1. YAZARLAR

  2. Bahadır Kurbanoğlu

  3. Askeri Vesayet ve Başörtüsü

Bahadır Kurbanoğlu

Yazarın Tüm Yazıları >

Askeri Vesayet ve Başörtüsü

Mayıs 1999A+A-

Azgınlığın Naklen Yayını

2 Mayıs günü Mecliste yaşananların alışageldiğimiz/kanıksadığımız zulümlerden farkı, bu ülkede yetmişbeş yıldır süregelen oligarşik zihniyetin naklen yayınlanmasından başka bir şey değildir. Üzerinde spekülasyon yapmaya bile gerek duyulmayacak ve yetmişbeşmilyonun gözleri önünde cereyan eden bu tablo, rejimin kimliğini açık ve net olarak gözler önüne seren bir ortaoyununu andırıyordu adeta. Sahne hazır, roller dağılmış, oyuncular hazır, repliklere herkes aşina ve motor...

Evet herkes nefesini tutmuş, günlerdir bugünü bekliyordu. Bu, meclise odaklanmaktan, meclisten umuda dönük beklentilerin oluşundan kaynaklanmıyordu. Askeri vesayetin kanıksattırıldığı, "birincil tehdit" olarak adlandırılan, aşağılanan, hırpalanan kesimlerin sindirilmişliğinin getirdiği suskunluk içerisindeki bir bekleyişti bu. Bu kaygıların içerisinde, mevcut rejimin tavrının nasıl bir seyir izleyeceğinden ziyade, "Merkez"e yerleşmeye çalışan iki partinin, FP ve MHP'nin tercihleri ve kitlelerin önünde verecekleri büyük sınav da yer alıyordu.

TC tarihinde ilk defa, başörtüsü TBMM'ye giriyordu. Hem de: kesintisiz bir şekilde süregelen askeri vesayetin gölgesi altında. Durum böyle olunca, meclise "açık" gelmekle: "kapalı" gelmek arasındaki fark, bireysel ya da günübirlik partisel çıkarların ötesinde, 28 Şubat süreciyle uyum içerisinde 'olmak ya da olmamak' arasındaki farka işaret ediyordu. Nitekim Ecevit'in, daha yemin bile etmeden, yani Anayasa ve iç tüzüğü çiğneyerek yaptığı konuşmada yer alan, "Burası devlete meydan okuma yeri değildir!" cümlesi tam da bu bunalıma işaret ediyordu.

Devlete Meydan Okumak

Yemin töreni esnasında mecliste yaşananlar, bu ülkede seçim denen olgunun ne ifade ettiğini, halkın tercihlerinin ne anlama geldiğini de ortaya koymuş oldu. Yaşanan rejim bunalımı halen devam ediyor, 28 Şubat kesintisiz sürecini koruyordu. Nitekim, Ecevit daha günler öncesinden bir devlet başkanı edasıyla FP'ye uyarılarda bulunmuş; MGK ise sorunu gündeminin ilk maddesi yaparak, "kriz yaratılmaması" hususunda açık tehdit içeren bir açıklamada bulunmuştu. Okullarda ve devlet kurumlarında kapıdan kovdukları başörtüsünün, tabiri caizse bacadan girmesi egemenleri çileden çıkartmakla kalmıyor, aynı zamanda "en yüce kurum" olarak ifade edilen TBMM'nin hangi vesayet altında olduğu da gözler önüne seriliyordu.

Nitekim, Ecevit'in pervasızlığına kimse ses çıkartmıyor, mesela FP'li kurmaylar onun yaptığının usulsüz olduğunu mecliste haykırmaları gerekirken özel tv'lerin spikerleriyle dertleşmekle yetiniyorlardı. Oysa, sürekli iddia edildiği üzere, eğer başörtülü milletvekilini halk seçmişse, meclis iç tüzüğünce herhangi bir kısıtlama yoksa, Anayasaya aykırılık söz konusu değilse, o çok övgüye mazhar olan hukukun üstünlüğü prensibinden hareketle, bir Allah'ın kulu çıkıp bu beylere bir cevap verebilirdi. Ya da onların koydukları usulsüz ve çirkef tepkiye yine meclis içerisinde gereken tepki gösterilebilirdi. Üstelik haklılık diz boyuydu ve tepki koyanlar "bir avuç" olarak nitelenen DSP'lilerdi. Madem ki bir avuçlardı; madem ki onları da halk seçmişti; ve orası halkın meclisiydi, o halde ne adına ve kimin hatırı için o bayan meclisten ayrılmak zorunda bırakılmıştı?

Aslında 2 Mayıs günü naklen yayın üzerinden izlediğimiz ve Meclis tv'nin utanç ve mahcubiyetten dolayı sesini kıstığı yüz kızartıcı görüntüler, bu ülkenin tablosunu ortaya koymakta ve "ak koyun kara koyun" benzetmesinin de bu ülkenin yakın kaderini belirleyecek olan bir gerçekliğe işaret ettiğini göstermektedir. Televizyonda ve seçim meydanlarında demokrat nutuklar atmak lazım geldiğinde mangalda kül bırakmayanlar, o gün meclisin içerisinde kuvvet komutanlarını arkasına alıp hezeyanlar savuranlara karşı suspus olup yerlerine çakıldılar; çünkü gerçekte karşılarında 136 milletvekilli bir parti değil, askeri vesayet rejimi vardı. Nitekim geçmişte RP ile ilgili benzer durumlar yaşandığında, "sizin konuşmaya hakkınız yok, bu ülkenin yüzde sekseni sizin karşınızda" diyenler; yüzde yirmilik DSP'ye aynı "demokratik" tepkiyi gösteremiyorlardı. Masaya vurduğunda iş bitiren(!), asker cenazelerinde slogan atmayı pek maharet sayan ve barajı başörtüsü sayesinde geçen MHP'li kurmaylar, halkın bunalımını bir rejim bunalımına tercih ediyorlardı. Demek ki iş, "Biz merkez partisiyiz! Biz başörtü zulmünü durduracağız! Biz eğitim sorununu çözeceğiz!" demekle bitmiyordu. Nitekim başörtüsü artık bu ülkede bir kimlik sorunu haline gelmişti. O gün herkes kimliğini açıkça ortaya koydu ve DSP-MHP koalisyonundan tutun, başka her türlü sistem içi alternatifin bu sorunu çözemeyeceği/çözmeyeceği, çünkü bunun artık bir tercih sorunu haline geldiğini ortaya koydu. Bu tercih, bugüne kadar Atatürk ilke ve inkılapları hariç, milletvekili yemini içerisinde yer alan diğer hiçbir konuda sözünde durmayan, aksine yemin etmeye başladığı andan itibaren yalan söyleyen bir zihniyetten yana olmakla, onun karşısında yer almak arasındaki kalın bir çizgiyi ifade ediyordu.

"Yüce Türk milletinin önünde namusum ve şerefim üzerine..." diyerek kağıda bakmadan yapılan ezber-show, belki de yeminin içerisinde yer alan cümle düşüklüğünden olsa gerek, "İnsan hak ve özgürlükleri" söz konusu olduğunda, sakız gibi çiğnenen ve balon yapılıp patlatılan bir unsur haline geliveriyordu. Doğrusu anayasa ve kanunları çiğnemekte pek mahir olanlar; insan hakları hususunda zerre eğitimleri ve duyarlılıkları bulunmayanlar; halkın tercihine daha ilk günden saldıranlar ya da saldıranlara suskun kalanların sundukları bu yemin merasimi ve bu esnada yaşananlar, aslında oldukça düşündürücü çıkarımlar yapmamıza vesile oluyordu:

FP'de Mahcup Muhalefet MHP'de Zillet

Merve Kavakçı'nın seçilebilecek bir yerden aday listesine konması, bunun planlı bir sürecin başlatıcısı olduğunu gösteriyor, FP belki de içine sindiremediği pasifizasyon sürecini, böylesi bir manevrayla unutturmaya çalışıyordu. Kendisine destek veren kitlelerin yüreğinde açtığı derin yaraları, böylesi bir pansuman tedbirle gidermeye çalışıyordu. Aslında tablo oldukça ibretamizdi. MGK'nın açıklamaları ve egemenlerin basın yoluyla yürüttükleri tüm kampanyalara ve MHP'li kadın milletvekilinin "kriz çıkmaması için açarım" şeklindeki edilgen ve zillet içeren tavrına rağmen, meclise büyük bir vakar ve kararlılık içerisinde giren Merve Kavakçı'nın örnekliği, RP-FP çizgisinin ideolojik bulanıklığı ve eklektik kimliğini bir an için de olsa unutturan, başörtü sorununa çok fazla duyarlı olmayan kesimleri bile sorunun içine çeken bir tavrı içeriyordu. Doğrusu bugüne dek muhalefet şekli itibariyle günah keçisi ilan edilen; ne ona ne de buna yaranamayan; sağ-muhafazakar kesimin "ortamı germekle" suçladığı; duyarlı kesimlerin ise "pasifizasyon illetine" saplanmakla nitelediği RP-FP çizgisi, bu süreçten gerekli dersleri çıkartmalıdır. Tutarlılık ve istikrar, karşılığında ödenen bedellerden çok daha fazlasını geri getirir. Bu gayet sosyolojik bir gerçek olmakla birlikte, aynı zamanda sünnetullahın bir gereğidir. İdeolojik tutarsızlık bir kader değildir ve yaşanan süreç öğrenmek isteyene bunu öğretmektedir. RP-FP çizgisi, bu yaşanan olayı böylesine bir tutarlılığa ve özeleştiriye vesile kılarsa ne ala, yoksa bir adım ileri iki adım geri politikasıyla, başladığı yere geri dönmesi ve kitlelerin umutlarını yine sistemin gönüllü partilerine tahvil ettirmesi kaçınılmazdır.

Nitekim seçimlerde bu gerçekliğe şahit olduk. Elbette Apo rüzgarı, PKK, yıpranmamışlık vb. sebepler, kendisini devletin krizlerini çözmeye adamış bir partinin (MHP) başörtüsüne sahip çıkma iddiasının rüzgarını da arkasına alarak yaptığı oy patlamasında büyük rol oynadı. Ancak, sistemle olan bağlarını koruduğunu her zaman ifade eden ve kendisini dün Sol ve PKK, bugün ise "DSP'ye evet ama FP'ye hayır!"diyerek, aslında sistem karşıtı İslami duyarlılıkların karşısına oturtan bir hareketin umut olarak algılanması, RP-FP çizgisinin yıprattığı umutlarla yakından alakalıdır.

Sistem içi araçlarla yapılan muhalefetin zorluğundan dem vurmak, alına sürülen kara lekeleri ve hataları temizlemeye yetmez. Zira mücadele, sadece o araçları kullanmakla değil, aynı zamanda tutarlı ve istikrarlı bir kimliğe sahip olmakla sürdürülür. Nitekim, o araçlar elinizden alınsa da aşıladığınız kimlik baki kalır. Tersi olduğunda o araçlarla birlikte tarihe gömülürsünüz. Bu işin mihenk noktası budur ve meclisin ilk gününde elde edilen bu atmosfer korunmalıdır. Yarın Merve Kabakçı gibiler, bir takım maslahatlar uğruna yalnız bırakıldığında ya da geçmişte yaşandığı gibi ileri ve geri atılan adımların fütursuzluğu ve hesapsızlığı söz konusu olduğunda, başlanılan yere geri dönülmüş olacak ve umutlar tamamiyle sistemin kucağına itilmiş olacaktır.

MHP'ye gelince o, daha ilk sınavında durduğu yeri belli etmiştir. Artık MHP için gerçek yüzünü göstereceği bir süreç başlamıştır. Popülarist ajitasyonla iktidar mekanizmaları arasındaki ilişkinin ne kadar hassas ve su götürmez olduğunu tecrübe edeceği bu sürecin, RP-FP çizgisiyle de bağlantılı olarak MHP'yi yeniden barajın dibine gömmesi işten bile değildir. Zira halkın milliyetçilik batağına sürüklenmekten kurtulacağı tek adres önce İslami hassasiyetler ve ardından İslami kimliktir. Bunların zinde tutulduğu her ortam MHP'yi tavır almaya ve dolayısıyla geriletmeye götürecektir. Rejimin yara aldığının hissedildiği her alanda MHP rol almak zorunda kalacak, ancak halkın maslahatları ve hassasiyetlerinin karşısında konuşlanmak zorunda kalacaktır. MHP, daha ilk günden "Başörtüsü mü, Devlet mi?" sınavını kaybetmiştir. Hem de hiç de sıkıntı içine düşüldüğü imajı çizmeden. Bilakis MHP tavrını açıkça -her zamanki gibi- düzenden yana koymuş ve bundan sonraki rotasını da belli etmiştir. Doğrusu bu, tevhidi bilinç sahibi kesimlerin çok yakından tanıdıkları bir tutumdur. Başörtüsü eylemlerinde tabanlarına "Şeriatçılarla birlikte olmayın!" mesajı veren MHP'nin, bu askeri vesayet rejimi ile içli dışlı süreçte üstleneceği rolün çok daha kararlı ve DSP'leri, CHP'leri, SİP'leri, İP'leri aratmayacak bir tarzda gelişeceği aşikardır. Burada tevhidi kesimlerle birlikte RP-FP çizgisinin üzerine de geçmişten çok daha büyük bir görev ve sorumluluk düşmektedir.

FP Tabanı İdeolojik Bulanıklığı Gündem Yapmalıdır!

Bütün bu gerçekliklere rağmen, bir takım hususların hayata geçirilmesinde zorluklar görülmektedir. Örneğin, ideolojik saplantılarından kurtulamayan FP'lilerin Mecliste yaşanan başörtü kriziyle alakalı olarak öne sürdükleri bir takım argümanlar, bir takım eğriliklerin halen sürmekte olduğunun göstergeleridir. TC tarihinde meclise ilk defa bu şekilde girildiği şeklindeki ifadelendirmelere cevaben; "1934'te de aynı şekilde mecliste kadın milletvekili olduğu" tezini İleri sürmek, FP çizgisinin kurtulmamakta ısrarlı olduğu illetlerden birine işaret etmektedir. Hukukun siyasallaştığı, yasaların rafa kaldırıldığı böyle bir süreçte tarihe sarılmak tutarlı bir tavır değildir. "Madem öyleydi, daha önceki seçimlerde neden seçilebilecek bir yerden başörtülü aday göstermediniz?" sorusunu beraberinde getirebilecek bu argüman, bu tür sorular karşısında daha da bocalamaya mahkumdur.

Yine aynı şekilde, DSP'nin tavrını olumsuzlar ve Merve Kavakçı'nın meclisi terk etme eylemini, "yabancılara rezil oluyoruz, küçük düşüyoruz, utanılacak bir durum" şeklindeki bir savunmayla meşrulaştırmaya çalışmak da aynı tutarsızlığa savrulma niteliğini taşımaktadır. Hem AB'ye girmek isteyip, hem de halkının büyük çoğunluğunu susturan 28 Şubat'çıların "utanmadığı" yerde, darbeye maruz kalanların "utanması", doğrusu başörtüsü sorunundan müzdarip olanları 'utandıracak' bir açıklama tarzıdır. Onca 'utanmazın' bürokratik katmanları işgal ettiği bir ülkede, bundan gayrı 'utanılacak' o kadar çok gerçeklik var ki.

Müslümanlar, "sütü döktüm ama bi sor neden döktüm?" tavrını terketmek durumundadırlar. Sütü zehirleyenlerin konumunun tartışılamadığı ya da tartışılmasının engellendiği her alanda, kimliğimizin sistem karşısındaki konumu hep "mahcup bir eda" olacaktır. Oysa bugün, bu mahcup eda, RP-FP çizgisinin ve tabanının muhafazakar kesimler karşısında zor durumlara düşmesine sebebiyet vermektedir. Halbuki mesela Merve Kavakçı olayında sergilenen tavır, FP'nin günah keçisi olduğu imajını yaygınlaştıran ve sistemi aklayan geleneksel cemaatleri tabanlarıyla karşı karşıya getiren bir olumluluğu içinde barındırmaktadır. Örneğin Zaman gazetesinin seçimler öncesinde "Türkiye'nin umudu", "Ilımlı milliyetçilerle, ılımlı dindarları bağrına basan adam" olarak lanse ettiği ve Fethullah Gülen'in "hoşgörü siyaseti"nde ilk sırayı alan Ecevit'in, kin dolu konuşması ve bu konuşmanın sonunda yer alan "Bu hanıma haddini bildiriniz!" cümlesi, belki yakın zamanda değil ama süreç içerisinde bu cemaatların tabanları üzerinde olumlu etkiler yaratacak ve tercihler yapmaya zorlayabilecektir. Kitleleri tercihler yapmaya zorlayan bir siyaset, ciddi kadrolarla, kaliteli, sözünün arkasında durur bir tarzda yapıldığında; yani avamlık, seviyesizlik ve ilkesizlik batağına saplanmadan yürütüldüğünde daha berrak görüntülerin ortaya çıkması işten bile değildir. Üstelik bu durum, sistem içi muhalefete rağmen, bu muhalefetin olumsuz yanlarını törpüleyen bir mecraya da evrilebilir. Yani çözüm, Erbakan'ın yaptığı gibi "tren kaçtıktan sonra, gazete röportajları yoluyla "radikalleşmek"le değil, doğru zamanda doğru tavrı sergilemekteki maharette yatmaktadır.

Öte yandan Merve Kavakçı'nın yaptığı basın açıklaması, RP-FP çizgisinin bugüne dek kullandığı üslubu olumlu anlamda aşan bir takım ipuçları barındarsa da; laiklik ve Atatürk ilke ve inkılapları üzerine yaptığı vurgular, İslami duyarlılık taşıyan kitlelerin nefsinde meşru zeminler oluşturucu tehlikeleri bünyesinde barındırmaktadır. Egemenlerin saldırganlığı bu üslubu meşru kılmamalı, normalleştirmemelidir. Evet, Merve Kavakçı bir simgedir. Yapılan bu saldırılar başörtüsüne, müslüman kadına ve İslami kimliğedir. Madem böyledir; o halde mağdurların vurgusu da bu minval üzere şekillenmelidir. Bunun en önemli sebebi, Merve Kavakçı'nın o mekanda boy gösterebilmesinin ve kitlesel büyük bir destek alabilmesinin arkasında yatan başörtüsü direnişi sürecidir. Bu minval üzere Kavakçı'nın davası kendisinin iddia ettiği gibi bireysel olmayıp, tüm başörtüsü direnişçilerine karşı bir sorumluluğu içermektedir. Zira bu direniş, aşağıdan yukarıya bir baskı unsuru oluşturarak, egemen yapıyı rahatsız etmiş ve rejimin karşısında kimlik aşılayan simgesel bir zemine oturmuştur. Bu yüzdendir ki, rejimin nitelikleri üzerine yapılacak bir yemin bile, tahammülsüzlüğe ve saldırganlığa yol açmakta, "devlete meydan okuma"nın bir aracı olarak görülmektedir, Başörtüsü zulmü sürecinde direnerek ve bedeller ödenerek kazanılan zeminler, yasal çerçevede kabullenilme kısırlığı ve bulanıklığı içerisinde kalmadan; fıtri anlamda o çerçeveyi zorlayan ve aşan açılımlarla genişletilmelidir.

Bu dönem, tüm askeri vesayet uygulamaları, tüm hukuksuzluklar ve krizlerle birlikte müslümanlar açısından umut dolu karineleri bünyesinde taşımaktadır. Bunun için biraz basiret, biraz cesaret ve tutarlılık yeterli olacaktır. Nitekim tüm ülkenin suskunluğa duçar olduğu bir dönemde Malatyalı binlerce müslümanın haykırışı, Merve Kavakçıların ve başörtü mücadelesini diri tutacak olanların yetişmesine zemin hazırlayan duyarlılıkların habercisidir. Malatya'daki ses aynı zamanda halkın sesidir. Hani şu, "Güneydoğu'ya paket" adı altında kendisine değer biçilen, ama Koç'a verilen 700 milyon dolarlık kredinin onda biri kadar bile etmeyen halkın. Ülke insanına Koç'un onda biri kadar değer vermeyen bu rejimin ömrünü uzatmaya kimsenin hakkı yoktur!

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR