1. YAZARLAR

  2. Güney Uzun

  3. Darbe Gölgesinde Seçim Manzaraları

Darbe Gölgesinde Seçim Manzaraları

Temmuz 2007A+A-

27 Nisan muhtırasıyla kendi egemenliğini siyasilere yeniden hatırlatan asker, Anayasa Mahkemesi'ne etkide bulunmak kaydıyla AK Parti'nin cumhurbaşkanını seçmesine engel oldu ve erken seçime gidilmesini sağladı. Muhtıraya karşı nispi bir tavır belirlese de AKP askerin siyaseti belirlemesinin önünü alamadı.

Egemenler tarafından oluşturulmuş bu kriz ortamını aşmak için seçime gidilen ülkede, seçimlerin krizi bitirmek yerine yeni krizlere yol açma ihtimalleri şimdiden gündeme gelmekte. Krizlerden beslenen bir sistem için seçilmişlerin ve seçimin başarısızlığının tescili ve gerilen ortamın, derinleşen sorunların çözümü için askerin tüm iştahı ile devreye girmek için beklediğini görmek için 12 Eylül öncesi ortamı hatırlamak yeterli. Kendi krizini kendisi çözen ve kahraman olan bir ordu!

22 Temmuz seçimleri öncesi, hiç de yabancı olmadığımız tartışmalar ve vaatlerle karşı karşıyayız. Türkiye'de gündem çok hızlı değişmekte. Her an her şeyin olabileceği bir ülkede yaşıyoruz. Aslında Türkiye'de yerli ve yabancı aktörlerin hepsinin belirli hesaplan ve planları var. Rahip cinayetinden Danıştay saldırısına, Hrant Dink suikastından Ümraniye'deki bombalara kadar bir sürü karanlık senaryoların tezgahlandığı bir ülke burası. Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesi ve muhtıra sürecinde "irtica" tartışılırken; şimdi gündem "terör" olarak belirlenmiş görünmekte. Ordunun AKP iktidarıyla bir beş yıl daha çalışmak istememesi gün gibi açıktır. Muhtıranın fazla etkili olmaması oligarşik zümrenin kullanacağı son kozları oynamalarına neden olmuştur: PKK saldırıları, ölen askerler, sınır ötesi operasyon senaryoları...

Seçim ve Şiddet

Refahyol Hükümeti döneminde hükümetin askere PKK ile savaşmak için kaynak aktarmadığı yönünde bir gündem belirmişti. PKK ile savaşmak için paraya ihtiyacın olduğu ve bunun verilmesi karşısında "terör"ün kökünün kazınacağı söylemi 28 Şubat ile birlikte birincil düşman konseptinin başına "irtica"nın gelmesi ile unutulmuş oldu. Aslında Türkiye egemenlerinin kullandığı, korkutarak egemenlikleri pekiştirme argümanlarından biri Kürt sorunu, diğeri ise İslam ve Müslümanlardır. Hükümette "devlet iktidarı" ile çelişmeyen bir kabine olduğu zaman asıl tehdit genelde "terör" olmakta; Müslüman/dindar kesimlerin siyasi partiler şeklinde güçlenmesi ya da hükümet kurma olasılık ya da durumlarında "terör" yerine "irtica" söylentileri dillendirilmeye başlanmaktadır.

Terör o kadar önemli bir iktidar aracıdır ki 28 Şubat darbecilerinin ABD'deki ağabeylerinin yardımı ile Abdullah Öcalan'ın Türkiye'ye verilmesi DSP'yi iktidar yapmıştı. Şimdilerde Hudson Enstitüsü'ndeki panelin deşifre edilmesi ile egemenler ile terör-PKK ilişkisinin nasıl bir iktidar argümanı olduğu bir kez daha ortaya çıkmıştır. PKK liderlerinin Türkiye'ye verilmesine karşı çıkıp bunun AK Parti iktidarının seçim öncesinde elini güçlendireceğini düşünenlerin ölen askerlerin arkasından ağlamaları(!) çok da gerçekçi olmasa gerek. Ayrıca Öcalan'ın DSP ve darbe yapmış orduya bir ağabey kıyağı olduğunu düşünmemek elde bile değildir. Türkiye'de iktidar olmak isteyenler ABD'deki güç odaklan İle belli pazarlıklar yapmaktadırlar.

Eğri oturup doğru konuşalım. Asker "terörü" bitirmek istiyorsa neden PKK liderlerinin kendisine verilmesine karşı çıkmaktadır? Bunun cevabı aslında bölgedeki "kirli savaş"ta ordunun hiç de dürüst davranmadığı ve "terörün" bir iktidar aracı olarak kullanıldığıdır. Bir iktidarın seçimde başarılı olmasını istemeyip örneğin daha fazla askerin ölmesini seçmek savaşın kirliliğini daha da belirginleştirmektedir. Asker Kürt sorununda kendi dışında bir inisiyatif geliştirilmesine karşı çıkmaktadır. Gündemin "teröre" indirgenmesiyle kirli savaşın sağlıklı tartışılmasına imkan verilmemekte ve oluşturulan militarist havada Müslümanlar bile devlet ve ordu tarafında saf tutmaya itilmektedirler.

Ölen gençlerin cenazelerinde timsah gözyaşları dökmek, içten içe her ölen gencin AK Parti'ye oy kaybettirdiğini düşlemek ve böylece milliyetçi partilerin Meclis'e girip Meclis aritmetiğinde AK Parti aleyhinde bir durumun oluşmasını istemek, her gelen tabutla kendi egemenliklerini güçlendirmeyi hedeflemek, en hafif tabirle merhamet ve insanlığın kalmadığının göstergesidir. "Terörü" bahane ederek seçimlerin engellenmeye çalışılması ya da sınır ötesi operasyon ile birlikte benzer planların yapılması seçim sonrasında Türkiye'nin krizlerden kurtulmayacağının ve seçimin bir çözüm getirmeyeceğinin işaretidir. Seçimde AK Parti'ye oy vereceklerin, seçim sonrası AK Parti'nin de içine düşeceği sistem ve rejim krizlerinde ve askeri vesayetin daha da belirginleşmesi karşısında ne tür tavır takınacaklarını merak konusudur. AK Parti'nin Şemdinli'den başlayan ve Büyükanıt'ın Genelkurmay Başkanı olması ile de hızlanan askeri vesayet düzeni karşısında ciddi ve somut bir adını atmaması kriz üreticilerinin elini güçlendirmektedir. AK Parti bilmelidir ki, ABD ve AB'ye sığınmak ya da ekonomik çevrelerin desteğini almak tek başına yeterli değildir. Bu, hükümet etme süresini uzatsa da halkın ezilmesini engellemez.

Ordunun asıl amacı "terör" değil; kendi iktidarını devam ettirmektir. Bu bağlamda cumhurbaşkanlığını kendisi için önemli bir mevzi olarak görmekte ve karşı atakta bulunarak Nokta dergisinin ortaya çıkardığı para-militer gruplarla "Cumhuriyet mitingleri"nin organizasyonunu gerçekleştirmektedir. Cumhuriyet mitingleriyle sonradan yapılan ve seçime yatırım amaçlı tertiplenen "terör mitingleri"ne katılımın çok farklı olması ise iç yüzlerini bir kez daha deşifre etmektedir. Kendi hayat tarzlarının değiştirileceği inancı ile sokaklara yüz binleri dökenler Genelkurmayın internet üzerinden halkı tepki vermeye çağıran bildirisine kadar neredeydiler? Emir-komuta zihniyetine alışmış ve kıbleleri Genelkurmay olan bu zümrenin "ölen askerler" İçin duyarlıkları(!) ise aslında iki yüzlülüklerini gösterir niteliktedir. Cami avlusunda kendi "şehirlerine bile saygı duymayanlar ölen gençlerin bedenleri üzerinden kanlı siyaset yapmaktan geri durmamaktalar. Çağlayan'da yüz binleri cumhurbaşkanlığı seçimi için sokağa dökenler, ölen askerler için aynı sayısal katılımı ve "hassasiyeti" göstermemektedirler. Çünkü ölen askerler onların hayat tarzlarını tehdit etmiyor. Çünkü ölen askerler onların egemenliklerini devam ettirmek için ellerine koz veriyor. Bu ülkede şiddetin ve kanın durmasından en fazla hoşnut olmayacaklar aslında bu oligarşik zümredir. Korku cumhuriyeti İçin bu kaçınılmaz bir tercihtir.

Cami avlusundan siyaset yapmakla suçladıkları Tayyip Erdoğan'ı şimdi cami avlusundan vurmayı düşünmek egemen zihniyetin tutarsızlığının ve makyavelist zihniyetinin dışavurumudur. Müslümanların değişik nedenlerle yapmış oldukları eylemleri AKP'ye mal edenlerin çirkefliği bir yana; namazla alakası olmayanların camide siyasi rant peşinde koşmaları tam anlamı ile dinin ve caminin kullanılması demektir. Burada da "Ben yaptım oldu!" mantığının hakim olduğu görülmekte; aynen 367 tartışmalarında olduğu gibi. Yavuz hırsız misali onlar camide bir şey yapınca "haklı tepki"; Müslümanlar kendi kimliklerini savunmak adına bir şeyler ortaya koyunca "kutsal dinimizin istismarı" oluyor. Bu ne yaman çelişki!

Partilerde Vizyon Yenileme

Seçim öncesinde partiler vitrinlerini "çeşitli renklerle" yenilediler. Siyasetin seçimlerde her kesimden oy toplamaktan ibaret olduğu ve artık ideolojinin hiçbir belirleyiciliğinin kalmadığı bir seçim atmosferi yaşıyoruz. İkisi de "merkez"e kaymış olan sağ ve sol politikalar var ama hangisinin sağ; hangisinin sol olduğu dahi tartışılıyor. Bu yüzdendir ki Ertuğrul Günay ve Haluk Özdalga gibi zamanında sol içerisinde yer almış kişiler AK Parti saflarında yer aldılar. Benzer şekilde İlhan Kesici ve Sultanahmet Camii eski imamı Osman Nuri Bedir gibi isimler CHP ile siyaset yapabiliyor. Bir önceki seçimde de Y. Nuri Öztürk CHP safında ve Baykal ile meydanlarda beraber boy göstermişti ancak bu seçimde birçok parti çeşitli renkten adayları listesine dahil etti.

AK Parti de diğer siyasi partilerden farklı olmadığını ve güçlü bir liderin partisi olduğunu, farklı düşüncelere fazla sıcak bakmadığını eski milletvekillerinden bazı önemli isimlere yer vermeyerek göstermiş oldu. Liste dışı bırakılan isimlerin İslami geçmişleri daha baskın olan ve 1 Mart tezkeresine "hayır" oyu kullananlar arasında olması manidar! T. Erdoğan'ın kendisine muhalif sesleri liste dışı bırakmakla birlikte eski Milli Görüşçülerin külliyen AK Parti'den uzaklaştırıldığını söylemek gerçekliği yansıtmaz. İslami duyarlılığıyla bilinen kişilerin liste dışı bırakılmasına rağmen yine çok az da olsa Müslüman çevrelerden bazı kişilerin listeye alınması aslında olayın parti içinde güçlü bir liderin, tek adamın söz sahibi ve belirleyici olduğu izlenimi uyandırmaktadır.

Bu Seçimde Partiler Bol Kepçeden Sallıyor

Partilerin seçim vaatleri ise tam anlamıyla gerçek dışı ve uçuk. Oy toplamak adına söylenen sözlerin gerçekliğine kendilerinin bile inanmadığını söylenebilir. Mazotun 1 YTL'ye düşeceği, ÖSS'nin kaldırılacağı, "terör"ün bitirileceği, işsizlere maaş bağlanacağı gibi gerçek ötesi bir sürü vaatlerde bulunuluyor.

Türkiye toplumunda bu vaatlere inananlarda ise bir hafıza sorununun mevcudiyetinin varlığından bahsedilebilir. Önceki seçimlerden Demirel'in "herkese bir ev bir araba olmak üzere iki anahtar"; Çiller'in "her mahalleye bir milyoner"; Bahçeli'nin "Öcalan'ı asma"; Mesut Yılmaz'ın "Susurluk olayını çözme" vaatlerinin benzerleri bu seçim için de veriliyor. Bu vaatlerle partiler halkın hafızasızlığından yararlanıp, yap(a)mayacakları sözleri vererek günübirlik siyaset yapmakta, popülist politikalar yürütmektedirler, Örneğin şimdi koyu bir ABD ve AB aleyhtarlığı sergileyenlerin iş başına geldiklerinde özellikle İran, Lübnan, Filistin konusunda ABD ile iş tutmaları güçlü bir olasılıktır.

Partilerin seçim meydanlarında söyledikleri ile seçim beyannamelerinde ifade ettikleri arasında farklar olduğu görünmekte. Örneğin "Cumhuriyet mitinglerinde AB ve ABD aleyhtarı sloganlar atan CHP'nin seçim beyannamesinde AB sürecinden ayrılacaklarına dair herhangi bir ifadeye rastlamıyoruz. Aksine bu sürecin devam edeceğinden bahsediliyor. "Cumhuriyet mitingleri"ndeki kalabalığı kotarmak adına AB ve ABD aleyhtarı söylemlere prim veren CHP, iş ciddiye binince popülist ve pragmatist söylemlerini beyannameye haricinde bırakıyor. Benzer şekilde AK Parti, başörtülü bir cumhurbaşkanı adayının engellenmesi mağduriyetini kullanırken beyannamesinde başörtüsü yasağına hiçbir şekilde değinmemektedir.

Seçim Neyi Çözecek?

Seçime giren partilerin, Türkiye'nin asıl sorunlarına değinmekten öte yapay gündemlere takılarak toz pembe tablolar çizdiklerine şahit oluyoruz. Seçimler halkın iradesinin yansıması olarak lanse edilirken seçim sistemindeki çarpıklıklardan hiç bahsedilmiyor. Tabii halkın oylarının büyük bir kısmının Meclis'te temsil edilmemesi, boşa gitmesi başka bir çarpıklıktır. Düzgün bir seçim sistemi ile Meclis'e girenlerin ise halkın iradesini temsil ettiklerini söylemek de doğru değil. Anayasa'yı değiştirecek güce sahip olanların bile iktidar olamadığı bir ülkede seçimlerin iktidarı değil, hükümeti belirlediğini görmemiz gerekir. Tabii ki rejim, meclis, iktidar ve hükümet gibi kavramların da tartışılması gerekmektedir.

Bu seçimlerde partiler, halkın hiçbir sorununa kalıcı çözüm önerisinde bulunmadılar. Özellikle "terör" bahanesi ile Kürt sorunu hakkında hiçbir çözüm sunulmamakta. Yine toplumsal sorunlar, özellikle temel insan hakları ve özgürlükler konusunda yeni ve ileri bir söylem yok. Askeri oligarşiye ve muhtıraya karşı ciddi bir eleştiri getirilmemekte. Partiler içerisinde mevcut sisteme muhalif bir parti ve program yine yok. Hemen hemen hepsi kendini "merkez"de tanımlamakta: Merkez sağ ya da merkez sol.

Bu seçimler hem politikanın hem de sol ve "İslami muhalefet"in de yozlaştığını, gittikçe sistem içine çekildiğini göstermesi bakımından manidar olmaktadır. Sisteme muhalif kesimlerin sisteme entegrasyon süreçlerinin seçim dönemleri ile daha da hızlandığını görmekteyiz. Muhalif gömleğini çıkartıp, yakasına bir partinin rozetini takarak politik tercihlerini yapanlar, kaderlerini bir oyla bir parti liderinin iki dudağı arasına bırakmış, amel ve sorumluklarından "uydum lidere" deyip sıyrıldıklarını düşünmektedirler.

İki Seçenek Kader mi?

Bu seçimlerin muhtıra sonrası askeri vesayet düzeni karşısında bir referandum gibi algılandığı kısmi olarak doğrudur. Ancak askerin egemenliğine karşı çıkanların oy istemek ve yeniden hükümet olmak dışında bu vesayet rejimini nasıl gerileteceklerini de programlarına almaları gerekmektedir. Yoksa askeri vesayete hayır demek için bile AK Parti'ye oy atanların oyları bir muamma içinde kaybolacaktır.

Aynı şekilde özellikle AK Parti ve CHP açısından bir kamplaşma ortamı oluşturularak iki tercih dışında bir seçeneğin olmadığı zihinlere nakşedilmektedir. AK Parti propagandistleri bunun muhtıraya karşı bir oy ve demokrasiye sahip çıkmak olduğunu, askere karşı halkın iradesinin tercihi şeklinde algılanması gerektiği üzerinde duruyorlar. CHP ise seçimin laikliğe, cumhuriyete ve Atatürk devrimlerine sahip çıkmak olarak algılanmasını istiyor. Bir yanda darbeciler var ancak öte yandan darbecilere direnen değil; isteklerine boyun eğen bir oluşum var. Peki ya AKP ya da darbe dışında üçüncü bir seçenek yok mu? Bizlere dayatılan iki tercihin dışında askeri vesayet düzenine karşı İslami muhalefet geleneğimizi sürdürmek ve gelecek kuşaklara ilkeli ve tutarlı bir şekilde aktarmak şeklinde üçüncü bir tercihi inşa etmek muhalif duruşumuzun bir zorunluluğu olarak tezahür etmiyor mu?

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR