1. YAZARLAR

  2. Hamza Türkmen

  3. Dünya R4BIA Günü ve Ahde Vefa

Dünya R4BIA Günü ve Ahde Vefa

Eylül 2015A+A-

Rabbimiz, müminlerin emanetlerine ve ahidlerine riayet ettiklerini belirtir (23/8). Sözünde durma, verdiği sözlere bağlı kalma, özü ve sözü doğru olma anlamına gelen ahde vefa, İslam ahlâkının en önemli ilkelerindendir.

Hür iradeleriyle Allah ile kelime-i tevhid üzere ahidleşen insanlar, vahyin gösterdiği ve Resulullah’ın (s) örneklendirdiği istikamette Yaratıcımıza ve insanlara karşı sorumluluklarını yerine getirme sözü verirler. Bu ahlaki borca ahde vefa veya ahde riayet denilir (2/177).

Ahde riayet, uluslararası hukukta da "delikanlılık" ilkesi olarak kullanılır. Latince “pactasuntservanda” ifadesiyle “sözünün eri, adaleti gözeten” anlamlarında kullanılan bu ilke, beşerin fıtri olana yönelimini ifade eder. İslami literatür açısından bu terkip, gereğince mümin olmanın, vahyî bilinci ve sorumlulukları kuşanmanın ifadesidir.

İnananların bir zulme ve saldırıya uğradıklarında birlik olup dayanışma mükellefiyetleri üstlenmeleri (42/39) kulluk bilinciyle irtibatlıdır. Bu bilinci zayıflattığımızda veya yitirdiğimizde ümmetçe düştük. Ulus fetişizminin yapay sınırlarına aldırmadan bu bilinç ve edinimlere sahip çıktığımız oranda da ümmetçe yeniden dirileceğiz. Ve vahiyden kavradıklarımızı Resul ve Nebiullah gibi sosyalleştirme imkânını modelleştirmeye yönelebileceğiz.

Bu konuyu Suriye’de, Irak’ta, Filistin’de ve dünyanın birçok yerinde Müslüman ve mustazaf halkların uğradığı saldırılar ve yıkımlar gibi, geçen ay ikinci yıldönümünü yaşadığımız Mısır’daki Rabia katliamı nedeniyle bir kere daha hatırladık, hayıflandık ve zaaflarımızı tartıştık.

Müminlerin kardeşliği, onların farklı uzuvlarını tek organın parçaları gibi hissetmeleriyle gerçeklik kazanır. Parmağınız acıdığında veya sırtınıza iğne batırıldığında bu acıyı ne kadar duyuyor ve giderilmesi için ne kadar gayret sarf ediyor isek, iman edenlerin bütünlük bilincini de aynı şekilde yaşamlaştırmalıyız.

Elimizi, yüzümüzü veya bir diğer organımızın yapısını veya estetiğini beğenmeyebiliriz. Ama o organ bizden kopmadığı veya esaslarımızı reddetmediği müddetçe bizimdir. Eksiklik veya yanlışlığını tashih ve ıslah etmeye çalışır, dış mikroplara karşı tavır alırız veya almalıyız.

Mümin olduktan sonra dayanışmanın sınır dışı, sınır içi ayrımı anlamsız. Örneğin 6 Ekim 2014’te hunharca katledilen Yasin Börü... İslami bir ibadeti yerine getirirken Batılılaşmış ulusalcı faşistlerce şehit edildi. Bu, olmuş bitmiş bir mesele değil. Kan davası güdecek bir asabiye peşinden de koşacak değiliz. Ama gerek kısas ruhu, gerek diğer mümin kardeşlerimizin ibadi eylemlerini engelleyecek ikinci ve diğer saldırılara kayıtsız olmadığımızı göstermek için, Yasin Börü’nün davasını yaşadığımız toplumda ne kadar gündemde tutabiliyoruz? Örneğin 5 Ekim’de Ankara’da davası var. Bu davanın arkasında olduğumuzu dosta düşmana göstermek için nasıl bir dayanışma ruhunu alevlendiriyoruz?

İşte biraz ötemizdeki Mısır Müslümanlarının davası da böyle bir şey.

Mısır'da Mısır’ın ilk seçilmiş cumhurbaşkanı Dr. Muhammed Mursi, 3 Temmuz 2013 günü Suudi-Amerika ve İsrail kurgulu askerî bir darbeyle görevden uzaklaştırıldı.

Ertesi gün şehit Seyyid Kutub’un talebesi İhvan’ın Mürşidi Muhammed Bedii, Rabiatul Adeviye Meydanı’nda teslim olmayacaklarını, kanlarının akıtılması pahasına ‘Barışçıl Direniş’le haklarını ve özgürlüklerini savunacaklarını ilan etti.

Bu çağrı cahiliyenin istikbarına tavır alırken; ümmet olma yolunda sanki Resulullah (s)’ın Mekke dönemi stratejisini günceller mahiyetindeydi.

Ve Müslim fidanlar Sümeyye (r) gibi, Yasir (r) gibi keskin nişancıların kurşunlarıyla birer birer toprağa düştü.

İhvan-ı Müslim’in Çizgisi

Bedii’nin çağrısı günübirlik söylenmiş bir söz değildi. Merhaleci bir mücadelenin çağrısıydı. Ve bu mücadelenin içinde Rabbimizin “Sizi biraz açlık ve korku; mallardan, canlardan, ürünlerden eksiltmeyle imtihan edeceğim. Sabredenleri müjdele.” (2/155) uyarı ve vaadinin, yani direnme fıkhının bilinciyle adım atılıyordu.

İhvan-ı Müslimin hareketi, günübirlik veya derleme bir akım değildi. O, 19. yüzyılın sonundan beri Cemaleddin Afgani ve talebesi Muhammed Abduh’la; Abduh ve talebesi Muhammed Reşid Rıza ile; Reşid Rıza ve talebesi Hasan el-Benna ile mayalanmış, şura yapılanmasını önemsemiş bir ıslah hareketi idi.

Ümmetimizin tarihî zaafları sonucu I. Dünya Savaşı sonrasında tüm ümmet coğrafyası Batılı emperyalistlerce işgal edildi ve ulus devletlere ayrıştırıldı.

İhvan-ı Müslimin, yeniden başlamak için hangi safhada olduğunu sünnetullah çerçevesinde tartabilen ilmî ve istişari bir birikime sahipti. O, vahyi esas alarak, Resulullah’ın uygulamalarından dersler çıkartarak yükselen bir özgünleşme ve inşa hareketi idi. O, iç ve dış vesayetten, cahilî sistemden kurtulma mücadelesinde hududullaha dikkat ederek verilen bir uyanış, diriliş ve merhaleci bir inkılâp hareketi idi. Ümmeti yeniden diriltme ve var kılma hareketi idi.

Rabia Günü Katliamları

Ve 14 Ağustos 2013 günü, Adeviye Meydanı’nda darbecilere karşı tevhid, adalet, özgürlük şiarını yükselten Müslüman kardeşlerimizin üzerine dünya istikbarının tetikçisi Sisi diktatörlüğünün keskin nişancıları ateş etmeye başladılar. İlk müdahalede kadın, erkek, çocuk 278 kişiyi şehit ettiler. Ve gün tamamlandığında o meydanda 700’ü aşkın, Mısır çapında da o gün 1.500’ü aşkın şehidimiz vardı. Bu, dünya tarihinde bir gösteriye müdahale edilerek öldürülen insan sayısının en yükseği idi. Dünyanın kılı bile kıpırdamadı.

Bu darbeye ve 14 Ağustos katliamına insan haklarını bir emperyalizm çeşidi olarak kullanan ABD, AB, Rusya, Çin darbe demedi, katliam demedi. Ve ABD ile farklı kanallardan işbirlikçi konuma gelen Suud da İran da darbe demedi, katliam demedi.

Türkiye’nin yanında Katar ve Afrika Birliği’nin yükselttiği darbe karşıtı söylem ise uluslararası medya tekeli tarafından boğuldu. Ama Mısır’daki bu katliam günü, Tayyip Erdoğan’ın vurgusuyla“Rabia Günü” olarak dünya tarihine işaretlendi.

Muhammed Bedii “Öleceğiz belki birer birer ama irademizi teslim etmeyeceğiz!” demişti. Yüzbinlerce insan bu ahdi paylaştı. Lideri de liderlerin çocukları Ammar Bedii de Esma Biltaci de torun Halid el-Benna da ve kitleler de bedel ödedi, ödüyor.

Seyyid Kutub’un idam edilmesinden bu yana 49 yıl geçti. (İslami mücadele soluk aldığı müddetçe 29 Ağustos 1966 tarihi izleklerimizde hep canlı kalmalı.)

Ve “Mısır firavununun önünde özür dilemektense şerefli ölümü tercih ederim.” diyen Seyyid Kutub’un sünnetini 49 yıl sonra şimdi İhvan’ın önderleri yaşatıyor ve dünya müstekbirlerini aciz bırakıyorlar.

Rabia Günü dolayısıyla bu sene Cağaloğlu MTTB Salonu’nda yapılan sempozyumdasunulan bir tebliğin başlığı oldukça dikkat çekiciydi: “Uluslararası Hukukun Rabia Sessizliği”

Rabia katliamının yıldönümünde, Rabia Günü’yle ilgili Türkiye’de de bazı küçük etkinlikler yapıldı. Ama ya bugünde meydanları hayatın akışına bırakan Müslümanların, kuruluşlarımızın, cemaatlerin; yani “bizlerin sessizliği”ne ne denmeliydi? Ve bu tür sessizlikleri nasıl aşacağımızın cevabı ne olmalıydı?

Zannedersiniz o kadar büyük zulüm, baskı ve yasaklar var ki; sanki siyasete ve siyasi erke söz söylemenin tüm araçları kullanılamaz hale gelmiş. Oysa zan ve vehimlerimizin zebunu olmuşuz. Bizler daha çok küresel kapitalizmin hayat şartlarına ve tüketim değerlerine alıştırılmış bir kıskacın içine sıkıştırılmışız.

Gittikçe köpüren hazlarımız, müstağniliğimiz ve hedonizmimiz sadece daraltılmış yalancı cennetlerimiz. Bonzai içen veya eroin çeken gençlerin halüsinasyon içindeki son anları gibi... Çevremizle birlikte silkinmeli, dayanışma ruhunu güçlendirmeliyiz. Rabbimize verdiğimiz ahdin, yapılmayacak bir söz olmadığını göstermeliyiz.

Doğru Dili Kullanmak

Ayrıca bizler Müslümanız ve kendi kavramlarımızla, ilkelerimizle konuşmalıyız, konuşmaya çalışmalıyız. Kuşatıldığımız reel siyasetin kıskacına hapsolmamalıyız.

Örneğin Mısır’da İhvan-ı Müslimin’in önderlerinden Hayrat Şatır olsun, İsam el-Aryan olsun daha işin başında açık ve seçik olarak verdikleri mücadelenin demokrasi ayağını ve “demokrasi” kavramını Batılı paradigmaya ait olarak ve her şeyin iradesini beşere bağlayan anlamda kullanmadıklarını, ödünç bir kavram olarak halkın seçimi/tercihi anlamında kullandıklarını ilan etmişlerdi.

Zaaflarla malûl “milli irade” terkibi de öyle olmalı değil mi?

Biz Müslümanız ve kendi gerçekliğimizi sınırlı akli kapasiteye mahkûm olan insanların ürettiği kavramlarla değil, hepimizi yaratan ve bize evrensel ilkeler bildiren Rabbimizin Kur’an’daki hükümlerine ve kullandığı evrensel kavramlara göre değerlendirmeliyiz.

Toplumsal konumumuz ve çağdaş mücadelemizden bahsedeceksek “Sünnetullah ve İslami uyanışın yeni dili” diyebilmeli ve halimizi Batılı paradigmanın kavramlarının içine sıkıştırmayı terk etmeliyiz. İslami kimliğimizle belirlediğimiz konumumuza özgü vahyî kavramları veya bu temelde ürettiğimiz uygun kavramları öne çıkartmalıyız.

“Yeni bir dil” derken de amacımız Amerika’yı yeniden keşfetmek değil şüphesiz.

Tembelliklerimiz ve kaderciliğimizi de hayalciliğimiz ve aceleciliklerimizi de ıslah edebilecek sünnetullah dilini yakalamaktan bahsediyoruz.

İnsanla, insanlık tarihi ile, mevcut toplumsal işleyişle ilgili yol ve yöntem konusunu kahramanlarla, tesadüflerle, determinist yaklaşımlarla veya diyalektik tarihî yorumlarla izah etme sınırlılığına mahkûm olmamalıyız. Yaratıcımız olan Allah’ın vahyine kulak vermeli, oradan da toplumsal yasaları demek olan “sünnetullah”ını doğru kavramaya çalışmalıyız.

Rabbimizin toplumsal yasaları iradeli insan türü içindir. Önceki sünnetlerde/yollarda veya hayat tarzlarında yaşanan akıbeti hatırlayalım: Fatır Suresinde belirtildiği gibi hakka, adalete, fıtrata karşı “Bütün şeytani tuzaklar sahiplerini yutar.” Rabbimiz bu hususta sünnetullahta bir değişiklik olmayacağını bildirmektedir (35/43). Yeter ki meşakkatler karşısında direnişimiz, adanmışlığımız ve dayanışmamız devam etsin.

Bilinçli Müslümanlar ve ıslah önderleri ve elemanları bilirler ki, hayat inişler ve çıkışlarla doludur. Rabbimizin bildirdiği gibi açlık da korku da can ve mal riski de (2/155) bu iniş ve çıkışları oluşturur. Yeter ki, zor geçitlerle karşılaştığımızda gevşemeyelim, çözülmeyelim, boyun eğmeyelim.

Reel durumlar önemlidir. Ama reel durum kuşatıldığımız şartlardır. Tabii ki kuşatıldığımız şartlarda demokrasi ve sistem içi araçlar mücadelemizde bir imkân olabilir. Belki birileri de milli irade; yani ulusal irade söylemini böyle değerlendirilebilir. Ama reel olanı vahyî olanla iyileştireceğiz derken, ideal olanı feda etmemeliyiz…

Bizler Rabia derken milliliği, milli iradeyi değil, ümmet dayanışmasını anlıyoruz. Belki Rabia işaretindeki dört parmağı birbirine sınır olan Mısır, Filistin, Suriye, Türkiye Müslümanlarının -ödünç bir kavramla- kaderleri birbirine bağlıdır diye yorumlayabiliriz. Ama millilik “İslamilik mi seküler ulusçuluk mu” sorularıyla cevaplanamazken Rabia işaretini vatan, bayrak, devlet, millet gibi tevillere mahkûm etmemeliyiz.

Çaresizlik hallerinde yardımı tabii ki Rabbimizden bekleyeceğiz.

Ama çaresizliği aşacak olan ilk hamlenin müminlerin bilinç ve iradesine bağlı olduğunu da unutmayacağız.

Rabbimiz Muhammed Suresinde “Siz Allah’a yardım ederseniz, Allah da size yardım eder.” (47/7) buyuruyor.

Ve Allah yolunda yürümekte sebat edecek olan mü’minlere Rabbimiz Ahzab Suresinde mutlak zaferi müjdelemektedir (33/62). Dolayısıyla hak edenler Gaybi yardımdan asla ümit kesmemelidir.

Seyyid Kutub’un öğrencisi Mürşid Muhammed Bedii’nin Adeviye Meydanı’ndaki adeta Mekke dönemi mücadelesini canlandıran “Barışçıl Direniş” çağrısı sünnetullahı gözeten yeni bir inkılâp çağrısıdır. Merhaleci mücadele azmimize yol göstermektedir.

Bu çağrı ölümden, silahtan, kıtalden korkma emaresi taşımaz. Bu çağrı sünnetullaha uygun olan merhaleyi yakalamak dirayetinden mayalanmaktadır. Bu çağrı Mekke döneminde yaşanan tüm meşakkatler karşısında “ahad” nidasını, bu çağrı ölümsüzlüğe yürüyen ilk şehitlerimiz Sümmeyye’yi Yasir’i hatırlatmaktadır.

Bu çağrı ilkin iktidar olmayı değil, mücadelenin içinde ümmet olma, ümmeti yeniden diriltme yolunu göstermektedir.

Bu çağrı tağutları tasfiye etmenin ve ümmet iktidarını basamak basamak inşa etmenin yolunu aydınlatmaktadır.

Ve Mısırlı kardeşlerimize “Zafer ne zaman?” diyenler, zaten bu yolda direnişi tanıklaştırmanın zafer olduğunu görmeleri gerekir. Çünkü mücadele, mücadele içinde kazanılır.

Rabia gününde 30’u aşkın ülkede Adeviye Meydanı’nda ve aynı gün diğer alanlarda katledilen 1500 şehidimizin anısı gündemleştirilmeye çalışıldı. Ama en fazla da ölümlerin geleceği biline biline Mısır sokaklarında bu direnişin sesi vahşi katiller karşısında yükseltilebildi. Özellikle ümidimizi canlandıran Mısır intifadası, yine ümidimize ümit oldu.

Rabbimiz bu hasbiliği, bu adanmışlığı, bu isâr halini görüyor.

Onlar üzerlerine düşeni yapmaya çalışıyor.

Şimdi sıra bizde.

Şimdi sıra sosyal, siyasi, ekonomik her boyutuyla dayanışma sorumluluğumuzu ciddiye almamızda. 

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR