1. YAZARLAR

  2. Haksöz

  3. Düzenin Kriz Formülü: Daha Fazla Şiddet

Düzenin Kriz Formülü: Daha Fazla Şiddet

Kasım 1994A+A-

Türkiye'de periyodik bir nitelik kazanan ve yaklaşık her on yılda bir yapılagelen askeri müdahale geleneğinin bozulduğunu düşünenler fena halde yanılıyorlar. Şu anda yaşanılan durum "örtülü bir müdahale sonrası" şeklinde tanımlanmaya oldukça uygun, Siyasi yapı ancak askeri müdahaleler sonrasıyla kıyaslanabilecek bir nitelik arz etmekte. Tabi TC'yi koruma ve kollama misyonuna sahip zinde güçlerin, yaşanan zaman zarfında daha dolaylı ve daha sivil müdahale teknikleri geliştirme becerisi kazanmış olduklarını görmek gerekiyor. Düzenin içine girdiği kriz hali, mevcut koalisyon hükümetinin de İktidarsızlığıyla birleşince ortaya çıkan sonuç, zinde güçlerin egemenliğinin her alanda pekişmesi şeklinde yansıyor. Koalisyon hükümetine ve sivil yöneticilere düşen görev ise mızrağı çuvala sığdırmaya çalışmak oluyor. Bu hükümet her tavrıyla bir MGK hükümeti olduğunu ortaya koyuyor ve işin enteresan yanı bu olguyu epeyce de benimsemiş görünüyor.

Bir yanda laik düzenin kronik kriz hali, öte yanda kangrenleşen Kürt sorunu karşısında açmaza düşen düzenin çözüm arayışları, sürekli yeni çözümsüzlükler üretiyor.

Sadece köyler değil, Vicdanlar da yanıyor!

Kürt sorununu askere, polise, korucuya havale ederek halletmeyi hesaplayan düzen her gün 20-30 kişiyi öldürerek, onlarcasını tutuklayarak, köyleri boşaltarak, yakarak bu sorunu çözeceğini sanadursun; yaşanan-yaşatılan bunca acının bugünden yarına nasıl bir büyük sorun yeşerteceğini düşünemeyecek kadar basiretsizlik içinde. Düzen günü kurtarma derdinde. Bu amaçla gözü hiç bir şeyi görmüyor. Yakıyor, yıkıyor, öldürüyor.

Bu noktada dikkat çekici bir husus kamuoyunun duyarsızlığıdır. Aslında bu durumu kamuoyunun duyarsızlaştırması şeklinde ifade etmek daha doğru olacaktır. Başta basın olmak üzere, siyasi partilerden çeşitli sivil toplum örgütlerine kadar hemen hemen tüm kamuoyu yaşanan bunca vahşete ve acıya rağmen Kürt sorununa gözlerini kapama tavrı içine sokulmuştur. Bir yandan Kürt sorununun PKK terörüne indirgenmesi, bir yandan da kimi kesimlerin vatan, millet, bayrak; kimi kesimlerin de Atatürk, ulusal bütünlük edebiyatıyla milliyetçi, devletçi bir çizgiye çekilmesi operasyonu tamamlanmıştır.

Bu gerçek en açık biçimde köy yakma tartışmalarında ortaya çıkmaktadır. Güneydoğu'da uzun bir süredir yüzlerce köy yakılmasına ve boşaltılmasına rağmen bu konunun gündeme gelmesi ancak Tunceli'de de bazı köylerin yakılması ve iktidar ortağı SHP'nin Tunceli milletvekillerinin girişimleri sonucu mümkün olabilmiştir. (Bu arada başta RP'liler olmak üzere Meclis'te görev yapan Güneydoğulu milletvekillerinin ne kadar yüce ve sorumlu bir "devlet görevi" yaptıklarına dikkat edilmelidir!) Tunceli'de köylerin asker tarafından yakıldığı olaya müdahil herkes -yakanlar hariç olmak üzere elbette- tarafından ortaya konulmuştur. Devletin bir bakanı da bu konuyu açıkça ifade etmiştir. Söz konusu bakanın nevi şahsına münhasır bir tip oluşu, gayrı ciddiliği, şov meraklılığı gibi hususlar bu hükümetin bir bakanı olduğu gerçeğini değiştirmemektedir. Aslında bu "nitelikler" bu hükümette bakan olmaya engel hususlar değil, bilakis aranılan vasıflar olarak dahi görülebilir.

Olay bu kadar açık olmasına rağmen kamuoyunda hiç bir ciddi tepki söz konusu değildir. Anlaşılan "devlet köy yakmaz" şeklinde ifade edilen resmi açıklama başta MGK basını olmak üzere, kamuoyunda çok inandırıcı bir etki yapmıştır! Zaten resmi açıklamaya inanmaya kendini şartlandırdıktan sonra bu pek de zor olmamaktadır. Öyle ya son büyük Türk devletini bölmeyi planlayanların propagandalarına kanacak değildi herhalde sevgili kamuoyumuz!

İki binden fazla köyün boşaltılması, yüz-binlerce insanın her şeyini yitirmiş bir halde şehir merkezlerine yığılması, yoksulluğun zaten diz boyu olduğu bir bölgede insanların işsizliğe, evsizliğe, açlığa itilmesi, bir kaç ailenin bir eve sıkışmak zorunda kalmasının doğurabileceği ahlaki dejenerasyon, tüm bu felaketler görülmemekte, gösterilmemektedir. Aslında devlet sadece köyleri değil, vicdanlarımızı da yakıyor. Bu kahredici sessizlik, bunun işaretidir.

Kürt halkının karşısına askeri, polisi, Türkeş'i çıkartan, çözümü milliyetçiliğe, ırkçılığa daha fazla sarılmada arayan düzen baskıcı, faşizan kimliğini laikliği koruma adına takındığı tepkisellikte de açıkça ortaya koymaktadır. Laikliğin tehdit altında olduğu ve korunması gerektiği kabulüyle hareket eden egemen laik çevrelerin son zamanlarda tam bir paranoyak tutum içine girerek İslam'a ve müslümanlara yönelik saldırganlıklarına hız vermeleri düzenin baskıcı laik kimliğini pekiştirmektedir.

Kısa bir zaman önce "RP'li belediyeler başı açık kadınların çalışmalarını engelleyebilir" diye propaganda yapanlar bugün üniversitelerde başörtüsü düşmanlığını hortlatmaktan çekinmemektedirler. Peygamber Efendimiz'e aşağılık bir biçimde söven bir kitaba karşı müslümanların protestosunu düşünce eserine karşı hazımsızlık diye eleştirenler, Ankara'da cinsel azgınlık ve sapkınlığı yansıtan birtakım heykellerin kaldırılmasını sanat eserine saygısızlık diye suçlayanlar ilahlarının birtakım uygulamalarını eleştirdiği iddiasıyla bir filme karşı kampanya açabiliyorlar, suç duyurusunda bulunabiliyorlar. Hatta öyle ki düzen istiklal mahkemelerinin tartışılacağı bir televizyon programının yayınını durdurabiliyor. Yayınlanmış bir kitap veya yapılmış bir konuşmanın yasak kapsamına alınması Türkiye'de bolca karşılaştığımız uygulamalar, fakat bir konuşmacının konuşmasının daha yapılmadan önce suç içerebileceği kehanetiyle yasaklanması herhalde TC'nin çağ atlamasının bir işareti sayılsa gerek.

Örnekleri uzatmaya hiç gerek yok. Türkiye bugün özgürlük adına yasakların konulduğu bir ülkedir. Şu demokratikleşme masalı üç kağıtçılıktan başka ne anlama geliyor acaba? Demokratikleşme adına İslami düşünceye yeni yasaklar getirme, mevcut cezaları ağırlaştırma gibi bir uygulama dünyanın neresinde görülebilir? Adil olmalarını zaten beklemiyoruz, ama hiç olmazsa dürüst olsunlar!

Düzenin laiklik krizinin canlı bir göstergesi de yine geçtiğimiz günlerde Cumhuriyet Bayramı törenleri vesilesiyle ortaya çıktı. 27 Mart seçimleri sonucunda büyükşehirlerin çoğunda belediye başkanlıkları koltuklarında RP'lilerin oturuyor olmasından duyulan hazımsızlık, kamuoyu araştırmalarında RP'nin büyümekte olduğu sinyalleri ile birleşince düzen güçleri Cumhuriyet Bayramı kutlamalarını karşı bir gövde gösterisine dönüştürme ihtiyacı hissettiler. Bu şekilde hem laik tabana, "işte hiç de az değiliz, kanlı canlı bir topluluğuz" mesajı vererek moral basmak, hem de başta RP'liler olmak üzere tüm laik düzen karşıtlarına "haddini bil" ikazında bulunulması hedeflendi.

Düzenin tavrını şüphesiz "bayrak as!" (emre dikkat!) kampanyası gayet iyi bir şekilde özetliyordu. Yine birtakım holding ve iş çevrelerinin, daha doğrusu çıkar çevrelerinin "sponsorluk"larıyla ve bir sürü şarkıcı, türkücü, palyaçonun katılımlarıyla bir karnavala veya faşinge dönüştürülen kutlamalarla Cumhuriyet'e kitlesel bir sahip çıkma görüntüsü verilmeye çalışıldı. Kutlamaların kitlesel bir katılımla yapılmasını egemen çevrelerin sürekli olarak öne çıkarttığını, bunu önemli bir başarı olarak sunduğunu görmekteyiz. Oysa Taksim'de Cumhuriyet Bayramı kutlamalarına katılan bu topluluğun, bir arabesk veya pop şarkıcısının bedava konserini izlemek için Gülhane'yi veya başka yerleri dolduran yığınlardan nitelik itibariyle hiç bir farkı bulunmuyor. Bu arada şu hususu da belirtmek gerekir ki, vatan, bayrak edebiyatı ile şuh şarkıcı, türkücülerin baldır bacak gösterilerini sentezleyip "yığınlar"a sunmakta düzen gayet mahir davranıyor. Kutlamak gerekir!

Özel bir TV kanalında yapılan bir açık oturumda bir gazeteci RP'lilerin dindar insanlar oldukları için şarkılı türkülü Cumhuriyet Bayramı kutlamalarına katılmalarının mümkün olmayacağını, ama onların da kutlamalara katılmak için örneğin camilerde Atatürk için mevlit okutabileceklerini öneriyordu. Doğrusu çok kurnazca bir öneriydi bu. Herkes Cumhuriyet'i sahiplensin ama isteyen kendine uygun gördüğü biçimiyle! Bu yaklaşım "dışlayıp düşman edeceğimize içselleştirip eritelim" mantığını yansıtıyor.

Şu an için bir fantazi olmaktan öteye gitmiyor bu öneri. Ama özellikle RP lideri Erbakan'ın "Atatürk yaşasaydı..." diye başlayan ve artık kimi müslüman çevrelerde bile kanıksanmaya başlayan sözleri ve en son olarak Cumhuriyet Bayramı dolayısıyla yayınladığı mesaj istikrarlı bir biçimde sürdürülecek olursa bugün bir fantazi olarak görülebilecek bu önerinin yakın bir gelecekte fiilen gerçekleşmesi hiç de şaşırtıcı olmayacak. Kendi tabanına ve halka sürekli olarak düzene muhalif olduklarını, düzen partisi olmadıklarını söyleyen RP lideri ne enteresandır ki, egemenlere her fırsatta sistemi benimsediklerini, sistemin içinde oldukları mesajını vermekte. Bunun en yakın örneklerini Amerika gezisi vasıtasıyla dış, Cumhuriyet Bayramı dolayısıyla da iç egemen çevrelere iletilmeye çalışılan mesajlar teşkil ediyor.

Düzenin yamaya değil, Kefene ihtiyacı var!

Düzen çürümektedir. Adeta her tarafından su alan bir gemiyi andırmaktadır. Bu haliyle yüzmesi düşünülemez. Batma telaşına kapılan düzen güçlerinin saldırganlaşması ise gayet tabidir. Hatta önümüzdeki dönemde, düzenin baskı ve saldırılarının daha bir yoğunlaşacağı ve yaygınlaşacağının işaretleri şimdiden görülebilmektedir. 70 yıllık baskıcı bir geleneğe sahip düzenin bu tavrının, içine girdiği kriz halinin derinleşmesine paralel olarak daha bir belirginleşmesi şaşırtıcı olmamalıdır. Burada esas tehlike düzenin baskı ve zulmünü engelleme adına müslümanların düzene entegre edilmesine yol açabilecek uzlaşmacı tavırlardır. "Aynı gemideyiz" edebiyatıyla bu bozuk düzenin yoluna devam etmesine örtük biçimde de olsa müslümanların da katkılarını sağlama çabalarıdır. Düzen nasıl on yıllara dayanan baskıcı bir geleneğe sahipse, söz konusu uzlaşmacı tavırlar da bir o kadarlık geleneğe dayanmaktadır. Ve artık görülmektedir ki bu gelenek tutarsız, sonuçsuz ve onursuz bir gelenektir. Hepsinden daha önemlisi de sahih olmayan bir gelenektir. Bunca tecrübeden sonra dönüp dolaşıp kendilerini tekrar sağcılaştırma, millileştirme anlamına gelebilecek kulvarlara sürükleyebilecek girişimlere, çabalara karşı Müslümanlar çok daha duyarlı olmak zorundadırlar. Şimdi "la" deme zamanıdır. Unutmayalım sahte ilahları reddetmeden, Allah'ın varlığını ifade etmek tevhide çağırmak değildir.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR