1. HABERLER

  2. HABER

  3. BİYOGRAFİLER

  4. Necip Fazıl'ın Vefatının 33. Yıldönümü...
Necip Fazıl'ın Vefatının 33. Yıldönümü...

Necip Fazıl'ın Vefatının 33. Yıldönümü...

Erkam Kuşçu yazısında, Necip Fazıl Kısakürek'in hayatı ve fikirleri hakkında değerlendirmelerde bulunuyor, fikrî anlamda “sloganik bir çerçevede” kaldığını söylediği Fazıl'ı önemli kılanın “aksiyon adamlığı” olduğunu söylüyor.

25 Mayıs 2016 Çarşamba 12:07A+A-

Erkam Kuşçu / Özgür Üniversiteli Dergisi (Şubat-Mart Sayısı)

Necip Fazıl: Sur’da Açılan İlk Gedik

Sultanahmet’teki bir konakta; dedesi, cici annesi, amcaları, kuzenleri, annesi, babası, yedi yaşında kaybedeceği kardeşi Selma ile başta dede olmak üzere aile büyükleri tarafından oldukça şımarık büyütülen; ailenin gözde, hayta, afacan çocuğu Ahmed Necip Fazıl…

Yaptığı yaramazlık sonucu her zaman etekleri altına sığınabileceği ve ilk İslami öğretilerini alacağı kendisiyle aynı adı taşıyan hâkim dedesi, onun hep biraz uzağında duran babası ve ailenin konumuna uygun düşmeyen daha alt seviyede bir aileden gelin alınan buna bağlı olarak sessiz, hep içine kapanık, kendisini çocuklarının geleceğine adamış dindar annesi; işte bütün bunlar Necip Fazıl’ın yaşantısında önemli izler bırakan ve müthiş debdebeli bir hayatın yol gösterici anıları olan ilk motifler... Bu kabına sığmazlık hali onun yapıp ettiklerinin, yazdıklarının ve yer yer ölçüyü kaçıracak derecede söyledikleriyle kısacası tüm hayatının devam edegelen yazgısı olacaktır.

Hastalıklar İçinde Bir Çocukluk, Lise Yılları ve Üniversite

Bir çocuğun yaşayabileceği bütün hastalıkları yaşadığından bahseder Necip Fazıl. Doğduğunda yeterli kiloya sahip olmadığını, doktorlar tarafından yaşaması mucize olarak nitelendiği, hasta yatağında; başucunda mazlum annesi, çocukluğunun en derin anılarıdır. Tabii ki tüm bunların dışında o bütün köşkü birbirine katan, haylaz bir çocuktur. Yapıp ettiği bütün yaramazlık kendisini çok seven dedesi tarafından her zaman tolere edilmiştir. Gene aynı şekilde ilk İslami terbiyesini dedesi tarafından kendisine anlatılan Hz. Ali menkıbeleriyle almıştır.

Bu süreçle büyüyen Necip Fazıl lise yıllarında kendisini önce Amerikan Koleji, ardından Bahriye Mektebi’nde bulur. Din dersi hocası Ahmet Hamdi Aksekili, edebiyat hocası hiçbir zaman sevemediği Yahya Kemal’dir. Dönem arkadaşları arasında Nazım Hikmet, Ahmet Kutsi Tecer ve Hasan Ali Yücel vardır. Bu yıllarda başlayan edebiyat çalışmaları dedesinin vefatı esnasında ona şairliği yaraşır görmesi sonucu zirve yapmıştır. İlk şiir denemelerini zamanın Batı tesirli edebi akımları ışığında maneviyatsız ve kof olarak nitelemektedir. Çilesini çekmeye henüz 12-13 yıl uzak olduğum davanın, bütün inceliklere uzak, fantezi planda bir heveskârıyım. -Ben-i büsbütün ezmek ve süründürmek yerine tahta oturttuğumun farkında değilim.(1)

Ardından Yüksek Muallim Medresesi’nde bulunduğu sırada yabancı dil öğrenim kursunu kazanır, Fransa’ya gider ve hayatı açısından ilk büyük kopuşunu yaşar. Yurt dışına giderkenki beklentisi farklıdır. Buradaki detay bizce önemlidir. … Birçoğunun gidip de hakikatte hiçbir şey getirmediği ve buradaki temelle oradaki çatıyı birleştiremediği Avrupa.(2) Kâbus olarak nitelediği Avrupa dönemi onun için aile ile kurduğu geleneksel-örfi duvarların yıkıldığı ve her türlü ifsad edici tesirin altında kaldığı dönemdir. Paris, remzleştirdiği bütün Batı mamuresiyle beraber, perdenin önünde aldatıcı nakışlar olarak öyle plastik harikası ki, sadece perde gerisindeki karanlık ve haraplıktan haber vermeye memur ve dertli başını taştan taşa vura vura, bunalımdan bunalıma kıyamete kadar köşe kapmaca oynamaya mecbur… Ve işte Batı! Kâbus şehrindeki hayatımı anlatmaya hicabım ve İslami edebim manidir.(3)

Aslında tam bu noktada Necip Fazıl’ın hayatının ikinci büyük kopuşu yaşanır. Avrupa’dan Türkiye’ye döndükten sonra büyük bir “ruhi bunalıma” tutulmuştur hiçbir şey onu ulaşmak istediği seviyelere yaklaştıramamaktadır. Tam bir yoksulluk hali içerisinde olduğunu söyler ancak maddi değil manevi bir yoksulluk halidir bu. Böylesine bir haleti ruhiye içerindeyken Eyüp’teki bir şeyhe intisab ederek; tasavvuf yoluna, metafizik yoluna çıkmıştır artık. Aslında bu hususları son bölümde ele alacağız ancak burada birkaç bir şey söylenebilir. Zaten son derece hissi son derece ateşli bir adam olan Necip Fazıl bundan sonra tasavvufun mistik yönelişleri ile birleşen bir düşünce mecrasında geri kalan hayatını sürdürecektir. Fazlasıyla abartılı şeyh, tasavvuf ermişleri övgüsü, batini sınırları dahi ne yazık ki zorlamaktadır. Şeyhine peygamber demedikten sonra istediği övgü sözünü söyleyebileceğini söylen Kısakürek’in hududullahın neresinde, hangi yakasında durduğunu tartışmak yersiz olabilir zira netice itibariyle Hakk’ın rahmetine kavuşmuş bir adam hakkında artık ne söylesek bir şey ifade etmeyecektir.

Edebiyat ve Sanat Fikri: Büyük Doğu

İlk dönemlerinde, kendisinin de sonradan çokça eleştireceği “mana noktasında Batılı şiir” anlayışında eserler vermiştir. Yukarıda ilk şiirleriyle ilişkili olarak kendisine yönelik olarak yaptığı eleştirilerini aktarmıştık. Peki, kendi kuşağından yazar arkadaşları, tanışlarıyla ilgili düşünceleri nelerdir? Bunların şu noktada önemli olduğunu düşünüyoruz; düşünsel, edebi ve siyasi açıdan bu isimlerin her biri farklı bir noktada kendisini konumlandırmaktadır. Bundan dolayı Necip Fazıl bu kimselerle ilgili düşünceleri yalnızca edebi çerçeve içerisinde değil kendi hayatı içerisinde yaşadığı dönüşümler açısından siyasi sebeplere de bağlıdır. Yer yer eleştiri üslubu içerisinde egosu güçlü bir adam olarak Necip Fazıl’ın kişisel meseleleri asli eleştiri unsuru haline getirip getirmediği noktasında bir şey diyemiyoruz tabii ki. Delikanlılık muhayyilemde o kadar büyüttüğüm bu üstadların, birkaç temas içinde gözümde nasıl karagözleştiklerini, sığlaştıklarını anlatamam. Hepsinde bir cüce hırsı ve birbirini küçültme çabası, ceketlerinin altından çıkışmış bir iç çamaşır gibi meydanda…(4)

Yakup Kadri’nin Anadolu ruhunu anlayamadığını ve düşüncesinin boyaları dökülmüş ahşap bir madde donukluğunda olduğunu, Yahya Kemal’in yılışık ve laubali olduğunu, Peyami Safa’nın diğerlerine nazaran fikirsel açıdan Batı’yı ve Anadolu ruhunu anlamaya çalıştığını ancak kişisel kaprislerinin yolunu tıkadığını, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın bir düşünce adamı keyfiyetine sahip olduğunu ama mecrasını bulamadığını söyler. En iyi anlaştığı insanlardan birisinin Ahmet Kutsi Tecer olduğunu bunun sebebinin ise Kutsi’nin kendisinin kaprislerini alttan alabildiği için gerçekleştiğini söyleyerek, kendi hakkını da teslim eder. Arkadaşı olan sonradan Milli Eğitim Bakanlığı’na yükselen Hasan Ali Yücel ile hikâyesi ise gerçekten çok acıdır. H. Ali Yücel’i şeyhinin dergâhına bile götürecektir ancak bakan olduktan ve Necip Fazıl İslami duruş noktasında hassasiyetlerini artırdıktan sonra şöyle bir olay yaşanır. “Büyük Doğu Dergisi gene kapatılır. Sebep, henüz rengini belli etmek imkânı bile bulamayan derginin, bir iki hadis meali neşretmiş olması… Şöyle, en pest perdeden de birazcık Allah ve ahlaktan bahsetmiş olmak… Şükrü Saraçoğlu dergiye bir uyarı yazısı yollar: Allah’tan ve ahlaktan bahsetmek yasaktır! Büyük Doğu’nun neşrettiği hadis meali şöyleydi: Allah’a itaat etmeyene itaat edilmez. O zaman Ankara’da gördüğüm Hasan Ali, bana ne demiş olsa beğenirsiniz: Bu hadisi neşretmek, bize itaat edilmez demektir.(5) Bunları niçin ortaya döküyorum, biliyor musunuz; bunları, bu teneke madalyaları?... Ben, O Tepenin (şeyhinden bahsetmektedir) rüzgârını aldıktan ve Müslümanlığımı bayraklaştırdıktan sonra, bu insanlardan bir ikisi müstesna, hemen hepsi ve daha niceleri benden yüz çevirdi ve beni “Sanatına kıyan geri adam” diye yaftaladı da ondan.(6)

Necip Fazıl'ın sanat ve edebiyat üzerine düşüncelerine de değinirsek; kendisi ilk dönem hececi şiiri Ziya Gökalp özentisi bulmaktadır. Ziya Gökalp'ın şiirini ise yavan olarak tanımlamaktadır. Batı tesiriyle gelişen “yeni edebiyatı” plastik ve maneviyatsız olarak görmektedir. Bu husus önemlidir. Necip Fazıl şiirlerini malum hece ölçüsüyle vermiştir. Biçim açısından yerli olan şiiri içeriğinde Batılı sanatsal eğilimleri taşıyan bir yapı bulmaktadır. Bunu folklorikliğin yapmacıklığından kurtulmak üzere denemiş ve başarılı da olmuştur. Necip Fazıl şiiri bizce; özgün, kuvvetli ve sanatsal bir sestir. Büyük Doğu neşriyatı ise bunun sanatsal ve siyasal sözcülüğünü üstlenmiştir.

Siyasi ve Dini Düşünceleri

Necip Fazıl’ın düşünsel reflekslerinde hâkim unsurları ele alarak konuya yaklaşırsak; öncelikle sağcı söylem eserlerinde hâkim unsurlardandır. Devlete, millete ve kutsiyet atfettiği çeşitli dini sembollere sıkı sıkıya bağlı tipik sağcı yaklaşımları bolca barındırmaktadır. Bu noktadan hareketle karşıtı yani “anti”si olarak yaklaştığı komünizm düşüncesine karşı hareket noktası sağ refleksli olduğu için sıkıntılıdır. Komünizmin bir düşünce olarak eleştirisini; sağlam ideolojik temellere sahip kalkış noktalarıyla derinlikli bir şekilde ele alındığını  görmek mümkün değildir. Daha ziyade yüzeysel bir “moskof uşakları” suçlaması meseleye derinlikli bir yaklaşımın olmadığını daha tepkisel olunduğunu gösterir ki bu duruma “Kalbimi ve aklımı hep sağ elime verdim; Görevi olmasaydı sol elimi keserdim..." şeklindeki sağ-sol isimli şiiri örnek olarak verilebilir siyasi meseleler üzerine yazdığı yazılarda da birçok örnek mevcuttur. Bu karşı çıkışta devletçiliğin “vatan hainleri” sesli karşı çıkışı bir başka nüanstır. Bu nüansın önemli bir yaklaşımını orduya olan bakışında da görmekteyizdir. Ordu, peygamber ocağıdır onu aslından koparanlar Batı özentisi inkârcılardır. Necip Fazıl, komünizme karşı İslami değerleri değil (Tabii ki burada şu da sorulmalıdır: NFK’nın İslami olandan anladığı nedir?) devletçi değerleri korumak için komünizme karşı durmaktadır. Komünizm karşıtlığı Necip Fazıl’ın düşüncesinde önemli bir yerde durmaktadır…

Bir diğer bahis milliyetçilik bahsidir. Necip Fazıl’ın, Türk ile ilgili şiirlerinde, yazılarında sayısız anekdot vardır. Irkçı-şovenist bir Türk telakkisine sahip olmadığı aşikârdır. Biraz Osmanlı biraz Anadolu biraz yerlilik ve yerellik unsurlarını içerisinde barındıran bir Türk anlayışıdır bu. Millet anlayışı da buna göre şekillenmektedir. “İslam’ın kılıcı olan Türk”e büyük bir saygı ile yaklaşır burada da tipik Türk-İslam sentezinin izlerini taşımaktadır. İslamlıktan ayrı Türklük davası ona göre batıldır. Ancak Türklük bahsinde özellikle son dönemlerinde aşırı övücü bir yaklaşım yoktur. Tabii ki bütün bunlar basitçe; Cumhuriyet sonrası İslamcı düşünürler olarak adlandırabileceğimiz yazarların birçoğunda bulunan milliyetçi-muhafazakâr yaklaşımlarının sıkıntılı yansımalarıdır. Millet kavramına yaklaşımını daha doğru anlamak için Ziya Gökalp’in bu mesele üzerindeki etkisini kırmak, kavramın doğru anlaşılması ve ayrıca tahribini engellemek adına önemli olduğunu düşündüğümüz bir anekdot aktarırsak: Ziya Gökalp milliyetçiliği, esasen bir ideoloji olmayıp bir psikolojiden ibaret bulunan ırkçılığın hiçbir zaman bir ideal ufku açamayacak kadar dar ve inhisarcı akameti bir tarafa, çocuk oyuncağı bir fantazyayı aşamamış ve eski “Mehmet”ler, “Ali”ler, “Osman”lar yerine “Alp”li, “Tekin”li, “Mete”li, birtakım çeyrek aydınlara İslam nefretini aşılamaktan başka bir şeye yaramamıştır. Yani kavmiyetçilik (Milliyet, ruh birliği keyfiyetine ait İslami bir mefhumdur ve posacıların cevhere bağlı bu kelimeyi kullanmaya hakları yoktur.) kendi başına bir ideal olamazken, İttihat Ve Terakki Türkçülüğü, asıl kurtarılması gereken idealler idealinin batırıcısı olmuştur.(7)

Bir diğer husus olarak maneviyatçı söylemi de aktarabiliriz. Bu husus özellikle maddiyatçı olarak nitelenen söylemin karşısına oturtulur. Maddiyatçı yaklaşım komünizmin, hissi olanı metafizik âlemi reddine karşın manevi olanın ilahi olanın savunusu şeklinde kendini gösterir. Batı’nın şekillendirdiği “yeni dünya” bundan dolayı sahte ve “muşamba dekor” ile üstü örtülmüşçesine plastiktir ancak ona göre manevi olan bunu reddeder ve mistik değerleri korumaya, “muhafaza etmeye” çalışır.

Bu konu aslıda Necip Fazıl’ın din telakkisini anlamak adına da önemlidir zira bu mistik-mukaddesatçı çizgi onda daha ileriye giderek batıni anlamda tasavvufi bazı retoriklerin de yansımasını oluşturmaktadır. İslam’ı yalnızca bir “ruh müdafaası” olarak gördüğünü söylemek çok yanlış olacaktır ancak bu noktadan hareketle onun fikirlerindeki bazı İslami açıdan çelişkili ve yanlış gözüken konular açığa çıkmaktadır. Özellikle İslam dünyasının çeşitli memleketlerinden; âlim, düşünür vasıflı kimselerden yapılan çeviriler sonrasında devletçi, sağcı, keşifçi yaklaşımlardan uzaklaşıp vahyi ve siyeri doğru kaynağından anlamaya yönelik olarak gelişen İslamcı anlayışın düşünürlerine (Örneğin: Seyyid Kutub, M.Hamidullah, Mevdudi.) yönelik hakarete varan ve daha evvelki yaklaşımlarında da aktardığımız gibi fikri derinliğe sahip olduğunu söylemenin zor olduğu daha ziyade sloganik yaklaşımlara çokça rastlanmaktadır. Ancak tabii ki maneviyatçı söyleminin karşıtı ile olan mücadelesi bizce önemlidir. Buradaki kaygının saygıyı hak ettiği de bir gerçektir. Bir örnekle açıklayacak olursak; insanlık, uzaya astronot yollayacak seviyeye ulaşmıştır. Her yerde; televizyonda, radyoda, gazetede bunu da başaran insanın bir sonraki hedefinden bahsedilmekte artık insan aklının ve matematiğin zaferini doğrularcasına “geri” kalmışlardan, din fikrine sahip olanlardan biraz alaycı, aşağılayıcı bir üslupla bahsedilmektedir. O ise maneviyatçı tarzına yakışır bir sesle “Feza Pilotu” şiirinde karşılık vermektedir:

Yirminci asrın ablak yüzlü feza pilotu
Buldun mu Ay yüzünde ölüme çare otu?
Bir odun parçasına at diye binen çocuk
Başında çelik külah, sırtında plastik gocuk.
Uzakları yenmiş Fatih edasındasın
Dibsizliğin dibini bulmak sevdasındasın...
Allah'a dil çıkarır gibi küstah bir yarış...
Farkında değilsin ki, Ay Dünya’ya bir karış
Fezada milyarlarca ışık, yol, mesafe;
Seninki, saniyelik zafer, ilmi hurafe
Kavanozda, kendini deryada sanan balık;
Ne acı vahşet, mağrur ilimdeki kalabalık;
Fezada 'Allah diye bir şey yok' iddiası
Gel gör, kaç füzeye denk, bir mü'minin duası;
Rafa kaldırmak için ruhlarını dürdüler;
Güneş diye kalpteki güneşi söndürdüler.
Bilmediler; kalptedir, kalptedir asıl feza;
Kalptedir, olumsuzluk kefili kutsi imza.
Sayıdan sonsuzluğa sınıf geçirtecek not;
Bizdedir ve bizdedir Arş’a giden astronot,
Ve mekândan arınmış ve zamandan ilerde,
Fezayı teslim alma sırrı bizimkilerde.

Bizimkiler ışığa gem vurar da binerler;
Yerden göğe çıkmazlar, gökten yere inerler...(8)

Hulasası, Necip Fazıl; ilklerden olmanın birçok düşünsel sıkıntısını mücadele-fikir sathında yaşamaktadır. Eleştirel hatta saldırgan bir üslupla şekillendirdiği birçok yazısında bunun örnekleri mevcuttur. Mukaddesatçı, sağcı, devletçi düşünsel yaklaşımları onu  İslam’ın bütünsel yorumunun “uzağında” bırakmaktadır. Bizce, bu tarzının önemli eksikliği fikirsel bir derinliğe tam olarak sahip olmamasında yatmaktadır. Bundan dolayı düşüncede daha ziyade sloganik bir çerçevede takılı kalmıştır.

Bütün bu eleştirimizi saklı tutarak bir yana koyduğumuzda onu önem ve değerli kılan şey; aksiyon adamlığıdır. Klasik, “Allah demenin bile yasak olduğu” retoriğinde o konuşanlardan olmuş bundan dolayı hayatı; yasaklar, sürgünler eşliğinde devam etmiştir. Düşünceden dağlar kurup mevzu “iş” yapmaya geldiğinde köşelerinde oturanlara karşın o daima içerde, hareket safında durmuştur. Kendisi ile yapılan bir röportajda Büyük Doğu dergisinin mottosu olan “Fikir, Sanat, Aksiyon” üçlemesine zikreder ve ekler: “Tabii ki en sevdiğim aksiyondur.”(9) Hataları ders çıkartılması gereken tecrübeler olarak Müslümaların önünde durmaktadır. Biz kendisini onun da söylediği şekliyle anarak bitirelim: “Allah hepimizi affetsin; ve bizi ayağımız arada sürçmüş olsa bile tekrar doğru yola çeksin ve ahitlerimize bağlasın… Tek, halis ve samimi olmayı bilelim…”.(10)

----------
(1) Necip Fazıl Kısakürek, O ve Ben, Büyük Doğu Yayınları, s. 55
(2) A.g.e. s. 61 (Vurgular bana ait.)

(3) Necip Fazıl Kısakürek, O ve Ben, Büyük Doğu Yayınları, s. 64
(4) A.g.e. s. 57
(5) Necip Fazıl Kısakürek, O ve Ben, Büyük Doğu Yayınları, syf.223
(6) A.g.e. s. 68
(7) Necip Fazıl Kısakürek, Türkiyenin Manzarası, Büyük Doğu Yayınları, s. 33 (Vurgular bana ait.)
(8) Necip Fazıl Kısakürek, Çile, Büyük Doğu Yayınları, s. 325 (Vurgular bana ait.)
(9) https://www.youtube.com/watch?v=44BBiiGPID8 (Dk. 24.00)
(10) Necip Fazıl Kısakürek, O ve Ben, Büyük Doğu Yayınları, s. 158

HABERE YORUM KAT

3 Yorum