1. YAZARLAR

  2. Ali Emre

  3. Eleştiri Değil İyiliği Öğütleyip Kötülükten Sakındırmak

Eleştiri Değil İyiliği Öğütleyip Kötülükten Sakındırmak

Mayıs 2016A+A-

Bazı kavramlar ve yaklaşım biçimleri; dünyanın hızlı bir şekilde değişmesine, nüfusun artmasına, insanî yakınlık ve sıcaklığın kaybolmasına koşut bir mecrada ortaya çıkmışlardır. Bunların yaygınlaşmasında; ihtiyaç duyma ve yarar ummanın yanında bir soğuma, uzaklaşma, ötekileştirme ve nesneleştirme eğiliminin de etkisi, payı vardır. Batılı paradigmanın köşe taşlarından biri olan “eleştiri” de bu bağlamda ele alınabilecek özelliklere sahiptir.

Doğu kültür, düşünce ve edebiyat dünyasında tevellüdü fazlasıyla yeni olan ve henüz oturmuş, dört başı mamur bir yazı türü ve etkinlik hüviyeti kazanamayan “eleştiri”nin tarihçesini, Batı düşünce ve edebiyatında da çok eskilere götürmek mümkün değildir.

Beğeni ve değerlendirmeye izah edilebilir hükümler giydirme zorunluluğunun, edebiyata ve düşünceye ölçüler getirme kaygısının, bir metni bir sistem içerisinde anlama ve çözümleme isteğinin, olumlu ve olumsuz, başarılı ve başarısız diye nitelenen örnekler eşliğinde okuyucuyu uyarma ve yönlendirme çabasının evleğinde gelişen bu türün, iyi niyetli, yararlı ve işlevsel epeyce ayrıntı ve vurgu da barındırmasına rağmen, zaman içerisinde haddinden fazla dallanıp budaklandığı ve bizatihi kendisinin de bir sorunlar yumağına dönüştüğü bir gerçektir.

Amacımız, bizzat adlandırılışı bile hâlâ tartışma konusu olan “eleştiri”nin çıkışını, tarihçesini, türlerini ve yansımalarını ele almak değil elbette. Bizce asıl üzerinde durulması gereken konu, düşünsel ve sanatsal birikimin diğer alanlarında olması gerektiği gibi, bu türün ifa etmeye çalıştığı işlevi, üzerine ikame edildiği anlayışı, ilintiler kurduğu algıyı sorgulamak olmalıdır. Daha kısa ve yalın bir söyleyişle, eleştirinin eleştirisini yapmak da bizim boynumuzun borcudur. Onun varoluş nedenlerini ve niyetlerini köklü bir yaklaşımla ele alma gerekliliğini, zorunluluğunu görmek gerekmektedir. “Hâlihazırdaki eleştirinin bizim inanç ve ahlak dünyamızda sahici ve zorunlu bir yeri var mıdır?” sorusu üzerinde düşünülmeli ve onun yerine ikame edilebilecek değerler dizgesi de tartışmanın bir parçası olmalıdır.

İlk elde, genel bir çerçeveyle başlamakta yarar var: İnsanların sahip olduğu dünya görüşlerinin, inançların, siyasal tercihlerin bütün yapıp etmelerinde olduğu gibi düşünce ve sanat alanında da bir mihver oluşturduğu, bir hükümler mecellesi sunduğu, bir istikamet gösterdiği söylense de bizde bu eksende temayüz eden, böyle bir bilgi ve bilinç dünyası içinde öne çıkan kişilik ve örneklikler sanıldığından daha da azdır.

Özellikle günümüzde, düşünce ve sanatla uğraşan insanların adeta bütün inançlardan ve ideolojik yaklaşımlardan soyutlanmış, kimliksiz hatta kişiliksiz bireyler olması gerekiyormuş gibi bir kanı süratle yaygınlaşmaktadır. Kişinin duygu ve düşüncelerini, hayattan devşirdiklerini, inanç evreninden süzülenleri sözüne yahut yazısına yansıtması bir yana, bizatihi bir duruş sahibi olması, ürettiklerine yansımasa bile bir dünya görüşüne bağlanması bile kınanabilmektedir.

Postmodern algı ve tutumlarla bitişen yılışıklıkların, tüketim kültürüne ram olmanın, benmerkezcilik ve konformizmin, küresel kirlenme ve yozlaşmanın, çeşitli mazeretlere belenerek tedavüle giren kimliksizlik batağının öne çıkarıp yaygınlaştırdığı bu olumsuz yaklaşım biçimi fikri, sanatı ve edebiyatı inançtan, hayattan, siyasetten ve ruhun malzemelerini diri tutan manevi gıdadan büsbütün yalıtan bir yaklaşımdır. Bu yaklaşım biçimisözgelimi bir eseri bir değer, anlam, tez ve yönelişten uzak tutmasının ötesinde; onu üretenlerin bir duruş, kimlik, ahlak ve iddia sahibi olmasını bile yadırgamakta, küçümsemektedir. Kişinin neyi, nasıl, ne ölçüde başardığını öncelemek yerine, niçin belli bir tutum ve içerikte yoğunlaştığını sormakta, bunu yaparken de aslında kendi öznelliğini başkalarına dayatmaktadır.

Eleştiri aslında bir kişinin bir metni ya da sanatsal kişiliği, bir düşünceyi ya da çıkarımı anlamaya, tanımaya, çözümlemeye çalışması ve bu sürece kendisini katarak kendi zihin evrenini zenginleştirmesi, kendi çıkarsama ve yorumlarını ortaya koymasıdır. Fakat süreç sadece bununla yetinmemiş, bu alanda köşe başlarını tutanlar, buyurgan bir disiplin ve dil eşliğinde düşünce, edebiyat ve sanat havzasını kendi avuçlarının içine almaya, yönlendirmeye, kendince etiketlemeye ve başkalarına iş öğretmeye heveslenmişlerdir. Eleştiri de Batılı düşünce ve edebiyatlara sinen kötülüklerin, çekişmelerin, yabancılaşmaların, alan dışı niyetlerin, saldırı ve enaniyetlerin içine yuvarlanarak bir güç merkezi olmaya itilmiş, bu arada ahlakiliğinden ve çıkış amaçlarından da çok şey kaybetmiştir.

Bütün dünyaya kendini dayatan yahut dünyanın geri kalanı tarafından merkezde olduğu kabul edilerek takip ve taklit edilen Batı düşünce ve edebiyatı; sonuçta kendi içinde de ciddi ve çok boyutlu savaşımlar vermiş, farklı şeytanların çatışmalarına sahne olmuş, tarihî süreç içerisinde epeyce kirlenmiş ve hırpalanmıştır. Bütün doğrularına, kimi samimi arayışlarına ve katkılarına rağmen Batılı modern eleştiri; sonuçta kendi dünyası içinden konuşmakta ve taşıdığı zaafları, yaraları da ilgilendiği alana çeşitli dozajlarda serpiştirmekten kurtulamamaktadır.

Bütün bunlar bir yana bizim düşünsel ve edebî çalışmalarımız gibi eleştirimiz de kendi dinamikleri, kendi merkezleri ve duyarlılık alanları üzerinde yükselmeli, kendi kavram ve ilkelerine kavuşmalıdır. Yol ve köşe başlarını tutan, yeni numaralarla sürekli göz boyayan, bizi çeşitli yanılsamalar içinde dolaştıran önyargılara, saplantılara ve kibirli iktidar odaklarına rağmen, başka bir düşünsel yaklaşım da özgün bir edebiyat da farklı bir eleştiri de mümkündür. Kendine özgü bir dünyası, algısı, dinamikleri olan bir inancın, bir sistemin sınırlarını, ölçülerini, ufuklarını, ilkelerini yine kendisinin koyduğu bir düşünce ve sanat formu ve dolayısıyla bir eleştiri anlayışı da olmalıdır.

Öncelikle şu belirlemeyi yapalım: Bizim bütün yapıp etmelerimizde belirleyici olan temel ilkeler, “ahlakilik” ve “adalet”tir. Bu nedenle, bu ilkelerin üzerini örten ya da onları anlamsızlaştıran, körelten, inciten bütün geleneksel ve modernist hurafeler, kabuller, kuramlar kökünden reddedilmeli, merdut sayılmalıdır.

Bizim mensubu olmakla onur ve kıvanç duyduğumuz inanç sisteminin, bize ölmez, pörsümez bir kimlik ve insanî iklim sunan değerler dünyasının, hayatın her alanına uzanan ve anlam aşılayan bir “furkan” evleği ve menzili, kuşatıcı ve işlek bir değerler dizgesi, ilke, hedef ve yöntem bütünlüğünü gözeten bir sistematiği vardır.  Önemli ve gerekli olan onu yeni bir dil ve heyecanla günümüzde de inşa etmek, diri ve güçlü soluklar eşliğinde dolaşıma sokmak, ilkel robinson kapanmasından ve çarpık donkişot gösterişinden arındırarak temel bir mihver hâline getirmektir. Yabancılaşmadan, ötekileştirmeden, nesneleştirmeden uzak bir tutumla yola koyulmak, sahiplenmeyi ve sıcaklığı yitirmeden görüş bildirmek, kazanmaya ve ıslah etmeye gayret etmektir. İşte Batılı / modern eleştiri neredeyse bunların hiçbirini gözetmez ve “buz gibi bir sosyoloji” eşliğinde söz alır. İter. Uzakta tutar. Kazanma gayretine odaklanmaz. İyiliği öne çıkarmaz. Hakkı ve sabrı tavsiye etmeyi merkeze koymaz.

Buradan hareketle eleştiri konusuna geldiğimizde şunu söylememiz mümkündür: Tamamen nesnel, tarafsız, bilimsel olma iddia ve kaygısıyla metne buz gibi bakan yaklaşım da onu kendi zihniyet dünyasına indirgeyen, kendi hevası eşliğinde sorgulayan, mıncıklayan, sıkboğaz eden tutum da sonuçta eksiktir, bâtıldır, koftur.

Bir söze, yazıya, kişisel edime, edebî metne, şiire, resime yahut besteye, tavır ve tutuma yabancı ve her şeyden soyutlanmış bir bakışla yüklenmek de onu gündelik, genelgeçer ve seküler algıların sübjektif fanusuna sıkıştırmak da ahlakilik içermez. Eleştiri, ne kendisine konu edindiği malzemenin bir mühendis yahut muhasebeci edasıyla sayılıp dökülmesidir ne de bir mizan ve kaideden yoksun öznelliğin uçarılık, kayırma ve kötülemelerine teslim olmaktır.

Bizim dünyamız içinde söz alacak eleştiri anlayışı ya da eleştirinin yerine ikame edeceğimiz yaklaşım biçimi; ilkesel, canlı ve dinamik bir insanî eylemdir. “Güzel söz” ile “kötü söz”ün mücadelesinde taraftır. Mavallara, şımarık ve sapkın nutuklara, şeytanlaşanların zehirli fısıltılarına ve iğvalarına, kurumlu kuramlara, bürokratik sanatsal efelenmelere karnı toktur. Merkezinde adalet, hakkaniyet ve merhamet vardır. Hiddetle değil hikmetle, kanaralaşmakla değil ihtiram ve özgüvenle, art niyetle değil sabır ve davetle, karalamakla değil kazanmakla mükelleftir.

Bu değerler dizgesi, ayartmaya değil uyarmaya gayret eder. Avutmayı değil, ayıklığı savunur. Bilinci, hakkı ve sabrı örgütler. Kendi varlığını başkalarının yokluğu üzerine kurmaz. Bütün mesaisini onun bunun üstüne sıçramak için harcayan pisliğin, çirkefliğin, umutsuzluğun memuru olmaz. Ekini ve nesli bozanlarla aynı kaptan yemez.

İnsanları birbirinin kurdu, rakibi, düşmanı olarak görmekten uzak duran bu anlayış; anlama ve kavrama çabasının ardından iyiliği önermeyi ve emretmeyi, kötülükten sakındırmayı ilke edinir. Vadilerde şaşkın şaşkın dolaştırmaz; hidayet ve felah gemisini işaret eder. Hüsran ablukasından çıkmayı, furkanın aydınlığına ulaşmayı amaçlar. İnkâr, inhiraf ve istiğnaya değil; inşiraha ve itminana yöneltir. Ciddi bir paradigma değişikliğine yol açar ve farklı bir ontolojiye zemin hazırlar.

Bir metni değerlendirirken; onun kayıtlı olduğu inanç dünyasındaki evrensel ilkelere uygunluğunu, dil ve üslup açısından yetkinliğini, gerçeklikle ilişkisindeki niyeti, övgüde ve yergide abartıdan, aşırılıktan uzak durup durmadığını, kişisel ve toplumsal yaşama katkısını, tanıklıkta bulunma ve müdahale etme iştiyakını, yenilik, tazelik ve özgünlüğünü dikkate alır.

Kakışlamayı, incitmeyi, örselemeyi amaç edinmez; arınmaya, güzelleşmeye ve irtifa kazanmaya davet eder. “Esfel-i sâfilin” güruhundan uzak durmaya ve “ahsen-i takvim” kervanına katılmaya çağırır.

Düşünce ve edebiyat alanında da her türlü zulüm ve haksızlıktan uzak durulması gerektiğini bilerek görüş beyan eder. Aynı zamanda minarenin çalınması girişimine de ona kılıf uydurma kurnazlığına da göz yummaz, alet olmaz. Kendisi de bir sorumluluk ve hesap bilinci içinde yola koyulur. Kendi sorgulamasının da sorgulanacağını hiçbir zaman aklından çıkarmaz.

Hem fıtrî ve vahyî değerleri özümseyen hem de bütüncül, çok yönlü ve oturmuş bir yeryüzü bilgisini içkin olan, ahlak ve ıslah merkezli bu anlayışın, edebiyat ve eleştiri alanında da içtihada ve istişareye açık bir “fıkıh” üretmesi ve örneklenmesi gerekmektedir. Zira bu perspektif; boğuşup durduğumuz onca sorunun, sıkıntının ne kadar anlamsız ve gereksiz olduğunu göstermeye, aynı zamanda göğsümüzdeki sıkıntının giderilmesine, dilimizdeki düğümün çözülmesine ve sözümüzün iyi anlaşılmasına vesile olacak kudrete, güzelliğe ve anlam haritasına da fazlasıyla sahiptir. 

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR