1. YAZARLAR

  2. Ahmet Tepeyurt

  3. 27 Mayıs Darbesi ve Darbelerin Mirası

27 Mayıs Darbesi ve Darbelerin Mirası

Haziran 2010A+A-

 

 

Türkiye Cumhuriyeti darbecilik ve çetecilik geleneğini, Batılılaşma projesinin ve yeni bir ulus inşasının savunucusu İttihad Terakki Cemiyeti ve iktidarının pratiğinden devraldı. Bu gelenek en kapsamlı ve fiilî şekilde Mart 1923’te ve 27 Mayıs 1960’da karşımıza çıktı.

27 Mayıs Darbesine bağlı olarak gerçekleştirilen 1961 Anayasası ise darbeci rejimi meşrulaştırıcı ve TSK’yı Kemalist ilkeler doğrultusunda sivil ve siyasi hayata müdahale etmeye özendirici tarzda biçimlendirildi. 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980, 28 Şubat 1997, 27 Nisan 2007 darbeler ve muhtıralar geleneği, hukuki olarak 1961 Anayasasının oluşturduğu anlayış ve kurumlaşma biçiminden beslendi. En son Ergenekon olarak karşımıza çıkan çeteciliğin geleneği ise Teşkilat-ı Mahsusa’nın devamı olan tehcir ve yağma çetelerinde ve İstiklal Mahkemeleri hücrelerinden bu yana sızan pratikle Kontgerilla ve JİTEM olarak biçimlenmişti.

Türkiye Cumhuriyetinin ilk kurucu meclisi BMM ise Meclis’teki muhaliflerin yeni oluşturulan Türkiye’yi Avrupa kültürüne ve çıkarlarına entegre etme doğrultusunda hareket eden Lozan Anlaşması sürecine itiraz etmeleri nedeniyle 1923 Mart’ında kapatıldı. I. Meclis’in kapatılmasında Mustafa Kemal ve kurucu kadrosu ile irtibatlı çetecilerin sinsi taktikleri ve operasyonları belirleyici oldu.

I. Meclis Darbesinden sonra Türk ulusunun inşasını ve Batılılaşma devrimlerini gerçekleştiren II. Meclis üyeleri ise adeta atama yoluyla belirlenmişlerdi. Kurucu Türkçü kadronun “ümmetten bir ‘millet’/ulus inşası” hedefi, I. Dünya Savaşı sonrası zaafa uğramış ve çözülmüş olan Müslüman halkların itiraz ve tepkisiyle karşılaşınca zor kullanılmıştı. “Türk ulus kimliği” üst kimlik olarak yasaklar, sürgün, imha ve asimilasyon politikalarıyla yukarıdan aşağıya zorla dayatılmıştı. Müslüman halkın bünyesine uymayan yeni toplumsal projeye halk Rize’den Antalya’ya, Elazığ’dan Bursa’ya, Diyarıbekir’den, Dersim’den Düzceye, Sakarya’ya kadar tepki göstermiş on binlerce insan ya katledilerek ya da İstiklal Mahkemeleri aracılığı ile idam edilerek zorla sindirilmişti.

Daha sonra sindirilmiş olan halk ulus toplum olarak örgütlendi. Yönetimde ve eğitimde tek tipçi müthiş bir despotizm söz konusu oldu. Sadece faşist İtalyan ceza yasaları Türkçeye çevrilip halka dayatılmadı, yönetim anlayışı da Hitler, Musolini tipi “Milli Şef” formuyla biçimlendirildi. Ancak cumhuriyetçi elitler arasında ulus toplumu yönetim konusunda 1945 sonrasında ihtilaflar çıktı. Hayran olunan ve hedef olarak gösterilen “muasır medeniyetler seviyesi”nin II. Dünya Savaşından sonraki inisiyatifi Anglo-Sakson eksenine kaydı. 

T.C.’nin yeni kıblesi görece de olsa demokratik hayata geçişi zorunlu kılıyordu. Sivil-asker bürokrasi ve devlet gücüyle oluşturulan sermayedarlardan oluşan Türkiye’nin oligarşik yönetim yapısı, aydınların ve üniversitenin de ipini elinde tutuyordu. Ancak Türkiye’yi entegre olunan Batı’nın yeni vizyonuna göre yönetmek ve kalkındırmak konusunda elitler veya oligarşik yapı içinde ihtilaf çıkmıştı. İşte demokratik despotizme ve sonraki askerî darbe ve müdahalelere çığır açan 27 Mayıs 1960 darbesi de bu ihtilafın bir sonucu olarak gerçekleşmişti.

27 Mayıs 1960 Darbesi, 2010 yılında 50. yılına ulaştı. Ama Yassıada yargılamaları, yargısız infazlar, idamlar, yasaklar ve anayasal dayatmalarla oluşturduğu etkisi ve hâkimiyeti hâlâ yargı, medya, bürokrasi, üniversiteler, sermaye çevreleri ve TSK üzerinde devam ediyor.

27 Mayıs’ın 50. yılı münasebetiyle bu darbenin konjonktürsel önemini, devam eden etkilerini tartışmak ve gündemleştirmek amacıyla Özgür-Der, 26 Mayıs 2010 akşamı Bayrampaşa Belediyesi Nikâh Salonunda “27 Mayıs'tan Bugüne Darbelerin Mantığı ve Mirası” konulu bir panel gerçekleştirdi. Darbe geleneğinin sorgulandığı panelin konuşmacıları, Abdurrahman Dilipak, Reşat Petek ve Hamza Türkmen'di. Panelin oturum başkanlığını Rıdvan Kaya gerçekleştirdi. Gündemi güzel bir analiz ve değerlendirmeye tabi tutan bu oturumun özetlenmesinin, konunun bir yazı olarak tek taraflı değerlendirmesinden daha işlevsel olacağı düşüncesindeyiz. Bu nedenle de aşağıda bu anlamlı panelin Esra Aydın ve Sündüz Altuntaş tarafından kaleme alınmış bir özetini sunuyoruz:

“27 Mayıs’tan Bugüne Darbelerin Mantığı ve Mirası”

Özgür-Der’in 27 Mayıs ile ilgili panelinin oturum başkanlığını Rıdvan Kaya yaptı. Kaya, 27 Mayıs 1960 Darbesinden bugüne 50 yıl geçti ama Türkiye'deki darbe geleneğini aslında 1920-1923 yıllarından başlatmak gerekir.” diyerek söze başladı. 1960 Darbesinin daha sonradan Türkiye'de gelişen bütün hukuksuzluklara öncülük eden bir darbe olduğunu vurgulayan Kaya, 60 Darbesinin uzantılarının ve zihnî izdüşümlerinin bugüne taşındığını belirtti. "27 Mayıs zihniyetini reddetmek, hesaplaşmak ve deşifre etmek sadece Müslümanların değil, her insanın görevi olmalıdır." diyen Kaya, sistemin temellerini oynatmamak gibi söylemlerle 27 Mayıs'ın halen çeşitli biçimlerde savunulduğunu ifade etti. Bu bağlamda darbeler karşısında seçicilik yaklaşımını eleştiren Kaya, genel olarak sağ-muhafazakâr kesimin 12 Mart ve 12 Eylül’ü, sol kesimin ise 27 Mayıs ve 28 Şubat’ı sahiplenen bir tavır içine girebildiklerine dikkat çekti.

Panelin ilk konuşmacısı Abdurrahman Dilipak, Rıdvan Kaya'nın “27 Mayıs 1960 Darbesi hangi konjonktürde ortaya çıktı? Oluşum zihniyeti neydi? Darbeyi yapanlar kimlerdi?” sorularına karşılık, 27 Mayıs'ın ilk darbe olmadığını, Osmanlı’nın son dönemlerinin darbelerle geçtiğini ve İttihat Terakki'nin devamı olan şahinler kanadının (askerî kanat) yönetimi ele geçirdiğini söyledi. Dilipak, “1950'ye kadar darbe yapılmasına gerek duyulmayacak bir yönetim vardı. Kemalist kadrolar yaptırım güçlerini kendi ellerinde bulundurmuşlardı. Seçim sistemi de kendi kontrollerinde işliyordu. Tek parti vardı ve adaylar tek kişi tarafından belirleniyordu. Darbe yapmayı gerektiren bir şey yoktu.” dedi. Dilipak'a göre I. Meclis, Osmanlı Mebusan Meclisinin devamı gibiydi. Ama II. Meclis bir darbe sonucu ortaya çıkmıştı. İstiklal Mahkemelerinde ise bildiğiniz gibi kanunlar işlemiyordu. Zaten sorgulama yok, savunma yoktu. Yargılama böylesine bir hukuksuzluğa dayanıyordu!.. Muhalefet siyasal olarak örgütlenemiyordu. Bu yapı 1946'ya kadar devam etmişti. Dilipak,  2. Dünya Savaşı sonrası dünyada yaşanan çeşitli değişikliklerin, Avrupa'dan gelen baskıların ve ABD'nin de etkisiyle Türkiye'nin NATO'ya alınması gibi birtakım çalışmaların çok partili sisteme geçişi zorunlu kıldığından bahsetti. Dilipak, bugün bile kurulmasına izin verilmeyecek olan partilerin, 1945 tarihinden itibaren kuruluyor olmasının gelişen muhalefet ile birlikte kurucu güçleri endişelendirdiklerini ifade etti. Bu durum neticesinde konuşmacı, Kemalist kesimin kendi içlerinden bir muhalefet partisi ürettiğini ve bunun da DP olduğu açıkladı.

Dilipak, “Türkiye Cumhuriyeti tarihinde Mustafa Kemal birinci, İsmet İnönü ikinci adam ise Celal Bayar üçüncü adamdı.” dedi. Celal Bayar'ın hareketlenmeleri koordine eden bir adam olduğunu ve DP lideri Adnan Menderes'in ise aslında Atatürk'e kâtiplik yapmış "aile"den biri olduğunu dile getirdi. Çok partili döneme geçişte endişelenen CHP kanadı için Dilipak, DP'nin açılmasını ve halkın tavrını şöyle açıkladı: "CHP'nin karşısında hangi partiyi örgütleseniz, halk ona teveccüh ediyordu. Bana göre kimse Menderes ya da DP'ye oy vermedi. Halk CHP'nin karşısındaki partiye oy verdi. Kim olsaydı o kazanacaktı. Menderes, DP lideri olduğunda halkın istediği, halkın duymak istediği şeyi söylüyordu. Ancak bu durumdan rahatsızlanan CHP, bunu da kontrol edemeyeceğini anlayınca derin bir mutabakat ile 1960 Darbesini gerçekleştirdi. Bunlar DP'nin programında olan şeyler değildi. Bu darbe CHP'nin 1946'da başlattığı süreci tersine çeviren bir şeydi. DP'ye bakıldığında aslında o da sistemin bir parçasıydı."

Dilipak'a göre Kemalist elitler için, bu ülke, ülkenin vatandaşlarına emanet edilemeyecek kadar önemliydi. Dinin, hayatın bütün alanlarından çekilmesini istiyorlardı. Devlet, dini o zaman bir şekilde kontrol etmeliydi. Halka aba altından sopa göstermek gerekiyordu. 27 Mayıs Darbesi, vahşi bir şekilde gerçekleştirilen ilk darbeydi. Dindarlar baskı altına alınmak istenmişti ama bugünlerde kutlanan İstanbul'un Fethi ile ilgili ilk kutlamalar, o dönemde Birinci Ordu, Genelkurmay Başkanı, İstanbul Belediye Başkanı ve Cumhuriyet gazetesinin desteğiyle gerçekleştirilmişti.

"Namuslu insanlar namussuz insanlar kadar cesur olmadıkları müddetçe bu işin üstesinden gelmemiz kolay olmayacak. Hukuk dışı her şeyi reddetmemiz gerekiyor." diyen Dilipak, salondakilere dönüp "Darbenin sebebi, sizlersiniz. Sizin baş eğmemeniz yüzünden yapıldı bu darbe!"  dedi. Türkiye'deki darbelerin arkasında İsrail ve ABD'nin var olduğunun altını çizen Dilipak, tüm derneklerin, vakıfların kapatıldığı bir süreçte Mason localarının kapatılmadığına dikkat çekti.

Dilipak, son oturumda ise DP üyelerinin teslimiyetçi, susturulmuş kimseler olduğunu dile getirdi. Menderes'in karşılaştığı hazin duruma karşı bir direniş sergilemediğini, sergileseydi idamla ilgili neticenin aynı olması pahasına taraftarları tarafından bir direniş halesi olarak anılabileceğini ve hatta bunun onları diriltebileceğini ifade etti. Cumhuriyet'in, 1923'te (Mustafa Kemal ile), 1940'ta (İsmet Paşa ile), 1946'da (Adnan Menderes ile), 1960’ta (Cemal Gürsel ile) ve 1990'da (Turgut Özal ile) yeniden kurulduğunu belirtti. Bu arada Kenan Evren dönemi ve 28 Şubat sürecini ise bu açıdan revizyon hareketi olarak tanımlayan Dilipak, “90'dan sonra 2010 yılına kadar radikal bir değişiklik olmamıştır.” dedi ve önümüzdeki aylarda darbecilerin yargılanacağı bir sürece girersek cumhuriyetin yeniden kurulacağını ifade etti.

Darbelere çeşitli kesimlerce bahaneler üretildiğini söyleyen oturum başkanı  Rıdvan Kaya,  27 Mayıs darbesinin de meşruiyet zeminine oturtulmak için bazı sebeplerle savunulduğunu belirtti. Bu bağlamda darbelerin hukuksal savunmasının mümkün olup olmayacağını ve 27 Mayıs Anayasasını değerlendirmesi için -başörtüsünü savunduğu gerekçesiyle HSYK tarafından görevden alınan- eski başsavcı Reşat Petek'e sözü verdi.

Panelin ikinci konuşmacısı Reşat Petek, 1950'ye kadar derin devlet ile siyasi iktidarın bir bütünlüğünün söz konusu olduğunu fakat daha sonra halkın taleplerine cevap vermeye çalışan iktidardan sonra bu iki organın ayrıldığını söyleyerek sözlerine başladı. Rejimin kendi muhalefetlerini kontrol altına alma düşüncesiyle DP'yi kurduğunu ve böylece DP'nin de aslında sistemin bir parçası olduğunu ifade etti.

DP’nin, kuruluşundan sonra  ‘Milli Şef’ dönemindeki baskılar ve eziyetlerden dolayı çaresizlik içerisinde olan halkın kurtarıcısı haline geldiğini söyleyen Petek, demokrasiyi irticai kesimin iktidar vasıtası olarak görenlerin DP'yi iktidardan düşürme hazırlıklarına giriştiklerini ve 1950 yılından itibaren darbe hazırlığının var olduğunu söyledi. 1958 yılında silahlı kuvvetler içerisinde oluşturulan cunta haberinin ilk olarak Binbaşı Samet Kuşçu tarafından Milli Savunma Bakanına intikal ettirilmesi üzerine, olayın Genelkurmay Başkanlığı tarafından incelenmesiyle birlikte; "darbe girişimini sızdırma" sebebiyle Samet Kuşçu ile birlikte 9 subaya askerî mahkemede dava açıldığını ifade etti. Yaşanan bu tür vakıaların bugün Ergenekon soruşturması yürütülürken de önümüze çıktığını ve hâlâ daha o dönem zihinlerinin var olduğunu kaydetti.

Konuşmasının devamında Reşat Petek, DP'nin iktidarı elde edememesi ve CHP'nin kazanabilmesi için, seçim sırasında halk üzerinde Milli Şef tarafından baskı politikaları izlendiğini ve DP'yi hazmedemeyen güçlerin darbe girişimleri için hazırlıklara başladığını ifade etti. İsmet İnönü'nün "Şartlar olgunlaştığında iktidar meşru olur!" cümlesini de sözlerine ekledi.

Petek, bugün de hâlâ darbeci anlayışın değişmediğini belirtti. 1961 Anayasasıyla birlikte farklı bir partinin halkın oylarıyla yetkileri ele almasını engelleyebilmek için "Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir!" maddesine "Millet, egemenliğini anayasal yetkili organlar eliyle kullanır." eklemesi yapıldığını belirtti.

Petek, oturumun son bölümde ise darbeye hukuki bir zemin aramayla ilgili şunları söyledi: "Darbenin hukuki boyutunu aramak beyhudedir. Çünkü darbe; şiddet, vurmak demektir. Darbede kan ve savaş vardır. Savaş ise düşman ile yapılır. Dolayısı ile ülkenin iç şartları meşruiyet gerektirdi diye darbe için hukuki bir zeminden  söz etmek mümkün değildir."

Petek, hak ve hukuk konusunda muzdarip olan insanların bir araya gelerek direniş göstermeleri, hak ve özgürlüklerini aramak konusunda birlikte hareket etmeleri gerektiğini vurgulayarak sunumuna son verdi.

Oturum başkanı “27 Mayıs Darbesinin mirasını ve bu darbeyle ilgili İslami kesimin tutumu”nu değerlendirmesi istemiyle sözü Hamza Türkmen'e verdi. Türkmen, 1923 I. Meclis Darbesi ve yasaklar, baskılar, sürgün ve katliam politikalarıyla sindirilen halkın dinî muhalefeti geriletildikten sonra, dindar halkın kurucu Kemalist elitler veya oligarşi eliyle Batıcı ve laik bir ulus toplum olarak örgütlendiğini belirtti. 27 Mayıs Askerî Darbesinin, Türk ulusal toplumunu yönetimde ve toplumu kalkındırmak açısından devletçi Kemalist statükonun, liberal anlamda değişip değişmeyeceği tartışmalarına bağlı olarak gerçekleşen ve sonra da devam eden darbeci, jakoben mantığa çığır açan bir ihtilal olduğunu söyledi.

1960 darbecilerini harekete sevk eden nedenin Türkiye'deki "çevre" ve "merkez" arasında çatışma veya rekabette aranmasını belirten Türkmen, statükocu merkezin Menderes Hükümetinin politikalarına karşı duyduğu rahatsızlığı üniversiteyi, aydınları ve basını kışkırtarak gösterdiğini, rahatsızlığın ABD ve Avrupa'ya yansıyan boyutlarının da olduğunu vurguladı. Sinen kitlesel muhalefetin pasif direnişi ÇEVRE idi. Ezmeye, asimile etmeye olmuyorsa boyun eğdirmeye çalışan ulusalcı-Kemalist elitler ise MERKEZ idi.

Oysa Menderes liderliğindeki Hükümet, halkla zıtlaşarak değil, onları da imkânlı kılarak ülkeyi liberalleştirmeyi ve kalkındırmayı hedefliyordu. Türkmen, DP Hükümetine yerli ve dış mihrakların duyduğu en belirgin rahatsızlığı 4 maddede özetledi:

1- Menderes ve ekibi, devletçi uygulamalardan Özal'ın 24 Ocak 1980’de başlattığı gibi  liberal uygulamalara geçmek istiyordu. Devletçi statüko bundan rahatsızdı.

2- Statükoyu kırmak için, tarım ve kırsal kesim harekete geçirilmeye çalışılıyordu. TC oligarşisi için kırsal kesime önem vermek çevrenin merkeze karşı önünü açmak demekti ki, en büyük sakıncası da çevredeki dinî aidiyetlerin güçlenebileceği konusundaydı.

3- Kore Savaşında bedeli peşin olarak ödenmesine rağmen Marshall kapsamında ABD'den daha fazla kredi alınamıyordu.  Seydişehir Alüminyum ve İskenderun Demir-Çelik sanayi projelerini gerçekleştirebilmek için Sovyetler Birliği ile işbirliğine adım atılmıştı. ABD ve Avrupa'yı rahatsız eden en önemli konu buydu.

4- ABD'den gerekli mali ve teknik destek alamayan DP Hükümeti, İslam dünyasına açılmak istemişti. Erbakan'ın D-8 projesine duyulan tepkiyle karşılaşıldı.

En yüksek rütbeli subayın kurmay albay olduğu 37 kişilik 27 Mayıs Darbe Komitesi, örgütlediği basın, aydın ve üniversite muhitlerinin diliyle baskıları ve irticayı bahane etmişti. Menderes’in "Orduyu asteğmenlerle yönetirim!"  sözünü söylediği yalanıyla subaylar tahrik edildi. Darbeden sonra içinde Fuat Sezgin'in de bulunduğu 147'likler üniversiteden atıldı. Ve hemen "Hâkimiyet halkındır!" anlayışı, yerini 1961 Anayasası ile dizayn edilen kuvvetler ayrılığı taktiğiyle adeta “Hâkimiyet atanmış yargı ve üniversitenindir, aslında TSK'nındır!” noktasına getirildi.

27 Mayıs İhtilali ile hükümetin yetkileri kısılırken, kuvvetler ayrılığı sistemi ile görece bir özgürlük ortamı sağlanıyor ama ABD'nin "Yeşil Kuşak" projesi doğrultusunda da kontrollü bir dindarlık dizayn ediliyordu. Bu süreçte sığınmacılığı depreşen milli dindarların sağcılaşmaya başladığını belirten Türkmen, darbeyi destekleyen Sebülürreşad dergisinden, Son Havadis’te yazan Peyami Safa’dan ve Yeni İstanbul’da yazan Ali Fuat Başgil'den örnekler verdi.

Oturumun ikinci bölümünde de Türkmen, 12 Mart 1971 Muhtırasının görece özgürlükleri geri almak, 12 Eylül 1980 Darbesinin ise İslami uyanışı engellemek ve İran İslam Devriminin muhtemel tesirlerine karşı tedbir almak için, TSK tarafından I. Meclis Darbesini ve 27 Mayıs'ı yapan aynı çeteci mantık ile gerçekleştiğini belirtti. Kemalist sistem açısından önceden dinin, ABD'nin “Yeşil Kuşak Projesi” dâhilinde komünizme karşı ama 12 Eylül'den sona  "Ilımlı İslam" veya "Türk-İslam Sentezi" projesiyle tevhidî uyanışı engellemek ve İslam'ın bütünsel olarak algılanmasına müsaade etmemek için kullanıldığını belirtti. Kontrol edilen İslam'ın kontrol mekanizmalarını aştığı vehmi ile de 28 Şubat 1997 Darbesinin yapıldığını belirtti.

Türkmen, kuruluşundan bu yana darbe mantığı ile yönetilen Türkiye'nin “Yurttaşlık Bilgisi” kitaplarında öğretildiği gibi yönetilmediğini, "Kırmızı Kitaplar"la yönetildiğini, komitacılığın, kontrgerillanın, JİTEM'in, son olarak da Ergenekon yapılanmasının temelde Kemalist devleti temsil ettiğini belirtti. Ayrıca Türkmen, AK Parti Hükümetinin "Açılım Politikaları"na ve "Kısmi Anayasa Değişikliği"ne sağcılıktan kurtulamayan muhafazakâr politikalara dayanarak değil, AB politikalarına dayanarak, özellikle de 1 Mart 2003 Asker Tezkeresine karşı çıkan tevhidî uyanış sürecinin ve Türkiye'deki diğer muhalif tabanın ortaya koyduğu sivil ve erdemli tepkinin nimetlerine dayanarak adım attığını ve darbeci mantığı geriletmeye başladığını belirtti.

Türkmen, son olarak Müslümanlar olarak verili-resmi siyasete göre değil, vahyî siyasete göre davranmamız gerektiğini, AKP Hükümetinin de olumlu icraatlarını destekleyici, olumsuzluklara ise muhalefet edici  bağımsız İslami kimliğimizi ve duruşumuzu korumamız ve güçlendirmemiz gerektiğini söyledi. 

Rıdvan Kaya, darbeci mantığın ve uygulamaların hukuksuzluk ve suç olduğunu, Müslümanlar olarak darbeci ve dayatmacı her türlü zulme karşı direniş bilincini kuşanmamız gerektiğini vurgulayarak oturumu kapattı. 

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR