aynı ölçüde değerlendirildiğini, küçük kardeşlerimin de bizler kadar başarılı öğrenciler olduğunu ancak ablamın evden ayrılışıyla fark edebilmiştim. Annemin hepimizin ders ders sınavlarının tarihini, sınava hangi konuların dahil olduğunu dahi bildiğini şaşırarak fark etmiştim. Hemen her gün ağırladığı misafirlerine kalem gibi ipince sarmalar sararken, çocuklarının dünyalarından hiç te kopuk olmayan annemin başkalığını ve eğitime olan ilgisini de yeni fark ediyordum.

Yeni bir serüvendi yaşadığımız. Ablamın hafta sonları eve gelişinde artık onu rakip görmemeyi öğrenmiş olarak doyasıya özlem gideriyordum. Sevdiklerinden ayrılınca ona bir başka kavuşuyordu yüreğinde insan. Nitekim bizimde ayrılıkla başlamıştı ablamla olan iletişimimiz.

Ablamdan belleğimdeki en canlı kare O'nun son derece sakin, huzur içinde ders çalışma yada kitap okuma sahneleridir. Tam tepeye bir kalemle topuzladığı saçlarını ve kitap satırlarında dolaşan uyku mahmuru gözlerini unutmak ne mümkün.

Ne istikrarlı bir çocuktu ablam. Hiç gereksiz yere konuşmazdı. Sorulan sorulara kısa ve anlamlı cevaplar verir, ardından gelecek yeni bir soru ihtimali bırakmazdı. Tüm kardeşlerine her konuda yardımcı olur, evde misafir olduğu zamanlarda oyun bahçesine döndürdüğü odamızdan dışarı çıkmamıza engel olurdu. Annemin benim kızım bambaşka merhametli derken ablama bir arkadaşı kadar sırlarını da döktüğünü yıllar sonra anlayabilecektim. Annemin kızı olduğu kadar arkadaşı, annesi, ablası gibiydi adeta. Bu yüzden annem ablamı üniversiteye uğurlarken sevinç kadar ayrılık hüznünü de duyuyordu şüphesiz.

Ablamın üniversite yılları hepimize farklı bir rengi de katmıştı. Çok kitap okurdu ablam. Okuduğu kitapları eve getirir annem, babamın mutlaka bulunduğu ortamlarda bütün aile konuşur tartışırdık. Ablamın üniversiteye başladığının 3.yılında başörtü yasaklarına rağmen bu yasağın haksızlığını haykırırcasına başörtü takışı tüm ailemizin ortak kararıydı. Annem de babam da namazlı abdestli insanlar olmasına rağmen ablamın üniversite ortamında okunanlar, tartışılanlar, gençlerin İslam'la ilgilenişi en önemlisi başörtünün üniversitelerde yeniden yasaklanışı hepimizi başka bir heyecanlandırmıştı. Okul döneminin bir süre kesintiye uğraması ablam için İslam'ı okuma araştırma ve iyice öğrenme dönemi olmuştu. Bu süreçte de üniversite okuduğu şehirde kalarak eğitimine devam eden ablamın kararlı tavrı er yada geç kazanarak hak ettiği okulu bitireceğine tüm ailemizi inandırıyordu. Benim ablam inandıklarının bedelini ödemekten kaçınmadığı gibi haklarını kolayca teslim edecek türden bir insan da değildi. Bunca kitap okumalarının, okul önlerindeki "Kuranın emri başörtüsü yasaklanamaz" diye çınlayan nidalara dönüşümü de kaçınılmaz oluyordu. "Bacı devlete gücünüz yetmez evlerinize dönün" diyen masumane yada art niyetli polis şeflerinin istekli- isteksiz sallayıverdikleri coplarından nasiplenen ablam ve arkadaşları bir bir Mekke yönetimine direnen Sümeyye'lere dönüşüyorlardı. Her biri namazla başörtüsünün arasını açmaya çalışanlara karşı dimdik duruyor, kapı kapı bu haklı davalarını duyurmaya çalışıyorlardı. Bu yasaklar ailemiz içinde bir öğretmen oluyordu. Artık tüm ailemiz İslamın temellerini Kuran'dan öğrenmeliyiz diyor ve bunu yaygınlaştırmanın çabasını güdüyorduk.

Aradan geçen yıllar ablama ve arkadaşlarına bir kaç yıl kaybettirmiş olmakla birlikte bir çok kimseye zihinsel bir dönüşümü yaşatmıştı. Geniş katılımlı direniş halkalarının da bir zaferi olarak yasaklar askıya alınıyor, üniversite koridorları yeniden Müslüman bayanlara açılıyordu.

Ablamın ailemize açmış olduğu o aydınlık yoldan dolayı ona çocukluğumda duyduğum haset, hayranlığa ve minnettarlığa dönüşüyordu. Okuduğumuz kaynaklar Kur'an hayatımızın neresinde diye soruyor, tüm alışkanlıklarımızı Kuran doğrularıyla yeniden sorgulama gereğini vurguluyordu.

Ailemizin sarsılmaz gelenekleri çatırdıyor, annem babam da ablamla yeniden hayatı tanıyorlardı. Annemin tek kızına yıllardır düzdüğü çeyizler Irak-Kuveyt savaşında mağdur olan insanlar yararına yapılmış bir kermeste bir çırpıda satılıyordu. Ablam evinin sahabeler gibi olacağını, yer minderleriyle dolduracağı salonunda iğne oyalı peçeteler koyacak hiçbir yer bulamayacağını söylüyordu. Hepimiz biliyorduk ki ablam bir şeye karar verdiğinde onu mutlaka başarırdı.

Tüm kardeşlerimin tek örneği olmuştu ablam. Bir Müslümanın zamanı boşa harcamak gibi bir hakkının olmadığını söylerken, yaptığımız mesleğin her ne olursa olsun en başarılısı olma gereğini de hatırlatıyordu. Hayatını zaruri yaşama gerekleri dışında Allah'a adayan ablam aynı zamanda okulun başarılı öğrencileri listesinden hiç düşmedi.

Annem babam gibi tüm akrabalarımız da ablamın bu değişimlerine sessiz kalmamışlardı. Kimi olumlu kimi olumsuz ablamın tavırlarıyla ilgileniyor, memnun yada hoşnutsuz oluyorlardı. Allah'tan başka kimsenin düşünce ve eleştirilerinden rahatsız olmayan ablamın bu kararlı tavrı evliliğinde de sürdü. Daha 4. sınıftayken kendisi gibi tıp fakültesi öğrencisi Abdülkadir ağabeyle evlenmeye karar verdi.  Babam, "benim kızım yanlış karar vermez" diyerek tümüyle kararı ablama bıraktı. Annem, "başka memleketlerin insanı zor olur" dedi. Ablam da "hayatımızı sadece Kuran'ın emirleriyle yönlendireceğimize inandığım biri" dedi. Sonunda sade bir nikah ve yalnız öğrencilerin katıldığı bir yemekle iki öğrenci bir araya geldiler.

Ablamın kendini Müslümanların hizmetine adayacak bir doktor olma sevdası hiç bitmediği halde, beni siyasi bir okul okumaya teşvik edişi üzerimde etkili olmuş, sonunda onunla aynı şehirde siyasal bilgiler fakültesi okumaya başlamıştım.

Yoksul bir öğrenci evinde sadece iki öğrencinin burs ve harçlıklarıyla sürdürülen bir yaşama katılan ilk yeğenim ailemize gözler aydınlığı oldu. Kah annemin kah babaannesinin bakımıyla elden ele dolaşan yeğenime ikinci kardeş pek çabuk geldi. Ablamla eniştemin idealize ettikleri doktorluk tecrübesi yanında anne babalık tecrübeleri de gelişecekti.

Mezuniyetten sonra fazlaca sürmeyen pratisyen hekimlik ve zorlu tus sınavları çocukların sorumluluğunu anneanne yada babaanneye yönlendirip durdu. Kazanılan tus sınavı demek uykusuz geceler, zorlu sınavlar ve gün aşırı sürecek gece nöbetleriydi şüphesiz. Ancak hayırlı bir amaca ulaşmak için bu zorluğu birlikte aşmaya karar vermişlerdi. Anneannenin ve babaannenin başka şehirlerde olması, yaşadıkları şehirde yardım alınacak yakın akraba olmayışı yoracaktı ablamı. Tüm bunların yanına kazanılan okulların ulaşım problemine çözüm olacak arabanın taksitleri, ödenecek kira,  büyüklerin yanında kalan sık sık ziyaret edilmesi gereken çocukların masrafları... zaman ve para darlığı iyice bunaltacaktı ablamı.

Yavaş yavaş nöbetlerden ve de iş temposunun ağırlığından dolayı başlayan arkadaşlardan kopuşlar, aile içinde yeterince adil olmayan rol dağılımları, ablamın umutlarını bağladığı inançlarına karşı yavaş yavaş kayıtsızlığı ve bir parça  (u)mutsuzluğu da beraberinde getirmeye başlamıştı.

Eniştemle ikisi de öğrenciydiler, çocukları vardı. Kah kreşe bırakılacak, kah büyüklere yada bakıcıya emanet edilecek çocukların hazırlıkları, bakım ve ihtiyaçlarından genellikle anneleri sorumluydu. Çok zaman aile yada arkadaş çevrelerinden yatılı çocuklu ve çocuksuz misafirleri oluyordu. Günlerce kalan bu insanlardan en ufak bir yardım alamadan, uykusuz bir nöbet ertesi tam gün çalışmış olarak geldiği evinde birikmiş işlerin yanı sıra hizmet edilecek bir grup kendini bekler buluyordu. Ağlayarak ellerine sarılan bebelerini sakinleştiremeden dağ gibi yığılı bulaşıklara, toplanmamış kanepelerdeki yataklara, yada yerlere saçılmış çocuk oyuncakları yada çerezlere yöneliyordu. Ablamın günlük işlerinin yanına ekstradan çıkan bu işler onun bütün düzenini ve çalışma temposunu altüst ediyordu. Enişteme göre her hanımın yapması gayet olağan bu işlerden dolayı ablamın göz altları morarmış, koyu yeşil gözlerine matem çökmüştü.

İnanmak demek bir karıncayı incitmemekti. Herkese adil olmak, kimseye gücünün üstünde yük yüklememek, kimseye eziyet vermemekti. Yorgun ve uykusuzdu, sabaha kadar çalışmak üzere kitap elinde dolanıyor, 15 dakikada bir uyanarak annesini isteyen bebeğini uyutmak için uğraşırken uykuya yenik düşüyor, tekrar uyandığında bu durum defalarca sabaha dek yineleniyordu. Bütün bu zorlukları aşabilmek için en yakını olan hayat arkadaşından yardım ve takdir görmeyi doğal bir ihtiyaç görüyordu. Ablama göre hayat arkadaşlığı birlikte işleri yapmak, birlikte oturmak, birlikte okuyup-çalışmak, istişare etmek, birlikte gezmek, birlikte ağlayıp, birlikte gülmekti.

Kitap okumak, her türlü sosyal aktivitede eşi ve çocuklarıyla yer alabilmek isterken, beklentilerini bulamayan, ideallerinden de iyice uzakta kaldığını düşünen ablam, bazen kırılarak, bazen gözyaşlarını içine akıtarak, bazen dualara sarılarak, bazen boşanmayı düşünerek bu çetrefilli yolları arşınlıyordu.

Öğrenciliğimi geçirdiğim bu şehirde çoğu kere evine gidip, işlerine yardım etmek, çocuklarla ilgilenmek, onları hafta sonları anneme götürüp bir nefes aldırmak istiyordum ona. Ablam annemin nazlı kızıydı, ciğerparesi, ailemizin gözbebeği. Onun yükünü hafifletmek için annem imdadına koşuyor, kah İstanbul'a geliyor, kah çocukları götürüyordu.

Enişteme göre çocuğuna bakmaktan aciz, çocukları yük görüp başından savan kadın başarısız anneydi, Cennet annelerin ayakları altındaydı ama benim ablam bu annelerden değildi. Çünkü annelik doktorluktan bambaşka bir meziyetti. Fıtri idi, karşılıksız yapılan ve ancak ölümle ara verilebilen tek meslekti. Bunun için ablam asla şikayette bulunmamalıydı ve her şeyden önce çocukları gelmeliydi.

Eniştem Tekirdağlı gurbetçi bir ailenin 3 çocuğundan en büyüğüydü. Çocukluğu babaannesiyle geçmiş, İlkokuldan sonra yatılı okulu kazandığı için İstanbul'a gelmiş bir daha da bu şehirden ayrılmamıştı. Kendinden iki  yaş küçük erkek kardeşi de aynı şekilde bu şehre gelmiş yolları Çapa Tıp Fakültesinde de ayrılmamıştı. Lise yıllarından itibaren İslam'a ilgi duymuşlar bu ilgi 90 yıllarının başında en hızlı dönemini yaşamıştı. Fakültedeki her etkinlikte yer alması,   başörtü yasaklarında bayanlarla eylem meydanlarında bulunması, hiçbir sosyal olaya duyarsız kalmaması, çok fazla kitap okuyor olmasıyla ablamın gönlünü kazanmış olmalıydı.

Ablamla okul arkadaşı olan eniştemin ailesi emekli olup Tekirdağ'a döndükten sonra da İstanbul'dan ayrılmayan kardeşler ablam ve en yakın kız arkadaşıyla evlenerek Müslüman iki ailenin temellerini atmışlardı.

Muhabbet ve fedakarlık temelli bir aile ortamında yetişen ablama göre eniştem içe dönük bir insandı. Bu yüzden konuşarak hiçbir meselelerini çözemiyorlardı. Yeterince fedakar değildi. Ablamın mesleki başarısını ve fikirsel gelişimini kolaylaştıracak fazlaca bir katkıda bulunmuyordu. Evde yalnızlarken yemeğe, bulaşığa, çocuklara yardımcı olsa da yılın büyük yekününü oluşturan misafirli günlerde hiçbir işe dokunmuyordu. Çocukların bakımı nöbetlerde ve sosyal etkinliklerde hep sorun haline geliyordu. Oysa ablamın en çok bu zamanlarda dizlerindeki ağrıları çekilmez sancılara, uykusuzluğu beynini zonklatan baş ağrılarına dönüşüyordu. Bu durum bazen ağlama nöbetlerine, bazen kocasına karşı söylenmelere, bazen küsmelere, bazen sessiz kırılganlıklara dönüşüyordu. İş ve okul hayatındaki yasak ve boykotlar bunca incitmemişti ablamı.

İşinde başarılı ve çevresince sevilen enişteme göre de ablam başkalarına kibar kendisine kötü davranıyor, kapris yapıyor, çok eleştiriyordu. Hep başkalarını düşünüyor, kocasını düşünmüyordu. Çocuklara bir anne gibi bakmasını bekliyordu. Ütü yapıyor, bulaşık yıkıyor, ev süpürüyor ama karısını memnun edemiyordu. Hiçbir zaman kimin haklı kimin haksız olduğuna karar veremeden bunca inançla yaptığı evliliğin ablamın omuzlarında kaldırılmaz bir yüke dönüşüne üzülüyordum. Müslüman bir ailenin birbirlerinin enerjilerini yiyip bitirdiklerini şaşırarak görüyordum. Bir yandan da ablama sabretmesini, ikisinin de yorgun ve gergin olduğunu, okul bitince bu sıkıntıların biteceğini öğütlüyordum.

15 yıla bir okul, bir evlilik, 4 çocuk ve bir uzmanlık sığdıran ablamın inançlarına dair umut kırıntıları uzmanlığı bitirince yeniden alevlendi. Halk günleri yapmayı hayal ettiği bir muayenehane açtılar. Birkaç yıl içinde polikliniğe dönüştürdükleri bu yerde hastane projelerine ramak kalmışken 5. yeğenimde dünyaya gözlerini açtı. 

Ablam, aynı aileden 4 hekimin özverili çalışmaları olacak bir hastaneyi hayal edip durdu.  Polikliniğe yakın bir ev satın aldılar, rahatça kullanabildiği bir arabası oldu. Taksitlerini ödeyebilir miyim diye düşünmeden alabildiği bu ihtiyaçları için değil, hep hayalindeki yoksullar hastanesi projesi için çalıştı. Biten uzmanlıkla bitecek sandığımız mesailer çoğaldıkça, çocuklara bakacak bakıcının mesaisi de uzadı gitti. Ablamın hayalleriyle eniştemin projeleri hep bir yerlerde çatıştı. Eniştem piyasada kalabilmekten, profesyonellikten, toplam kaliteden söz ettikçe, ablamın hayalleri zekat, infak ve tasadduklarla sınırlanmaya başladı. Ablamı işle ideolojiyi karıştırmakla,  hayatı yeterince tanıyamamakla, ütopik davranmakla itham etti. Mesleğin geleceğinden, sonraki nesillere bırakılması gereken köklü kurumlardan, hayır yapılacak fonun giderler hanesinden düşülmesinden, ekonomik ilkelerden söz ettikçe kime hak vereceğimi hiç kestiremedim.

Oysa ablam sadece geçinecek kadar para kazanıp, geri kalan tüm mesaisini Allah rızasına ayıracaktı. Hep orta yolda olacaktı. Ayak takımı görülen gariplerle, yoksullarla sofrasını bölüşecekti. Kendi geçtiği yasak sürecinin yeniden başlamasıyla okullarından ayrılan tıp öğrencilerini yanında eğitecekti. Müslüman bayanların her açıdan tam bir donanıma sahip olması gereğine inanıyordu çünkü ablam.

Zekatını verip görevini yapmış olmanın huzuruyla uyuyabilecek yapıda değildi. Hep daha ne yapabilirimin hesabını tutacak, hangi fedakarlıkla hayırda yarışı önde götürebilirimi hesaplayacak yapıdaydı benim ablam.            

Buruk ve yorgun bir sesle hastane projesi bitince bitecek sandığı bu koşturma sırasında yaklaşan bayram ziyaretinden bir hafta önce yine çocukları anneme götürmem için aramıştı beni. Bayramda gelip bir gece kalacaklar çocukları alıp babaanneye geçeceklerdi.

Yıllardır ablamın sürüp giden koşturmacasına tüm aile kaptırmıştık kendimizi.  Ablamın her konudaki öncülüğü bize evlilikte de bir örneğe dönüşüyor, bireysel sorumluluklarıyla yetinen birileriyle mutlu olamayacağımızı öngörüyorduk. Bu yüzden evlenme yaşımız geçtikçe geçiyordu.

Bu 15 yılda ne çok kişi savruldu gitti farkında bile olmadan aramızdan. Umutlarımızı dahi silmek isteyen ne soğuk şubatlar geçirmiştik bizler bu diyarlarda nice sesleri kısan. Ama hep yüreğimizin en muhkem köşesinde tutarak inandıklarımızı kah üzgün, kah sevinçli, kah umudu kırık, kah yaralı, kah boyun vermeye çalışıp-direngen. Bu karlı yollarda sarmalayarak ne çok bebelerimizi taşımıştık biz. Ancak hiçbir kış bunca üşütmemişti asırlık hanemizi.

Annemin cennet kokulu kızını uğurlayışı bu bayram hiç dokunmamıştı bana. Hiç yaşamadığımdan görmediğimdendi ablamın gözlerindeki ayrılık hüznü bu kez.

- "Sen çok hırpalandın benim yüzümden, en çok sen hakkını helal et bana" diyerek sarıldı boynuma son vedamızda.

Bir şubat soğuğunda ablamın ve eniştemin 4 yeğenimle birlikte azgın bir tırın altında umutlarıyla beraber sonlanan soluğu dev bir hortuma dönüşerek dondurdu tüm benliğimi. Gece karası saçları ve koyu yeşil gözleriyle ablamdan kalan tek yadigar en büyük yeğenimin fersiz nefesindeki umuda sığındı dualarım bir hastane odasında.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR